Geçtiğimiz günlerde yeni bir kitap yayınlandı. Belki görenleriniz ya da okuyanlarınız olmuştur. Liberalizmin ne olduğunu anlamak ve yüzyıllık siyasal ve iktisat tarihimizde neler yaşandığını hatırlamak için ufuk açıcı bir çalışma. Mustafa Güler’in “Ekonomi, Demokrasi, Siyaset” başlığıyla yayınlanan eseri (Ütopya yayınları, 2022, 530 sayfa), bir işadamının gözünden bizi bize gösteriyor diyebiliriz. Yazar her ne kadar, “bu bir akademik çalışma değil” diyerek mütevazi bir pozisyon alsa da iddialı bir çalışma ortaya koyduğu, kitaptaki temalardan anlaşılmaktadır. Eğer indirgeme yapmamıza izin varsa düşünce kitaplarını iki ana kutba ayırabiliriz: Marksizm ve liberalizm. Elbette bunlar kendi arasında çok sayıda yoruma imkan veren sonuçlar da doğuruyor. Buna göre Güler’in kitabındaki düşünme yöntemi ve olayları ele alış mantığı açısından, eserin liberal bir çizgide olduğunu ileri süreceğim. Ancak! Klasik bir liberalizmden ziyade ülkemize özgü ve yazarın kişisel serüveni gereği “sol liberal” olduğunu iddia edeceğim.
İzlediğim kadarıyla son zamanlarda “yeni düşünceler” ileri süren eserlere pek rastlamak söz konusu olmuyor. Aynı perspektiften bakmasak da yazarın, hatırlattığı olaylar, siyasal gelişmeler proleteri ve kapitalistiyle hepimizi yakından ilgilendiriyor; dolayısıyla da yazarın, bu hadiselere yeni bir projeksiyon tutmuş olması değerlidir. Baştan bir hususu daha belirtmem gerekir ki, Mustafa Güler ile tanışıklığımız ve benzer ortamlarda konuşmacı olarak bulunmuşluğumuz da vardır. İş adamı olarak tanınan Güler, şimdi entelektüel ve düşünür kimliğiyle kamuoyunun karşısına çıkmış oluyor. Batı düşünce tarihinde böylesi şahsiyetler az değildir.
Amerika, İngiltere ve Fransız düşünce geleneğinde pek çok -özellikle liberal- düşünürün, sermaye sahibi kesimlerden geldiği biliniyor. Voltaire örneğinde olduğu gibi birçok düşünürün ticaret yaparak sermaye biriktirdikleri de sır değildir. Güler’in ticaretle (pazar-piyasa) teşriki mesaisi biraz da zorunlulukla oluyor. Aşağıda da değinileceği gibi cuntayla birlikte kendisine gelen “sarı zarf” ile beraber kamudaki görevine son veriliyor. Bu son, hem yazar için hem de konusunu ettiğimiz kitap için bir başlangıç olmuştur (S. 11).
Kavramdan Hareket Etmek
Dünyanın bugünkü geldiği çıkmazdan burjuvaziyi ve liberal politikaları sorumlu saydığımız koşullarda, Güler’in büyük bir cesaretle böyle kapsamlı bir metinle topluma dönüş yapması, bu alandaki boşlukla da ilgili olabilir. Bu yüzden sanırım liberal çevrelerde kitaba fazlaca bir ilgi olacaktır. Marksist kesimler için de dikkate alınması gereken bir eser olarak değerlendirilmelidir. Netice itibariyle eser bağlamında, sol liberal literatüre bir eser ve Güler nezdinde de bir düşünür kazandırılmıştır denilebilir. Bu yazıda Güler’in kitabındaki birkaç temaya vurgu yapmak ve eleştiriler getirmek istiyorum. İlkten şunu söyleyeyim: Düşünme yöntemine bakılırsa yazar, ekonomiden siyaseti ve hükümetleri sorumlu tutuyor; eleştiriyor, olup bitenleri reddediyor. Marx olsaydı, Hegel’e söylediği gibi, “olgudan değil kavramdan hareket ediyorsunuz” derdi. Aynı sözleri Engels de Dühring için kullanmıştır.
Liberal teorisyenlerin kavramdan hareket etme anlayışı Güler için de ziyadesiyle geçerlidir. Yazarın topladığı materyallere bakarak Osmanlı-Türkiye tarihinin 150 yılını mercek altına aldığı, onlarca tez ileri sürdüğü, argümanlar kurguladığı ve tespitlerde bulunduğu anlaşılmaktadır. Materyallerin ekonomik alandan özenle seçildiği düşünülürse aynı materyallerle yeni tahliller yapma imkanı da olacaktır. Dolayısıyla işlevsel bir eserden söz ediyoruz. Bu işlevsel eserde azınlıklara uygulanan insanlık dışı uygulamalar 1942’de çıkartılan “Varlık vergisi” ve 6-7 Eylül 1955 saldırıları nedeniyle verilirken Kürtlere karşı uygulanan milli zulmün de tarihini okuyoruz (S. 116). Yine eldeki kitaptan Kızılbaş/Alevi toplumunun ezilen ve katliama uğrayan serüvenini Çorum, Maraş, Malatya, Sivas örnekleri üzerinden okuma imkanı buluyoruz.
Bu tarih içinde elbette ki Dersim katliamına özel bir bölüm ayrıldığını ama çok da derine inilmeden yansıtıldığını da görüyoruz. Bu yönden bakıldığında yazarın, liberalizminden ziyade sol ve muhalif bir kimliğe de sahip olduğu ileri sürülebilir. Bu ve benzeri tutumlardan dolayı, klasik liberalizmden ayırmak adına, eserin politikasına “sol liberalizm” demek uygun görünmektedir. Ulus devletin zulmüne uğramış toplumsal kesimler vurgulanırken 1921’de gerçekleşen Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Partisi’nin lider kadrosunun Karadeniz’de Kemalistlerce boğdurularak öldürülmeleri konu edilmiyor. Yine aynı yıl Koçgiri de Kürt/Kızılbaş toplumunun kitlesel bir kıyımdan geçirilmesinin de konu edilmeyişini not etmek istiyorum.
Kaynaklar da İhtiyaçlar Gibi Sonsuzdur
Adı tam olarak “Ekonomi-Demokrasi-Siyaset İlişkisi” olarak düşünülen kitaptaki onlarca, konu, kavram yanında ekonomik ve toplumsal olayın, liberal epistemolojilerde olduğu gibi tek boyutlu ve kültürel/hukuki yönden ele alındığını görüyoruz. Yoğun bir bilgi içeriğine sahip olan kitaptaki konuların başlığını vererek bile olsa burada özetlemem mümkün değil. Kaldı ki pek çok detayı da bilmediğim ve anımsamadığım için verileri tek tek yargılama niyetinde de olamam. Bunun yerine liberalizm ve sol liberalizm mantığıyla yazıldığı kanaatinde olduğum eserdeki mantığı eleştirmekle yetinmem gerekiyor. Bu mantığın ne olduğunu anlamak için kitabın Giriş yazısındaki “kaynakların sınırlı, buna karşılık insanın ihtiyaçlarının sonsuz olması” biçiminde dile getirilen argümanı anımsamak bize yol gösterebilir. (S. 33). Bu varsayım aslında liberalizmin 300 yıllık tezidir ve bana kalırsa “yanlış” değilse bile “eksik” bir tezdir, gerçeği yansıtmıyor. Zira kaynaklar da –evrenin sonsuzluğu ve insanın yaratmadaki yeteneği nedeniyle- ihtiyaçlar gibi sonsuzdur. Dolayısıyla ekonomiden ve somut verilerden hareket edildiği tezi boşluğa düşüyor.
Güler Kürt sorunu, Alevi meselesi, Köy Enstitüleri bağlamında eğitim sorunu olsun; toplumsal güvenlik ve asayiş olaylarında, hukukun üretilmesi ve uygulanmasında, bunlara bağlı olarak sosyal bir sözleşmenin yapılması gerektiği türünden durumları açıklarken haklıdır. Öte yandan üretim ilişkilerini, toplumdaki mülkiyet biçimlerini yani sorunların doğasını meydana getiren özellikleri, tabir yerindeyse kültürel/hukuki ve siyasi gerçekler içinde eritmiş, buharlaştırma yoluna gitmiştir. Bu yüzden de Kürt meselesi, Alevilerin talepleri veya eğitim konusu olduğunda yazar, “Kürt raporu”, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, “Mezhepler Müdürlüğü”, “Köy Enstitüleri” gibi konular ve kurumlara yoğunlaşıyor (S. 220).
Mesela Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı veya sekülerizm, ayrıca “dinden kurtulma özgürlüğü” ve üretim gibi eğitimin de toplum tarafından yönetilmesi gibi düşüncelere sıçrama imkanı kalmıyor. Diyeceğim şu ki, tüm liberal düşünürlerde ve yazılan metinlerde olduğu gibi eldeki kitapta da tüm sorunlar düzen sınırları içinde ele alınıyor ve çözümler de düzen sınırları içinden veriliyor. Buna göre liberalizmin Türkiye örneği bağlamında bir kez daha anlaşıldığı gibi liberalizm, kapitalist uygarlık dışında, başka bir dünyanın da mümkün olacağını görmüyor, buna inanmak istemiyor.
Batı’nın İzinden Yürümek
Farklı liberal yazar ve düşünürler gibi Güler de ekonomik faaliyet denildiğinde üretim alanını anlamıyor, anladığı noktalarda da buradaki emek gücünün belirleyiciliğini göz ardı ediyor ve bir bakıma sermayeye özgürlük arıyor. Kitap, sermayenin özgürlük arayışından yola çıktığı için Batı değerleri de bir hayli övülüyor ve Türkiye için rol-model olarak gösteriliyor. Batı’nın izinden gidilirse toplumun ve dünyanın özgürleşeceğine inanç söz konusudur. Oysa aynı Batı’nın kanlı bir tarihi olduğunu yüzyıl, otuz yıl, yedi yıl savaşlarını vererek, bunlarla birlikte Birinci ve İkinci Dünya Savaşı örneklerini anarak yazarın kendisi de bilgi veriyor (S. 23-24).
Analitik/liberal bakışın bir açmazı daha ortaya çıkıyor: Buradan bakıldığında Batı’daki maddi ve kültürel değerlerin, sömürge politikalarından kaynaklandığı, bizim gibi ülkelerdeki artıdeğerden alınan paylar sayesinde bir zenginliğin oluştuğunu bilmek gerekir. Güler’de, (kitapta demek istiyorum) görüldüğü kadarıyla böyle bir bilgi bulunmuyor. Bunun yerine, gerçeğin görülmediği koşullarda kişiler ve hükümetler suçlu olarak lanse ediliyor. Sermayenin kendi başına bir değer üretmeyeceği, gerek ülkemizdeki sermayenin gerekse de Batı’daki sermayenin “yoktan var olmadığı/olmayacağı”, yalnızca ve yalnızca emek sömürüsüyle mümkün olabileceği gerçeği de, dikkate alınmıyor.
Yazar, sistemi sorgularken çeşitli eleştiriler getiriyor ve uygulanan yanlışları vurgularken haklı bir zeminde görünmekle birlikte, önerileri de yine sistem içinde kaldığından dolayı benzer sonuçlar ortaya konuyor. Sonuçta da eleştirilenler ile önerilenler arasında –öz itibariyle- bir fark göremiyoruz. Dolayısıyla 1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahkemesi olsun, Beş Yıllık Kalkınma Planları adı altında planlı bir ekonomiye geçilmiş olsun, bunlar da yazarın detaylı sunumunda görüldüğü gibi toplumsal sorunlara çare olmuyor. Kısaca söyleyeyim: Üretenlerin, üretim süreçlerini ve sonuçlarını yönetmediği müddetçe “planlı üretim” mümkün değildir. Çünkü “plan” kapitalist üretimin doğasına aykırıdır.
Muhammed’den ve Atatürk’ten Kurtulmak
Kapitalizm koşullarında üretim “plan”a göre değil artı değer (kar) mantığına göre yapılır (S. 221). Güler’in sunumuna bakılırsa zaten bu planlamalar da istenen demokrasiyi sağlayamamıştır. O halde yazar çözümü nerede görüyor? Yazdıklarından anladığım kadarıyla TÜSİAD’ın görüşlerinden yola çıkarak ithal ikamesi yerine serbest piyasa ekonomisini çözüm olarak önermektedir. Şöyle formüle edilmiştir: “[TÜSİAD]İthal ikamesi yerine, ihracata dayalı bir üretim yapısını gerçekleştirecek olan bir üretim modeli için, serbest rekabete dayalı ve zararlarının kamudan karşılanmadığı bir model öneriyordu.” (480).
Bir başka yerde de yine piyasanın tanınmış ismi Boyner’in “Muhammed’i ve Atatürk’ü aşmalıyız” şeklindeki sözlerini okuyoruz (S. 495). Liberalizm, sol liberalizm gibi Güler’in düşünme yöntemindeki bir sorunsal daha ortaya çıkıyor: Liberalizm modern kapitalist toplumlarda yönetimin din ve devletten uzak pozisyonda konumlanmasını ister ve bunun da haddizatında böyle olduğuna inanır. Oysa bizim gibi feodal yapılanmayı üzerinden tamamen atamamış toplumlar bir yana, yazarın örnek verdiği Batı devletleri bile hiçbir zaman dinden (Muhammed) ve devletten (Atatürk) vazgeçmemiştir. Bu türden kişi, kurum ve semboller, sınıflı toplum ve kapitalizm var olduğu sürece devam eder. Ancak biçimsel değişiklikler olabilir. Temizlenmesi ise “sınıfsız bir dünya uygarlığı”yla mümkündür.
Ekonominin Ele Alınış Tarzı
Kitabın adı, biçimi ve mantığı ekonomi odaklı demiştim. Kitabın liberalizmin en bilimsel yorumları da dahil olmak üzere özellikle Marksist toplum analizleri, ekonomik alanı gözlemleyerek araştırma yapar. Bu kontekste Güler’in doğru bir noktadan hareket ettiğini düşünebiliriz. Kitabın adına da yansıdığı gibi demokrasi ve politika, ya birlikte var oluyor ya da ekonomi diğerlerinden bir adım önde görünüyor. Oysa elimizdeki eserde birçok sosyal olgunun açıklanmasında bu işleyişin ihlal edildiği görülmektedir. Mesela yazarın, Osmanlı toplumunu üretim ekonomisiyle değil sefer-talan ve yağma ekonomisi ile açıklaması buna örnektir (S. 31). Yine benzer bir akıl yürütme, Güler’in çok önemsediği 1923 İzmir İktisat Kongresi ve 1980-24 Ocak Kararları için geçerlidir. Yazar bu kararları yeni dönemin başlangıcı olarak görüyor. Oysa bunlar o günkü ekonomik ve sosyal gerçekliğin bir sonucudur. Ayrıca bunların belirleyeni Mustafa Kemal veya Turgut Özal da değildir.
Ekonomik ve sosyal ilişkilerde iradenin fonksiyonu talidir. Sermayenin kendi yasaları belirleyendir. Halbuki yazarın kendisinin de metin içinde yansıttığı gibi toplumu ayakta tutan üretimdir, ekonomik faaliyettir. Şunu iddia edeceğim: Yazar, siyasetin ve önerdiği liberal demokratik anlayışın seyrini bireylerin, başbakan, bakan veya bürokratların belirlediğini düşünüyorsa yanılıyor demektir. Çünkü ekonomik gidişatın (piyasa: pazar) kendisine özgü bir hareket tarzı ve kanunları vardır. Piyasada kıran kırana rekabet olur, altta kalanın canı çıkar, büyük balık küçük balığı yer/yutar. Buradan baktığımızda uygar toplumlar tarihinde mutlu, özgür ve demokratik bir süreç hiçbir zaman hiç bir coğrafyada söz konusu olmamıştır. Sınırlı olarak yaşanan komünist deneyimleri şimdilik paranteze alıyorum.
Emekçi Sınıfların Esamesi Okunmuyor
Güler’in hükümetlere ve onların kurmaylarına hücumlar yapması, temel sorunun gözden kaybolmasına neden oluyor. Zira hükümetler de (siyaset), onun kurmayları da, tabir uygun düşerse, sermayenin ve sermayeciliğin birer sonucu ve kurbanıdır. Müdahale edilmesi gereken siyaset (hükümet) değil iktisat olmalıdır (S. 33). Yazarın optiğinde iktisat, hukuk, siyaset, din, üretim gibi olguların bir bütün olarak görülmesi; bunlar arasındaki farkları, öncelik sonralık durumunu anlamayı zorlaştırmaktadır. Ekonomi bazen üstyapıda bazen altyapıda görünebiliyor. Ekonomik faaliyetlerin temelinde yer alan emekçi sınıfların ise esamesi okunmuyor.
Eserin, bu özelliğine bakarak liberal bir çerçevede yazıldığına da kuşku kalmıyor. Çünkü ekonomik etkinlikten, temelde üretim (meta, hizmet vs) anlaşılır. Bunu yazar da TÜSİAD ilanları bağlamında kabul ediyor (S. 346). Üretime yatırılan sermayenin organik bileşiminde ise esas kalem (girdi) emek gücüdür. Emek gücünün temas etmediği herhangi bir ekonomik etkinlikten, üretimden söz etmek olanaksızdır. Kitapta, emek gücünün yani işçi sınıfının tarihini değil sermayenin TC’deki tarihini okuyoruz.
Gerçi kitapta 13 Şubat 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin varlığına ve kısa tarihine yer verilmiştir (S. 228). Yazardan anladığımıza göre bu gerekli, doğru ve kalıcı bir müdahale değildir. Bu bağlamda Güler’in 1968 hareketini ele alış tarzı ve 1970-1980 yıllarını değerlendirme biçimi de dikkate değerdir. Burada da sınıf mücadelesi, “sağ-sol çatışması” biçiminde veriliyor ve yine sorun, düzen partilerinin konuya ilişkin pozisyonları açısından tartışılıyor. Oysa bana kalırsa 1970-1980 arasındaki sınıf mücadelesi -yenilmiş de olsa- sorunlu yanlarına rağmen bir devrim deneyimidir.
Ekonomik Alan -Siyasal Alan
Türkiye’nin ekonomik ve sosyal tarihi mercek altına alınırken geniş bir literatürün de tarandığı anlaşılıyor. Ekonomi derken, sermayenin üretim sürecinden değil dolaşım ve tüketim alanından söz ediliyor. Dolayısıyla elimizdeki eser bağlamında “aşağıdan tarih yazımı” yerine, tarihin “yukarıdan” yazıldığını söyleyebiliriz. Bu tarz tarih yazımı, çatışma yerine uzlaşma ve özdeşlik arar. Oysa sınıflı toplumda uzlaşma ve özdeşlik (eşitlik diyelim) söz konusu olsa bile çatışma temel özelliktir. Üretim faaliyeti, üretenler tarafından yönlendirilmediği için özdeşlik mümkün değildir. Sınıflı toplumun yapısal özelliğidir farklı olma. Sınıflı toplum, komünal toplumdan farklı olarak üretim ile onun yönetiminin farklı kesimlerde olduğu toplumdur.
Sınıflı toplumda ekonomi ile siyaset birbirinden ayrışır. Siyaset, Hegel’in Jargonuyla söylersek ekonominin görünüşe çıkmasıdır, somutluk kazanmasıdır. Siyasal olaylar da ekonominin yansımasıdır. Bu yüzden Güler’in detaylar da vererek eleştirdiği “Kızıldere katliamı” (Mahir Çayan ve arkadaşlarının katli) ve Deniz Gezmiş ile arkadaşlarının idamı, kötü yöneticilerin bir saldırısı değildir (S. 276). Sermayenin siyasi bir forma bürünerek ortaya çıkmasıdır. Dikkat edilirse Güler’in eleştirdiği tüm sermaye partileri, her iki hadisede de hemfikirdir.
Modern Devlet ve Sarı Zarf Geleneği
Demokrasinin “iyi bir ekonomi” ile mümkün olacağı düşünülüyor. Buradaki demokrasinin, Atina’dan gelen biçimiyle bir burjuva kategorisi olduğunu söyleyeceğim. Nihayetinde burjuvazi için demokratik olan emekçi sınıflar için anti demokratik özellik gösterir. Güler’in devletten anladığı da sorunlu görünmektedir. Devlet her koşulda, sermayenin işlerini yürüten bir mekanizmadır ve emekçiler üzerindeki bir baskı aygıtıdır. Toplumla ilgili olması tali planda ve görüntüdedir. Bu yüzden yazarın “Devlet, toplumun bütün ihtiyaçlarını en üst düzeyde karşılamak üzere oluşturulan hizmet organizasyonudur” demesi, gerçekleri yansıtmıyor (518). Bunu görmek için Güler’in yaşadığı tecrübe iyi bir kanıt olabilir. Kitabın başında belirtildiğine göre 1980 askeri darbesinden sonra kendisine gelen bir sarı zarftaki kararla kamudaki 15 yıllık işine son verilmiştir (S. 11). Aynı temaya, kitaba yazdığı sunuş yazısında Prof. Dr Şükrü Aslan’ın da değinmiş olması manidardır (S. 20).
Emekçi sınıflar için devlet işte budur. Bu durum üstelik yalnız ülkemizdeki devletin karakteri değil, yazarın çok övdüğü Batı tipi devletlerin de özelliğidir. Devlet, doğuş nedenleri itibariyle de topluma demokrasi getirmek için değil tam tersine toplumdaki -klan, kandaş- komünal demokrasiyi ortadan kaldırmak için kurulmuştur. Karakteri, çağımızda da ülkemizde de değişmemiştir. Ortadoğu’daki “daimi savaş”ı saymazsak bile dünyadaki gerek eski gerekse de yeni savaş durumları modern/ulus devletlerin demokrasi ve hukuk anlayışlarının sorunu çözmediğini göstermektedir. Buna Gürel’in sıklıkla vurgu yaptığı ulusal ve uluslararası hukuk ve anlaşmalar da dahildir.
Avrupa Birliği bağlamında, bugünkü hükümetin bir dönemler dillendirdiği “koruyucu hukuk” anlayışının da bir kıymeti harbiyesinin olmadığını hem somut tecrübelerden hem de Güler’in yazdıklarından görmek mümkündür. (S. 451). Şu iddia edilebilir ki, yazar kabul etmese de anlattığı yüzyıllık Türkiye’nin hikayesi bile tek başına liberalizmin tezlerindeki temel yanlışlığı kanıtlamaktadır. Sınıf mücadelesinin evrensellik ilkesi gibi sermayenin de evrensel ilkeleri vardır.
Bu ilkeler dikkate alınmadan yapılan sosyal tahliller sübjektif içerikli olacaktır. Kitaptaki kronolojiyi, daha doğrusu diyalektik-senkronik gelişmeleri anımsatayım: Tarih bizi 1980’lere getirdiğinde kapitalist sistemin evrensel bir özelliği ortaya çıkıyor: Neo liberalizm. Bunun Türkiye’deki karşılığı olarak Turgut Özal örnek veriliyor. Aynı yerde yazar Amerika’da Reagan, İngiltere’de Thatcher, Almanya’da Kohl, Japonya’da Liberal Parti tecrübelerine işaret etmektedir. (S. 401).
Demokratik Vaatlerden Tahkikat Komisyonları’na
Bireye, bilhassa Mustafa Kemal ve Turgut Özal’a yüklenen değerler tartışma kaldırır. Kaldı ki yazar, bu şahısları övdüğü yerlerde, getirdiği eleştirilerle kendisini de tekzip etmiş oluyor. Bu tekzip etmeyi kitabın gözettiği nesnelliğe de bağlamak mümkündür. Sunumların detayına bakılırsa Mustafa Kemal, cumhuriyeti kuran çizgiyi temsil ediyor. Menderes ise “Söz milletindir” sloganıyla öne çıkmış ama muhalefette savunduklarını bir iki yıl dışında savunmamış, işi “Tahkikat Komisyonları” kurmaya dek vardırmıştır. Özal ise özel bir yerde bulunmaktadır. 1965-1993 arasındaki gelişmelerde payı vardır.
Dümeni Özal’dan yana büken Güler açısından, Özal kendisine fırsat verildiği 1980’li yıllarda Türkiye ekonomisini adeta düzlüğe çıkaran kişi olmuştur. Güler, ona dair şunları söylüyor: “Ekonominin yapısal sorunlarını çözerek rotasını dışa dönük üretim modeline çeviren Özal, rekabet gücüne ulaşmış ve ekonomik sorunlarını aşmış bir Türkiye tasarlıyordu. Modernleşmenin ekonomik kalkınmayla mümkün olacağına inanıyordu.” (S. 377).
Döneminde “çağ atladık” deyimiyle dikkat çeken Özal’ın, özel bir yetenek olduğu, ülkeyi liberal uygulamalara açık hale getirdiği, döviz, altın, sigara, içki konularında serbestlik getirdiği, daha da önemlisi Ceza Kanunu’ndan 141, 142 ve 163. Maddeleri kaldırttığı doğrudur. Yine de topluma barış geldiği, işsizliğin, yoksulluğun azaldığı, sınıflar arasındaki uçurumun giderildiğini söylemek mümkün değildir. Özal karşıtı mitinglerde “Zam, zulüm, işkence / İşte Özal” biçiminde sloganlar atıldığını anımsarım.
Yazar, kitabının sonlarına doğru Ak Parti ve Erdoğan için de onlarca sayfa ayırmıştır. Hükümet bildirisinde demokratik ve liberal eğilimler söz konusu olan parti, yazarın yorumlarından anladığımız kadarıyla esasen “muhafazakar demokrasi” türünden bir anlayışı savunmuştur. Milli görüş gömleğini çıkardığını söyleyen Erdoğan da kendisini kişisel olarak muhafazakar, siyasi olarak demokrat biçiminde tasvir etmiştir (S. 456-457).
Mustafa Kemal mi, 68 Hareketi mi: Kim Anti Emperyalist?
Güler’in Mustafa Kemal ve “Kurtuluş Savaşı” değerlendirmesine karşılık şu sorulabilir: Mustafa Kemal mi, 68 Hareketi mi: Kim Anti Emperyalist? 68 Hareketi’nin antiemperyalist olduğu doğrudur; FKF ve DEV-GENÇ faaliyetlerinden anlıyoruz bunu; ama Mustafa Kemal’in antiemperyalist olduğu, tarihi gerçekleri yansıtmıyor. Kitapta verilen Deniz Gezmiş önderliğinde yapılan Samsun-Anıtkabir yürüyüşü de bu olguyu değiştirmez (S. 251-255). Bu noktada da yazar, tarihi gerçekler yerine, birçok noktada haklı olarak başvurduğu iktisadi koşulları paranteze alarak sübjektif yorumlara yöneliyor. Bana kalırsa Güler’in betimlediği ve “Kurtuluş Savaşı” olarak kavramlaştırdığı gelişmeler de gerçekliği yansıtmaktan uzaktır. Şöyle de denilebilir: Yazarın verdiği bilgiler doğru olmasına rağmen vardığı yargılar için aynı görüşü paylaşmak zordur. Netice de sözünü ettiği savaşa ilişkin bir kanıt da vermiyor/veremiyor.
Bildiğimiz kadarıyla anılan 1919-1921 yıllarında, Yunanistan ile sınırlı bir savaş dışında başka bir savaş bulunmuyor. Yazar belki de yürütülen birtakım diplomatik manevraların “savaş” olduğunu düşünmektedir. Konuya ilişkin Güler, Amerikan karşıtlığı olarak 68 eylemlerinin detayını verirken buradaki antiemperyalist tutumu görüyoruz (S. 254). Oysa 1919-1921 döneminde antiemperyalist diyeceğimiz bir gelişme görülmüyor. Kitaptan anladığım kadarıyla yazar konuya ilişkin detay da vermiyor, belki de veremiyor.
İstiklal Mahkemeleri ve Hukukun Üstünlüğü
Çizilen yakın dönem Türkiye panoramasında görülen değişiklikler adeta döngüsel bir tarihi ifade ediyor. Faşist karakterli, tekçi Cumhuriyet yönetimi 1920’lerden itibaren çeşitli momentlere uğruyor. Çok partili döneme geçiliyor, sonra farklı ekonomik klikler hükümet oluyor. Yazara bakılırsa Özal dönemi liberal demokrasinin zirve yaptığı en iyi dönem olmuştur. Son on yıllara bakıldığında yeniden 1920’lerin “öteki”ni inkar eden tekçi yönetiminin egemen olduğu görülmektedir. Bana kalırsa 1920’lerden itibaren özde bir değişiklik olmamıştır. Emperyalizm tarafından 1920’lerde tek partili faşist diktatörlük olarak kurulan ve cumhuriyet formuna bürünen devlet, çok partili faşist diktatörlük olarak varlığını sürdürmüştür.
Buna benzer yorumları Güler’in sunumundan da anlamak mümkündür aslında. Zira yazara göre de daha Büyük Millet Meclisi kurulur kurulmaz ortaya çıkan İstiklal Mahkemeleri ve ona bağlı olarak uygulamaya konulan Hiyaneti Vataniye Kanunu ve 1925’ten itibaren gündeme yerleşen Takriri Sükun Kanunu, bırakalım halk yönetimini burjuva demokrasisi adına ne varsa yok etmiştir. Dolayısıyla Güler’in pekçok olguyu doğru tespit ettiği halde bunlara uygun sonuçlar çıkaramadığı anlaşılıyor. Güler, kitabında sıklıkla vurgu yaptığı “hukukun üstünlüğü”, “yargı bağımsızlığı” ve “doğal hakim ilkesi”nin inkarının, 1920’lerde temellendiğini ve kök saldığını da görmezden geliyor.
Tüm sürecin sonunda Beşinci cumhuriyeti yaşadığımızı söyleyen Güler bir de ilginç olduğunu düşündüğüm tez ileri sürmektedir: “Biz beş büyük anayasa değişikliği yaşadık. Bence beşinci cumhuriyeti yaşıyoruz… 1921, 1924, 1961, 1982, 2017, her biri ayrı bir dönemi ve ayrı bir anayasayı ifade etmektedir.” (S. 199). Aynı yerde belirtildiği gibi Fransız tarihinde de benzer bir düşünce hakimdir. Ayrıca Altan ailesinin de İkinci Cumhuriyet biçiminde bir kavram kullandıkları biliniyor. Bu da şunu göstermektedir ki, yönetim biçiminin adından ziyade uygulamadaki demokratik ilişkiler önemlidir. Nitekim kitapta da belirtildiği gibi Avrupa ülkelerindeki krallık yönetimleri Türkiye, İran ve Çin gibi cumhuriyetlerden daha demokratiktir.
Kısacası yazarın argümanını şöyle ifade edilebilir: Türkiye’de cumhuriyetin kurulması değerlidir ama bu demokratik bir muhtevaya sahip olmadıkça çok da önemli değildir. Bu noktada “Aliler Mahkemesi” olarak tarihe geçen ve İstiklal Mahkemesi’nin Ankara ayağını teşkil eden mahkemenin anılması son derece önemlidir. Güler’in yazdığına bakılırsa Mahkemenin “başkanı Ali Çetinkaya (Kel Ali), Savcısı Necip Ali Küçük ve üyesi Kılıç Ali’dir. Bu Aliler Mahkemesi, hızlı yargılama, anında karar ve acele infazlarıyla ünlüdür.” (S. 52). Yazarın bildirdiğine göre dönemin celladı Keskinli Kara Ali ise Ankara’da 6128 kişinin ipini çektiğini söylemiştir. Bu veri, açıklama ve yorumlara bakarak tek parti döneminin, gerçek niteliğini (marifetlerini) anlamak, sanırım mümkün olacaktır.
Menderes’in Sovyetler Birliği ile Dansı
Osmanlı’dan farklı olarak Türkiye bir ulus-devlettir ve sorunları emperyalizm gerçeğiyle ilgilidir. Emperyalizmin ise Türkiye için kurulduğundan beri, Hikmet Kıvılcımlı ve Mahir Çayan’nın da belirttiği üzere, “içsel” bir olgudur. Dahası, Türkiye devleti yazarın dediği gibi emperyalizme karşı yürütülen bir savaşla değil, Wilson Prensipleri’ne uygun olarak Lozan’da ve masabaşında kurulmuştur. Sorunu bu şekilde koyunca Güler’in sunumu daha doğru anlaşılabiliyor. Bir defa kitapta şu var ki, Amerika emperyalizmi hiç bir zaman ülkemizden uzak değil ve her zaman tüm merkezi gelişmelerde söz sahibidir. Bununla birlikte yazarın sunumuna baktığımızda ülkemizle bağlantılı devletler önceleri Avrupa, Almanya, İngiltere olarak görülürken çok partili dönemde Amerika, kendini gösteriyor.
Süreç içerisinde “demokrasiye geçilip” NATO’ya giriliyor. Güler’in, Truman doktrinine ve Marshall planına vurgu yapması isabetlidir. (S. 156). Sonra Menderes’in sayesinde Amerika’ya ilave olarak Sovyetler Birliği’ne yanaşıldığı da görülüyor. Yani Menderes’in Sovyetlerle dansını okuyoruz bazı bölümlerde. 1950’den sonra AET gündeme geldiği için Türkiye bu topluluğa yönelerek yeni bir hamle daha yapıyor. Neticede bu kuşatılmışlık, 1920’lerden beri değişmemiştir.
Şimdilerde de, ülkemiz için bir boyutuyla Amerika, bir yanıyla Rusya ve elbette ki Avrupa ile kuşatılmış bir görünüm söz konusudur. Bu noktada Sovyetler meselesi aslında okura başka bir konuyu daha anımsatacaktır: Sovyetler Birliği, anılan dönemde emperyalist miydi? Türkiye’ye yapılan yatırımlar neyin göstergesidir? Yazar iki ülke arasında ekonomik yardımlaşma anlaşması demekle yetinse de, bugün Rusya-Ukrayna Savaşı’nı da anarak bunun daha farklı anlamları olduğunu düşünebiliriz (S. 238).
Terakkiperver/Serbest Cumhuriyet Fırkası
Kitabın, burjuvazinin yönetim biçimleri açısından da yakın tarihi inceleme amacı güttüğünü söyleyebiliriz. Yazar İttihat ve Terakki içinde Prens Sebahattin üzerinden bir damar keşfediyor. Bu damar Mustafa Kemal ve CHP’den ayrı bir mecrada var oluyor. Bir bakıma Mustafa Kemal çizgisi tarafından bastırılıyor da diyebiliriz. Ne var ki, 1924’te Kazim Karabekir önderliğinde yeniden siyaset sahnesine çıkıyor: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 30 Ekim 1924’te kurulur (S. 59). Güler’in araştırmasına bakılırsa hızlı bir şekilde, sert önlemlerle bastırılıyor parti. Kurucu ve yöneticileri tutuklanıyor, idam cezalarıyla yargılanıyor.
Bu çizgiyi tekrar 1930’da bir kez daha siyasal tarihimizde görüyoruz. Üstelik önceki, iktidara karşı iken şimdiki Mustafa Kemal’in önerisiyle Fethi Okyar tarafından kuruluyor. Bu da uzun ömürlü olmuyor. Yine iktidar tarafından kapatılıyor. Çünkü halkın ilgisi yoğun oluyor. Görülen o ki, Mustafa Kemal tamamen askeri güçler ve emperyalizmin doğrudan desteğiyle ayakta durabiliyor. Tıpkı bugünkü hükümet gibi. Bir fark var: Kemalist rejim hem hükümet hem iktidar olduğu halde bugünkü yönetim daha çok hükümet konumundadır.
Güler’in kitabı, yeni kurulan ve anında kapatılan iki partiye karşı toplumun yoğun ilgisini, bir yandan da halkın cumhuriyet yönetimine olan itirazının ne denli keskin olduğunu gözler önüne seriyor. Yazarın optiğinde liberal çizgi tekrar Demokrat Parti ve Menderes ile hayat buluyor. Bu defa da liberal çizginin gelişmesine Demokrat Parti’nin kendisi ve Menderes engel oluyor. 1960’da bu hareket de darbeyle sona eriyor. Çünkü “Türkiye, 27 Mayıs 1960 sabahı darbe marşlarıyla uyanmıştı.” (S. 190). Sonra liberal yönetim Özal ile kuruluyor. Kitaptan anladığımıza göre yazarın örnek aldığı liberal lider de Turgut Özal’dan başkası değildir.
Liberalizme Karşı Direnç ve Ak Parti
Ak Parti’nin ilk yılları da bu çizgiye (liberalizm) karşılık geliyor. Eskiler bir yana, anladığımız kadarıyla Mesut Yılmaz, Çiller ve Baykal gibi şahsiyetler ise liberal çizgiye karşı tutucu ve belki de gerici bir rol oynamışlardır. Baykal’a karşı, Kemal Derviş’in onaylandığını da anımsatayım. Şöyle yazılmış elimizdeki eserde: “Yeni iktidara yeni bir ekonomik program ve yeni bir umut gerekti. Bunu Kemal Derviş yapabilirdi.” (S. 442). Yazara sorulacak olursa Kemal Derviş üretimde liberalleşmeyi, bölüşümde sosyalleşmeyi savunmuştur. Oysa bana kalırsa 1920’den beri T.C. tarihinde liberal ekonomik politikalar yürürlüktedir. İki temel dünya görüşünden hareketle söylüyorum bunu: Marksizm, liberalizm. Yazarın sözünü ettiği, savunduğu ve reddiye yazdığı uygulamalar, yalnızca biçimsel açıdan değişiktir. Yani Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi partisi ile Karabekir’in cumhuriyetçi partisi arasında özde bir fark bulunmuyor. Zaten yazarın sunumu dikkatli izlendiğinde hükümetler arasında büyük ve temel farklar olmadığı da anlaşılmaktadır.
Mesela Kürtler’e her dönem inkarcı ve katliamcı politikalar uygulanmıştır. Yazarın yakın durduğu Özal döneminde de inkar, imha ve katliamlar hız kesmemiştir. Kaldı ki bana göre bütün hükümetler özellikle işçi sınıfına, emekçilere ve halka karşı faşizm uygulamıştır. Dolayısıyla yazar ülkemizin tarihinde aradığı liberalizmi aslında bulamıyor. Gerçi Özal’da bulduğunu düşünse de bence yanılıyor. Liberalizm daha çok kendi iç dinamikleriyle gelişen ve ulusal bütünlüğünü kural ülkelerde zemin bulmaktadır. Türkiye Osmanlı’dan itibaren sömürge ve feodal yapılanma içinde olmuştur. Bugün de halen iddialı bir Liberal Parti’nin olmayışı anlamlıdır! Kanaatimce Güler’in dikkate almadığı nokta burada düğümleniyor.
Güler’e göre Ak Parti, uzunca bir süre 2001’de Kemal Derviş’in yazdığı ekonomi-politikayı uygulamıştır (S. 467). Bu yaklaşımdan yola çıkarak şu da iddia edilebilir: Türkiye halen, emperyalistler tarafından 1920’lerde ellerine tutuşturulan reçeteyi uygulamaktadır. Bu süre zarfında ne bir burjuva devrimi ne de Marksist manada demokratik ve sosyalist bir devrim söz konusu olmuştur. 1970-1980 arasındaki sonuç alınamayan devrimci durumu yeniden anımsatmak isterim. Bu yüzden de Türkiye’nin ekonomik, politik ve sosyal açıdan bir girdabın içinde yuvarlanıyor olması anlaşılmaz değildir. Bugünkü yönetim, büyük oranda tek partinin hüküm sürdüğü faşizm dönemine benzemektedir, yani başlangıca dönülmüş gibi bir izlenim var. Hatta bunun dünya ölçeğinde görüldüğü düşünülürse Thomas Hobbes örneğinde olduğu gibi bir tür “Leviathan’a dönüş” yaşandığı da iddia edilebilir. Bu yönlü siyaset felsefeleri yapıldığına tanıklık ediyoruz günümüzde. Yazarın, geldiğimiz noktada, hükümet için “parlamenter monarşi” ifadesini kullanması manidardır (S. 476).
Sermayenin Sermaye ile Çatışması
Kitap, esas olan emek-sermaye üzerinden gelişen sınıf çatışması yerine sermaye ile sermayenin arasındaki çatışmayı gördüğü için düzen içi değişiklikleri görmekle yetiniyor. Halbuki hükümet değişikliği, temelde ekonomik alandaki krizden kaynaklanır. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ekonomik krizler siyasal alanda değişiklikler yaratır. Güler’in gerek 1929 krizine gerekse 1974 krizine bağlı olarak çeşitli tahliller yapması normaldir. Ayrıca içteki sermayenin de krizler yaşadığını ve sermayeler arası rekabetin olduğunu, buna bağlı olarak da eski hükümetlerin düşüp yenilerinin kurulduğunu görüyoruz.
İki noktaya vurgu yapayım. Bir, yazarın hükümet yerine iktidar terimini kullanması bana göre doğru bir adlandırma değildir. Zira Türkiye’de kurulduğundan beri iktidar değişmemiştir; olan ise hükümet değişikliğidir. İktidar, devrimi gerektirir ve bir sınıfın diğer sınıftan yönetimi almasıyla kurulur. İki, iç piyasadaki her kriz yeni bir hükümetin kurulması anlamına gelir. Ak Parti, 2001 krizi sayesinde hükümet olmuştu (S. 436). Son zamanlarda yaşanan kriz ise onun sonu, bir başka sermaye kliğinin, yönetime gelmesinin başlangıcı olacaktır.
İktidar teriminde olduğu gibi “kitle ve kimlik siyaseti” derken de sorunlu bir kullanım görülüyor. Çünkü yazara göre “kimlik siyaseti” gereksiz oluyor. Oysa ülkemizde sınıf kimliğinden söz edebildiğimiz gibi kadın, Kürt ve Kızılbaş kimliklerinden de söz edebiliriz. Ülkemizde kimlik siyasetine karşı olmak, Güler’i tenzih ederek söylüyorum, çoğu zaman sözü edilen kesimlerin taleplerine karşı resmi Türk ideolojisinin yanında yer almak anlamına gelmektedir.
Ekonominin Büyümesi ve Demokrasi
Güler’in, eldeki çalışmasında Osmanlı-Türkiye tarihinde ilkel sermaye birikiminin oluşum sürecinin ve kapitalistleşmenin tarihinin de açıklandığını görüyoruz. Yazar bunu yaparken sermaye birikiminin oluşmasında, yukarıda da değinildiği gibi emek ve emek sömürüsü üzerinde durmuyor ve sermayenin kaynağında da yine sermayeyi gören bir anlayışın yer aldığını savunuyor. Bu yüzden de gelişmenin motoru ve dinamiği, hükümetler ile kapitalistler arasındaki gerilime bakılarak açıklanıyor. Halbuki bu kurumlar arasında görülen gerilim ve çatışma esasa ilişkin değildir. Her tarihi dönemde bunlar arasında organik bir ilişki olmuştur. Dahası, hükümet son çözümlemede sermayenin mutemedi olarak işlev görmüştür/görmektedir.
Sermayenin hükümeti belirlediği tezi, yalnız ülkemize özgü de değildir, evrensel bir olgudur. İlkel birikim sürecini tamamlayan sermaye, Güler’in işaret ettiği gibi kendisini 1971’de görünür kılmıştır: TÜSİAD. Daha öncesi de var: TİSK (1961). Yine yazarın açıklamalarından görüyoruz ki, hükümetlerin gizli ve belirleyen ortağı sermaye, gazetelere ilanlar vererek siyaseti manipüle ediyor. Bunlar daha da görünür hale geliyor. SİAD, MÜSİAD, TOBB, TÜRKONFED ve benzeri kurumların varlığı, siyasetin patronunun da kim olduğunun göstergesi olmaktadır.
Sermayenin temsilcilerinden olan Boyner’in parti kurarak Özal politikalarına katkı sunduğunu da Güler’in yazdıklarından öğrenmiş oluyoruz ki, kitap bu bağlamda pek çok detay da vermektedir (S. 495). Buna göre kitabın, odaklandığı yüz yıllık tarihsel süreçteki sistem partileri arasındaki çatışmanın kaynağı da tespit edilmiş oluyor. Gerek ilkel sermaye birikimi sırasında gerekse ileriki aşamada ortaya çıkan sermaye içi çatışmalar siyasete yansımıştır. Tersi, Güler’in söylediği “ekonominin büyüklüğü demokrasiye bağlıdır” tezi, bence doğru değildir (S. 521). Yani siyaset ve partiler iradi olarak yanlış yerde olduğu için sermaye ilişkileri de yanlış kulvardan akıyor değildir. Siyasetin ve yazarın sıklıkla vurguladığı hukukun kendi başlarına özerklikleri, tarihleri ve güçleri yoktur.
Emeğin Değil Sermayenin Tarihi
Kitap hiç değilse 1960’tan itibaren görünür olan işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki çatışmayı (DİSK-TİSK) merkeze koyması gerekirken sermayenin kendi içindeki çatışmayı, adeta bunun yerine ikame ediyor. Yazar, aynı zamanda Türkiye devlet tarihindeki darbe ve cuntaların, Bir Mayıs 1977 katliamı gibi önemli sosyal ve siyasal olayların yanı sıra başbakanların, cumhurbaşkanlarının hatta genelkurmay başkanlarının tarihini de güncellemektedir. Buna göre eserin, tek tek partiler ve özellikle hükümet kurmuş partilerin düşünüş ve hareket tarzını etraflıca betimlediğini söylememiz lazım gelir.
Ebedi şefi ve milli şef’i saymazsak Cemal Gürsel den Erdoğan’a dek cumhurbaşkanları, Refik Saydam ve Şükrü Saçoğlu’ndan Bülent Ecevit’e; Menderes ve Demirel’den Türkeş, Çiller ve Erbakan’a dek pek çok politik figür kitapta kendisine yer bulmaktadır (S. 114). Güler’in kitabı, ekonomiden hareketle yazıldığına göre Koç, Sabancı, Eczacıbaşı başta olmak üzere, ekonomik gelişmeler üzerinde etkili olmuş kapitalistlerin ve bunların organize olduğu kurumların da tarihi olarak okunabilir.
Bu noktada düşülmesi gereken not ise, sanki anılan kişiler ayrı bir yerde (ekonomik alan), yönetim ise -diyelim Demirel, Ecevit- başka bir yerde (siyasal alan) duruyormuş gibi yansıtılıyor. Gerçi bu alanların görünüşte farklı olduğu doğrudur ama Marksizm açısından bakıldığında –benim için de- siyasal alan zaten ekonomik alanın bir uzantısıdır. Sermayenin sahiplerine rağmen siyasetin özerkliği ancak sınırlı ve geçici olabilir.
Türk Devletinin Varlık Grekçesi
Yazarın düşünme metodolojisine Batı hayranlığı üzerinden liberal/özgürlükçü bir mantık egemen olduğu için aradığı pek çok kural, kanun ve uygulamayı göremediğini de tespit ediyoruz. Güler, 1920’den itibaren ortaya çıkan her yasaklama, darbe ve cunta pratiklerini gördüğü sürece reddiye yazmaktan çekinmiyor ve şaşkınlığını da gizlemiyor. Bununla birlikte Avrupa’da işlerin rayında yürüdüğüne inanıp bizde de benzeri gelişmeler olmadığı için hayıflanıyor. Bana kalırsa yazarın darbeleri ele alış tarzı da sorunlu görülmektedir. Zira emperyalizm tarafından kurulmuş bir devletin yönlendirdiği ekonomik politikalar eninde sonunda çıkmaza girmek durumundadır. Bu noktada yazarın da vurgu yaptığı 28 Şubat 1997‘deki postmodern denilen darbeyi anımsatmakla yetiniyorum (S. 416).
Ayrıca daha genel bir tezi anımsatmak isterim ki: Ekonomik, sosyal ve siyasal kriz kapitalizmin yapısal özelliğidir. Şimdi bunun detayı bir yana Türkiye gibi ülkeler, emperyalist devletlerle aynı düzlemde var oldukları için bu tür toplumlara ancak emperyalizme hizmet etmek düşüyor. Bunun dışındaki yol ise emperyalizme karşı halkaların direnişi ve savaşı olabilir. Bu da sosyalist karakterli bir tavır biçiminde kendini gösterir. Yazar, o denli ayrıntı vermese de biz biliyoruz ki Türkiye devleti, emekçi sınıfları ve onların çıkarını savunan komünist örgüt ve partileri baskı altına almak, etkisiz hale getirmek, kıyımdan geçirmek için vardır. Sözü uzattım galiba. Bir iki noktaya daha değinerek bitirsem iyi olur.
Cumhuriyet ve Demokrasiye Karşı Sınıfsız Toplum
Güler’in detaylar verdiği 12 Mart 1971 darbesi ve 12 Eylül 1980 darbeleri esasen emekçi sınıflara ve komünist hareketlere karşı yapılmış ve Amerika destekli olmuştur. Yazarın dediği gibi bu darbelerin sonunda gelen “12 Eylül hukuku, evrensel hukukun bütün normlarını yok etti… Yaratılan acılar henüz tazeliğini korurken, o dönemde yapılan 1982 Anayasası halken hayatımızı zehirlemeye devam ediyor.” (S. 364) Güler, ülke gerçekliği üzerinde yeterince yoğunlaşsaydı Türkiye’nin yanlış temeller üzerine kurulduğunu, yarı sömürge bir ülke olarak inşa edildiğini de saptamış olacaktı. Gerçi yazar bu boşlukları doldurmak üzere “ilk düğme nasıl iliklenirse devamı öyle gelir” diyerek kendi yazdıklarına şerhler de düşüyor (S. 96). Yine de metnin genel ruhuna bakıldığında söylemek gerekir ki, sorunun kişi ve kurumlardan kaynaklanmadığı, yapısal olduğunun ortaya konulabilmesi gerekirdi.
Yazar, tam tersine ülkemizde bağımsız bir devlet kurulduğuna, bunun da Kurtuluş Savaşı verilerek inşa edildiğine inanmaktadır. Ona göre 1920-1923’te bağımsız, devrimci-demokratik bir devlet kuruldu ama yöneticiler “kötü” olduğu için işler giderek bozuldu ya da bir türlü düzelmedi diyelim. Gerçi bunu çok net belirtmiş değilse de son çözümlemede söylenen, benim anladığım diyeyim, budur. İhtiyatlı olduğunu görüyoruz, zira Güler cumhuriyetin geldiği ama demokrasinin eksik kaldığı kanaatindedir. Dolayısıyla toplumun arzuladığı bir düzenin kurulduğunu kimse iddia edemez.
Eserde dile getirilen somut olaylar, tarihsel belgeler, grafikler ve benzer görsellerle desteklenerek yazılan TC tarihinde nitelikçe değişen bir şeyin olmadığı da anlaşılmaktadır: Kamu çalışanları gibi işçi ve emekçiler için de sarı zarf geleneği, korkulu bir rüya olarak varlığını sürdürmektedir. Bana kalırsa “ücretli emek sistemi” devam ettiği sürece, bu korku eksik olmayacağı gibi demokrasi de çözüm olmayacaktır. Proletaryayı olduğu gibi burjuvaziyi de özgürleştirecek olan sistem için feodalizmin, kapitalizmin ve emperyalizmin varlığına son verilmesi gerekir.
Şöyle bitireyim: Yazar çalışmasının önsözünde akademik bir çalışma yapmadığını söylemişti, iyi ki de öyle yapmamış! Bu yüzden olsa gerek konular biçimsellik kaygısını aşarak yazıldığı için konular daha özgür bir ruh dünyasından sunulmuş. Sarı zarf geleneğini kıracak ve daha da önemlisi ona temel teşkil eden ulus devletçi burjuva uygarlığına son vererek eşitlikçi bir dünyanın kurulmasına katkı yapacak olan tavır da budur.
Dolayısıyla eserin hazırlanmasında akademik kaygı (ve korku) güdülmediği için çalışma, hukuki ve bürokratik engeller de aşılarak konulara cesaretle bakıldığı izlenimi veriyor. Güler’in düşünme yöntemine katılmasam da kitap, hacimli boyutu ve taşıdığı detaylı içeriği yanında, iddialar ve özgün görüşler itibariyle bundan sonraki pek çok akademik ve akademi dışı teorik-entelektüel çalışmaya referans olacak ve kaynakça teşkil edecek bir materyal zenginliğine sahiptir.