Savaşın, bir kez daha farklı bir coğrafyada (Rusya-Ukrayna) ortaya çıkması ve psikolojimizi etkisi altına aldığı şu günlerde, bir resim ve heykel sergisine eşlik ederek değişik bir ruh dünyasına gireyim dedim. Sergi, ressam ve heykeltıraş Canip Doğutürk’ün eserlerinden oluşuyordu. Büyükçekmece-Belediyesi (İstanbul) sergi salonunda halen sürmekte olan sergideki eserler, elli civarında yağlı boya ile tuval üzerine yapılmış resim ve yirmiye yakın da heykelden oluşuyor. Heykellerin bir kısmı ahşap, bir kısmı da metaldan yapılmış.Salonda ressam, Erkan Hacıoğlu’nun da yağlıboya tabloları sergilenmişti. Ama bu yazıda ben yalnızca Doğutürk’ün tablo ve heykellerine yönelik kanaatimi belirtmekle yetinmeyi düşünüyorum.
1990’larda Ruhi Su ve Behice Boran Mezar tasarım projesinde yer almasından dolayı tanıdığımız sanatçının eserlerinde benim ilk fark ettiğim, tema genişliğidir. İçeriğine bakılırsa Doğutürk, doğaya temel bir anlam veriyor. Bununla birlikte insan ve toplum sorunları dikkat çekiyor. Tablolara bakılırsa doğanın renkli bir tarza büründüğünü izliyoruz. İnsan ve toplum ise yoğun bir soyutlama formunda kendini var ediyor. Renk deyince kırmızı rengin ön planda olduğu görülüyor. Tablolardaki bu kırmızılık, sanatçının sanki “kırmızı noktası” olmuş gibi algılanabilir. Oysa Doğutürk’ün renk skalası, objelerin doğal durumuna uygun olarak geniş tutulmuş.
Galile’nin doğayı matematiksel olarak görmesi gibi Doğutürk de doğayı sanatsal formlar olarak görüyor. Doğada biçimlerin baskın olduğuna dikkat çekiyor. Onun nazarında sanatsal görüye felsefi bakış da eşlik etmektedir. Sanatçı böylece bütünü kavradığına ve paleti, boyası, fırçasıyla bütüne dokunduğuna işaret ediyor. O aynı zamanda Rodin’i anımsatırcasına varlıkta içkin olan estetik biçimi de açığa çıkarıyor. Doğa nesnesini kah çekiç darbeleriyle kah yontarak yaptığı heykelleriyle yeni biçim ve içerikler sergilemektedir. Buna göre sanatçının, doğal sanat teorisine bağlandığını ileri sürebiliriz. Doğutürk’e göre:
‘’Sanat doğaya uyumlu barış içinde yaşama biçimidir. Çevremizdeki her şey sanatla ilgilidir. Sanat işini iyi bilme ve yapma; yaşama ve yaşatma anlayışını korumak ve doğadaki dengeyi sağlamaktır. Sanat bir anlamda zanaatın en üst aşamasıdır. Doğanın ve insanın korunması için, topluma yön vermek ve eğitimi sanatsal anlayışla yapmak gerklidir diye düşünüyorum.’’
Tarkovskiy’nin “Dünya güzel olmadığı için sanat vardır” sözlerini önemseyen Doğutürk açısından, sanat varlığa dokunma, onu estetize etme etkinliğidir. Yeni bir dünyanın inşası ve dünyayı güzelleştirmenin yolu da sanatsal faaliyetten geçmektedir. Onun tablolarındaki katmanlılık ve çok yapılılık insan dünyasındaki yoğunlukla ilgili olmalı. Sanatçının yaşama bakışı ve sanatının mottosu ise “savaşa karşı sanat” biçiminde okunabilir.
Sergiyle ilgili olarak mutlaka anımsatmam gereken bir eser de “Bedredin” tablosudur. Ben onu “Bedreddin Ağacı” şeklinde isimlendirmek isterim. Bedreddin deyince sınıf savaşı akla gelir. Onun kökeni, halktır. Tabloya bakıldığında bu ilkeyi, ağaç figürünün toprağa kök salmasında görebiliyoruz.
Bedreddin adlı eserin, sarı ve onun değişik tonlarında resmedilmiş olması önemlidir. Çünkü Doğutürk açısından sarı, toprağın rengine gönderme yapıyor. Dolayısıyla savaş deyince emperyalizmin iç savaşlarını değil halkların devrimci savaşını anlamak gerekiyor. Serginin mantığına baklırsa savaşa karşı insanı, toplumu ve doğayı savunduğunu iddia etmek mümkündür. Buna göre sanatın niçin var olduğu sorusunun da yanıtı ortaya çıkmış oluyor.
Sergi salonundan ayrılırken ekrandaki televizyonda savaş haberleri veriliyordu. Spiker, Rusya-Ukrayna savaşında ölü ve yaralıları sıralarken tablolardaki canlı cansız tüm figürlerin haksız savaşlara karşı haykıran sesi duyuluyordu.