İbrahim Kaypakkaya’ya Katkının Adı;
AKIL VE AKSİYON DUYGUSU
Yaşamdan öğrendiklerimiz ile kitaplardan öğrendiklerimiz arasında önceliği hangisine vermek gerektiği sorusu, temel bir problem olarak karşımızda duruyor. Bu, aynı zamanda teorinin mi yoksa pratiğin mi belirleyici olduğu sorusuyla da paraleldir. Dolayısıyla insanı hayrete düşüren yalnız yaşamın bilgisi olmuyor. Kitabın bilgisi de insanı hayrete düşürebiliyor. Düşünüş veya davranış tarzının en kritik yeri belki de insanı hayrete düşürüp düşürmediği momenttir. Böylesi görüşler, davranışlar ve kişiler dünyada olduğu gibi ülkemizde de nadirdir. Bu yazıda nadir bir kitap ve kitabın ele aldığı 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanlarında katledilen bir politik şahsiyetten, İbrahim Kaypakkaya’dan söz etmek istiyorum. Kitap derken de üst başlığı “Kaykapkaya” olan “Akıl ve Aksiyon Duygusu” adlı eseri kastediyorum (M. Oruçoğlu, Belge Yayınları, 2021). Kitapta yazdığına göre Kaypakkaya “Siyaseti ve edebiyatı aynı anda izliyordu.” (S. 200).
Oruçoğlu’nun anlatımına bakılırsa Kaypakkaya’nın kitap repertuarı bir hayli geniştir: Politika, sanat, felsefe, bilim, tarih, şiir… Tarih ve toplum diyalektiğini gözeten bir zeka olarak, tarihsel olana duyulan özel ilginin Kaypakkaya’yı yeniler kadar eskiye de yönelttiği anlaşılıyor. Politik alanda Kerim Sadi ve Rasih Nuri İleri gibi eski kuşak/tüfek komünistlerin bilgi ve tecrübesinden yararlanma arzusu, kırsalda ise köyün en yaşlı ve tecrübelisi olan kimselerle ilişkiler kurması ise bunu gösteriyor.
Kaypakkaya’nın düşünüp yazdıklarını, fiilen uygulamalarını Muzaffer Oruçoğlu kadar yakından bilen ikinci bir kişi olduğunu sanmıyorum. Oruçoğlu, yoldaşı İbrahim’i konu eden yüzlerce sunum yapıp yazılar paylaştı. Keza pratikte onu izleyen bir duruş sergilemenin yanında onunla ilgili şiirler, destanlar ve romanlar da yazdı; tablolarında onu değişik yönleriyle betimlemeye devam etmiş birisidir. Elimizdeki yeni çalışmayla, pekçok detayı öne çıkarmak kaygısı da güderek bu çabanın devam ettiğini görüyoruz. Hatta bana göre geride kalmış gibi görünen bu notların ve yazıların şimdiye kadarki söylenen ve bilinenlerden de önemli olduğu anlaşılıyor. Daha doğrusu artık bu eserle birlikte yani Akıl ve Aksiyon Duygusu’ndaki Kaypakkaya’yı yok sayarak veyahut da paranteze alarak yapılacak hiç bir değerlendirme onunla ilgili gerçek ve yeterli bir değerlendirme olmayacaktır. Birazdan bunun nedenini/nedenlerini bir analoji yaparak örneklendireceğim.
Kaypakkaya’nın Son Sözleri
Düşünce ve sınıf mücadelesi tarihinde birçok politik teorisyen ve aktivistin “son sözleri”ni söylemeden aramızdan ayrıldığını görüyoruz. Mesela Spartaküs, son sözlerini söyleyemedi ama darbeler planlayan, ütopik devletler kurmaya çalışan Platon için aynı şeyi söyleyemeyiz. Martin Luther, tezini ve teorisini yazacak kadar yaşamıştır, oysa Thomas Münzer için aynısını ifade etmek mümkün değildir. Sözlerini tamamlayamayanlar arasında Şeyh Bedreddin, Fransa’dan Babaüf’ü, Rusya’dan Pogaçev’i de sayabiliriz. Mesela Marx, Engels, Mao gibi isimler de tez ve teorilerini kurup olgunlaştıracak kadar “uzun” yaşamışlardır. Oysa Rosa Lüksemburg, A. Gramsci gibi düşün ve eylem insanları, bu olanaktan yoksun bırakıldılar.
Ülkemize geldiğimizde düşün ve eylemlerini yeterince ete kemiğe büründürmeden aramızdan ayrılan (katledilen) kişiler de az değildir. Mahir Çayan ve bu yazıda konumuz olan İbrahim Kaypakkaya da son sözlerini tamamlama olanağı bulamadan aramızdan ayrılan şahsiyetler oldular. Bu noktadan hareket edildiğinde denilebilir ki başlayan hiç bir söz, yürünen hiç bir yol bitmez ve de bitmeyecektir. Noktadan sonra söz, üstelik büyük harflerle tekrar başlayıp devam edecektir. Yol, uğrak ve hedefler de öyle. Filozofların da işaret ettiği gibi hep sonsuzluğa doğru bir akış, yürüyüş söz konusu olacaktır.
Eksik bırakılanlar sonrakiler tarafından tamamlanacaktır. Yarım kalmış teoriler bu şekilde tamamlanır, yeni kitap ve metinlerin boşlukları doldurdukları görülür. Akıl ve Aksiyon Duygusu’nda sergilenen bilgilendirmeleri de bu çerçevede ele almak ve değerlendirmeler gerekiyor. Kitaptaki ayrıntılar bilinmeden veya yeterince dikkate alınmadan yapılan her Kaypakkaya değerlendirmesi mutlaka ve mutlaka eksiklerle birlikte yapılan bir açıklama olacaktır.
Akıl ve Aksiyon Duygusu:
Yeni bir “Tohum” Romanı mı?
Kitap, adından da anlaşılacağı gibi İbrahim Kaypakkaya’yı konu ediyor. Onun düşünce yöntemini, dünya görüşünü, siyasal fikirlerini, eylemlerini, düşman karşısındaki sınıfsal tavrını, işçi ve emekçiler içindeki çalışma tarzını, öğrenci gençlik içindeki serüvenini, detaylar da vererek sergiliyor. Yazarından kaynaklı olarak sunumlar roman ve öykü tadında yapılırken “devrimci mizah” tarzının en güzel örnekleri de gösterilmiş oluyor. İbrahim’in de benzer bir mizah anlayışına sahip olduğunu, İstanbul emniyetinde sorgudayken “Anamın adı Kurupuskaya, babamın adı ise Lenin’dir” demesinden anlıyoruz. (S. 71-72) Oruçoğlu’nun doğrudan ve dolaylı olarak verdiği bilgiler, sanırım birçok okura, bana olduğu gibi, şaşırtıcı gelecek ve “inanılır gibi değil” dedirtecektir.
Kaypakkaya’nın dilbilimle ilgilendiği, Kapital’in Birinci Cildini okuduğu, değer teorisi üzerine tartışmalar yaptığı, Türk ve dünya klasiklerini okuduğu, kuram ve felsefe kitaplarını yaratıcı bir tarzda incelediğini (detay da veriliyor) düşündüğümüzde “özel bir kişi”den söz edildiğini anlamak zor olmuyor (S. 203). Diyeceğim şu ki Akıl ve Aksiyon Duygusu’nda paylaşılan düşünceler bildiklerimizin bir tekrarından çok daha fazladır. Bu düşüncelerle Kaypakkaya, kendi düşünce ve eylem pratiğine yeni katkılar yapmaktadır. Eylem pratiği diyorum, çünkü kendisi bir bakıma, geride bıraktığı devrimci miras açısından şanslıdır. Zira kurduğu teorik sistemi sınayan, harekete geçiren, pratiğe tatbik eden bir gelenek her zaman var olmuştur ve bugün de onun ardılları olarak bilinen Avrupa, Asya, Kürdistan, Ortadoğu ve Rojava’ya kadar uzanan geniş bir yelpaze de Kaypakkaya’yı görmek olanaklıdır.
Akıl ve Aksiyon Duygusu’nda ifade edilenlere dikkatle bakılırsa şu söylenebilir: Muzaffer Oruçoğlu’nun İbrahim Kaypakkaya’ya ilişkin Tohum’daki betimlemesinden sonraki en kapsamlı değerlendirmedir denilebilir. Kaypakkaya’nın güncellenmesi, canlı ve dinamik kılınması noktasında yeni ufuklar açacağını düşünebiliriz eserin. Türkiye’de sınıfların konumu, “Kurtuluş Savaşı”, ulusal sorun bağlamında Kürt meselesi, devrimin yolu, politikanın diğer disiplinlerle ilişkisi, Mustafa Suphi hadisesi, parlamentoya bakış ve ayrıca Dersim, Urfa-Siverek ile Malatya’nın özgünlüğü konusundaki analizler de bilinç tazelemede işlevsel olmaktadır. Bilincin tazelenmesi ve derinleşmesi yanında genişlemesini de Filistin pratiklerinden, dünyadaki hareketlerden, Rus, Çin ve Küba devrimlerinden anlamak mümkündür. Kitapta Trakya ve İstanbul faaliyetlerinin önemi, toprak işgalleri, üniversite amfileri, grev çadırları ve mitinglerin, Doğu’ya kayan sınıf mücadelesi ile dengelendiğini izlemek zor olmuyor.
Ana Akım Sol Hareket ve Kaypakkaya:
Çözümü Sorun Olarak Görmek
Yukarıda bir analoji ile örnekleme yapılacağı söylenmişti. Akıl ve Aksiyon Duygusu bağlamında şunu ileri sürmek mümkündür. Nasıl ki Marx, kendisine kadarki felsefenin ters durduğunu, başaşağı olduğunu söyleyip onu ayakları üzerine oturttuysa Kaypakkaya da aynısını Türkiye koşullarında yapıyor. Bu nedenle öğrenci ve aydın-akademisyenler arasında çalışmakla birlikte işçi, köylü ve emekçiler arasındaki çalışmaya vurgu yapılması son derece önemlidir. Yazarın betimlediği İbrahim, bir bakıma Platon ve diğer büyük filozofların en geri toplumsal kümeye dahil ettiği kesimler içinde çalışmayı tercih ediyor.
Kaypakkaya’nın, liberalizm etkisindeki ana akım işçi hareketine karşı olarak, yine liberalizmin etkisindeki Marksizm içinde de bir direnç olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor. Oruçoğlu’nun yazdıklarına bakılırsa Kaypakkaya, dönemin entelektüel dünyasına ağırlığını koyan Ahmet Kabaklı, Fuat Köprülü, Necip Fazıl gibi faşistlerin yanında sol imajlı olan Aziz Nesin’den Kemal Tahir’e, İlhan Selçuk’tan, Doğan Avcıoğlu’na dek tüm aydın kesimleri de düzen içi olarak değerlendiriyor ve uzak duruyor.
Nasıl ki Marx ve Engels, aydınlanmacı, ilerici, akılcı olduğu varsayılan liberal düşünüş ve eylem tarzlarını tersine çevirme yolu izlediyse Kaypakkaya’nın da bu tür bir mantık silsilesi içinde olduğu anlaşılıyor. Bu yüzden tarihsel ve politik olarak ilerici bir rol oynadığı düşünülen resmi ideoloji, Kemalizm ve cumhuriyet rejimi Kaypakkaya açısından gerici bir sistem ve politik olarak da faşizm biçiminde değerlendirilmiştir. Yani Kaypakkaya, ana akım Türkiye sol hareketinin çözüm gördüğü yerde sorun görmüştür! Üstelik de asıl sorunun, çözüm sanılan olguda (cumhuriyet rejimi) içkin bulunduğunu tespit etmiştir.
Marx ve Engels’in evrensel planda dile getirdiği düşünüş tarzının Türkiye koşullarında Kaypakkaya ile anlam bulduğu belirginleşmiş oluyor. Bu yüzden, Türk egemen sınıflarının düşmanlığı yanında ana akım sol hareketin (şimdilerde kısmen giderilmiş olmakla beraber) Kaypakkaya’ya mesafeli duruşunun nedeni de, burada dile getirmeye çalıştığım, geleneği tersyüz etmeye yeltenmiş olmasında aramak gerekir.
Marx ve İrlanda Sorunu:
Kaypakkaya ve Kürt Sorunu
Bildik/bilindik metinler yanında Oruçoğlu’un eklediği yeni bilgiler de dikkate alındığında, Kaypakkaya’nın tarihsel materyalizm açısından da Marx ve Engels’in zihniyetinde olduğu anlaşılıyor. Nasıl ki bilhassa Marx, İngiltere işçi sınıfının kurtuluşunu İrlanda’nın bağımsızlığında gördüyse Kaypakkaya da (elbette arkadaşları da) bir ölçüde Türkiye işçi sınıfının geleceğini ve demokratik halk devriminin başarısını Kürt ulusunun bağımsızlığında görmüştür. Nasıl ki, Marx, İrlanda’nın bağımsızlığını savunduğu için ana akım sol hareket ve liberalizm tarafından mahkum edilme yoluna gidildiyse benzer bir durum Kaypakkaya için de söz konusu olmuştur. Halen Kaypakkaya mevzu olduğunda “Kürtçü/köylü” türünden terimlere rastlamak mümkündür.
Bu noktada da Kaypakkaya’nın “geri” olduğu iddia edilende ilerici ve devrimci bir boyut gördüğü, ilerici ve devrimci olduğu düşünülen sistemde ise gerici ve karşı devrimci bir karakter gördüğü anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kitaptaki pek çok açıklamaya bakılırsa Kaypakkaya açısından feodalizm ve bir başka üretim biçimi tek yapılı değildir. Kitap bunun gibi birçok konuda verdiği bilgiler nedeniyle Kaypakkaya’ya bir katkı değeri taşımaktadır. Hatta abartılı bulunmazsa şunu da iddia edebiliriz: Eserde, Kaypakkaya ve belli bir gelenek üzerinden konular sergilenmiş ve açıklamalar yapılmış olsa da ülkemizin ve dünyanın yakın siyasal ve sosyal tarihi için de özet düzeyinde olsa bile can damarı diyebileceğimiz içeriklere sahiptir. Sonuçta ülkemizin genel entelektüel kültürüne bir katkı değeri taşıdığı kesindir.
Kaypakkaya, Marx’ın diyalektik yöntemine uygun olarak tarihsel ve toplumsal olgulara farklı yönleriyle, bilhassa gözardı edilen yönleriyle bakma eğilimindedir. Bu yüzden de Kürdistan’da bir feodalizm gerçeği saptasa bile Kürt direniş ve ayaklanmaları içinde devrimci bir öz buluyor ve bu yüzden Kürt direnişlerini “istisnasız” destekliyor. Daha da ileri gidip “Doğu sorunu” veya “Kürt meselesi” denilen hadisenin ulusal sorun olduğunun altını çiziyor ve Kürtler başta olmak üzere tüm ulusların ayrılma ve özgürce devlet kurma hakkını savunarak Komintern’in 21 şartından birisi olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine bağlanıyor. Kaldı ki Mao gibi Kaypakkaya’nın da Komintern’i -bazı açmazları nedeniyle- karşısına aldığını öğreniyoruz (S. 207).
Gerçi Kaypakkaya’nın bu türden görüşlerinin belirgin olduğu, belki Akıl ve Aksiyon Duygusu’nda dile getirilenler olmadan da biliniyordu denilebilir. Yine de Akıl ve Aksiyon Duygusu’nda vurgulanan noktalar, Kaypakkaya’nın düşünce dünyasını (elbette eylemsel yönü de dahil olmak üzere) daha berrak bir şekilde anlamamıza imkan veriyor. Bu düşünme dünyasında, yukarıda da belirttiğim gibi bütünsel bakabilme yeteneği bulunuyor. Nitekim Orçoğlu’nun belirttiğine bakılırsa Kaypakkaya yalnızca sosyal bilimlerle, politikayla, sanatla sınırlı kalmıyor, kuantum fiziğiyle ve matematikle de yakından ilgileniyor (S. 30). Kitabın adını da bu çok yönlülük açısından değerlendirmek yanlış olmaz. Akıl kavramıyla, bize varlığın teorik yönü anımsatılırken, aksiyona işaret edilirken de eylemsel yöne işaret edilerek bir diyalektik denge düşünüşlüm sanırım.
Fikirlerin Eleştirilip Sorgulanması
Çoğu zaman akli olarak, çıkarım yaparak ileri sürülen görüşler Oruçoğlu’un yeni yayınıyla birlikte bize belgeli düşünme ve konuşma imkanı vermektedir. Sıklıkla ulu orta yapılan pek çok Kaypakkaya değerlendirmesi de sınırlanmış, belgeli ve bilimsel düşünceler formunu kazanmış oluyor. Gerçi kitaptaki metinlerin eski ve yeni tarihli olduğunu düşündüğümüzde yazarın da bazı noktaları eksik bırakmış, unutmuş veya yanlış hatırlıyor olacağını da akılda tutmak gerekir. Böyle zayıf yanlarını bir varsayım olarak ileri sürsek de, kitapta sunulanlar Kaypakkaya’ya ilişkin elimizdeki en güvenilir metinlerdir dememize engel görünmüyor.
Önceki Kaypakkaya ile Akıl ve Aksiyon Duygusu’ndaki Kaypakkaya arasında, bazı insanların aklına gelebileceği gibi, bir ayrılık veya kopuş söz konusu değil. Eser, eski Kaypakkaya’nın daha berrak hale gelmesine imkan veriyor yalnızca. Görüşlerindeki eskimişlik tartışmalarına da belli bir düzeyden açıklama getirilmiş oluyor. Savunulan düşüncelerin “esasen” günümüzde de değerini koruduğu yazarın kabulü olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla Oruçoğlu, betimlediği Kaykapkaya ile birlikte onun görüşlerini bir kez daha güncellediğinin sanırım bilincindedir. Parmak basılan ve tekrarlanan temalara bakılırsa onun görüşlerinin eskidiğini söylemek zordur.
Onun geleneği içindeki bazı çevreler parlamento ve seçimlere yöneldikleri için İbrahim’i aştıklarını düşündüklerinde, bunun bir yanılgı olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte “Kaypakkaya ne düşünüp yaptıysa bugün de aynısını düşünüp yapmak gerekir” tezinin de gerçekleri yansıttığı söylenemez. Örneğin ülkemizde, 50 yıl önceki gibi bir feodal yapılanmadan söz edilemez. Kitap umarım bu türden konuların incelenip eleştirilmesi ve sorgulanması için de değerli bir işlev görecektir. Yani Oruçoğlu, Akıl ve Aksiyon Duygusu’nda yazdıklarıyla, bir yandan eksikleri tamamlama amacı gütmüşken bir yandan da belli başlı konuları aktive ederek tartışmaya açmış oluyor.
Devrimin Merkezi Doğuya Kayıyor
Oruçoğlu’nun öne çıkardığı temalara bakılırsa, Kaypakkaya toplumun, ekonomik ve modern unsurlar bakımından “en geri” diyebileceğimiz kesimlerine, mekanlara ve kişilere yöneliyor. Onda ekonomik ve sosyal açıdan dezavantajlı durumda olmanın politik ve ideolojik bakımdan avantaj olduğunu düşünecek denli bir kıvrak zeka görülüyor. Batı Anadolu Bölge Komitesi’nden değil Doğu Anadolu Bölge Komitesi’nden hareket ediyor. İstanbul, İzmir, Ankara yerine, yine Oruçoğlu’nun yazdıklarına bakılırsa Dersim, Malatya ve Urfa, pilot bölge olarak belirleniyor. Sınıf mücadelesinin yol haritası hazırlanırken esas alan, temel alan diyalektiğine başvuruyor Kaypakkaya. Maocu baş çelişki-temel çelişki diyalektiğine uygun hareket ediyor. Buna göre kırlar esas, kentler tali oluyor. Bu düşünce II. Enternasyonal’in, Kaustky ve Lenin’in birlikte dillendirdiği “devrimin merkezi Doğu’ya kayıyor” argümanıyla da örtüşmektedir.
Akıl ve Aksiyon Duygusu’nda yazılanlara dikkat edilirse Kaypakkaya’nın, Kürdistan’ı öncelikli olarak ele alması ve merkezi üs olarak değerlendirmesi tesadüfi olmadığı anlaşılıyor. Çünkü burada sınıfsal çelişkilerle birlikte bir de ulusal çelişki var ki, böyle sorunları büyük bir toplumun mücadeleye hızlı bir biçimde atılması mümkündür. Kitapta “toprak sorunu” ve “ulusal sorun” konusuna bilhassa vurgu yapılması manidardır (S. 99). Anlaşılıyor ki, Kaypakkaya, ardıllarından bazı kişi ve kesimlerin abartılı bulduğu mücadele koşullarını bu çelişkileri dikkate alarak savunmuştur. Yanlış da görülmüyor. Zira günümüzde Kürt özgürlük hareketi, halkın sınıfsal ve ulusal taleplerini ön plana çıkararak yürüttüğü mücadele sayesinde saygın bir seviyeye yükselmiş durumdadır.
Akıl ve Aksiyon Duygusu’nun önerisi olarak şunu söyleyebiliriz: Kaypakkaya açısından, devrimci hayalet Avrupa semalarında değil de yarı sömürge, yarı feodal olarak addedilen coğrafyaların üzerinde dolaşmaktadır. Türkiye de bu ülkelerden birisidir. Bugün ise Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’daki savaşlar, özellikle de Rojava’nın varlığı söz konusu olduğunda durumun çok da değiştiğini söylemek zordur. Şununla bitirelim: Her türden bilgi gibi Kaypakkaya’nın ileri sürdüğü bilgilerin de sorgulanması ve aşılması, çağın özelliklerine göre güncellenmesi gerekiyor. Bunu yaparken de onun Türkiye koşullarına uyguladığı biçimiyle diyalektik ve tarihi materyalist yöntemden hareket etmek biricik yol olarak görülmektedir.