DOSTLUĞU SICAK RENKLERLE İLERLETMEK
İnsanın yaş deneyimi arttıkça, kültürel ve entelektüel derinliği değiştikçe doğaya, topluma, seslere, tatlara ve bilhassa da renklere karşı ilgisi artar mı dersiniz? Soruyu “evet” diyerek yanıtlamak istiyorum. Gerekçelendirirken de açılışı bu hafta yapılan bir sergiden ve tabloları sergilenen ressam Muzaffer Oruçoğlu’ndan söz etmek istiyorum. Sergi 5-25 Ekim 2019 tarihleri arasında Barış Manço Kültür Merkezi’nde (Kadıköy) olacak. Açılışında pek çok sanat ve resim severle bir araya geldik. Yurtiçi ve yurtdışından dostlarla karşılaştık. Basının da ilgi gösterdiği sergi açılışında, sanatçıya ve yeni eserlere ilişkin yaptığım açıklamalardan Fox televizyonu ve Can TV’ye verdiğim röportajlardan bazı kesitleri aktaracağım.
Başlıkta da belirttiğim gibi sıcak renklerden hareket etmek gerekiyor. Son beş yıldır ya da biraz daha fazla süredir, soğuk renklerden sıcak renklere doğru bir kayış gözleniyor Oruçoğlu’nun resimlerinde. Konular da eskiye oranla biraz daha değişiklik gösteriyor. Sanatçı şimdiki sergiye, “Yazarlar ve Yapıtlar” adını vermiş. Konuların somuta yaklaştığını anlamak zor değil. Geçen yıllardaki sergilerde ise “Ekim Devrimi” teması baskındı. Sıcak renkler, toplumsal konuların bir yerde birikmesi iki yıl önceki sergiler için de söz konusu olmuştu. Yine de resimlerdeki teknik anlatım için soyutlamalar, gerçeküstücü tavırlar, belli bir düzeyde kapalılık kendisini belli etmektedir. Sergideki yeni tabloları gördükten sonra sanatçıyı resimleri bakımından iki döneme ayırmanın ilginç olacağını düşündüm. Birinci dönem “Soğuk Renkler Dönemi” ikinci dönem ise “Sıcak Renkler Dönemi”.
Klasik ve Modernist Gelenek
Muzaffer Oruçoğlu’nun son yıllardaki tablolarını ve bir bütün olarak resmini anlamak için biraz resim serüvenine de bakmak gerekiyor. Hatta onun resimdeki izlediği yolu anlamak için kurduğu edebiyatı ve gençlik yıllarından beri savunduğu siyasal anlayışları da bilmek gerekecek. Ne var ki bu yazıda tüm bu detaylara girmeyi düşünmüyorum. Sanatçının kurduğu edebiyat ile uyguladığı resim anlayışını karşılaştırmak sanırım birçok sanat eleştirmeninin dikkatini çekmiştir, çekecektir. Ne yazık ki ana akım sanat eleştirisi onun edebiyatını ve plastik eserlerini görmezden gelmeye devam ediyor. “Yazarlar ve Yapıtlar” adlı bu yeni sergi ilgili kesime tekrarlanan bir çağrıdır. Umarım çağrı eleştirinin derin deryalarında yankı bulacaktır.
Kanaatimce Oruçoğlu’nun edebiyatta izlediği yol ile resimdeki tercihi birbirinden farklıdır. Edebiyatta klasik geleneği sürdürdüğü halde resimde bu geleneği sürdürmediğini görüyoruz. Gerçi edebiyatındaki temalarla yani içerikle resimdeki temalar yani içerik benzerdir. Oysa aynı benzerliği biçimler oluşturma ya da biçim bozma teknikleri için söyleyemeyiz. Son yıllardaki “sosyal” tablolar da dahil olmak üzere, sanatçının modernist diyebileceğimiz teknikleri kullandığı, yine birçok tablosunda postmodern unsurlar olduğunu tespit etmek yanlış değildir.
“Soğuk Renkler Dönemi”ndeki tablolara bakıldığında klasik dışı unsurların daha yaygın olduğunu düşünenlerdenim. Bunları siyasal olandan kaçma biçiminde de okumak olasıdır. Yani “Soğuk Renkler Dönemi” için şu soru ilginç olabilir: Muzaffer Oruçoğlu edebiyatta siyasal geleneği sürdürürken resimde siyasal geleneğe sınır mı çizdi? Bir sanatçının düalist bir zihne sahip olması ne derece mümkündür? Bu sorular doğaldır ki kullanılan teknikler açısından anlamlı olabilir. Burada kullanılan malzemenin, her iki dönem için de zengin ve yaratıcı olduğunu belirtmekle yetiniyorum. Değişik boya türleri olsun figürlerin çizildiği zeminler olsun oldukça ilginçtir. Pek çok tablosunda kolaj uygulaması kendini belli eder.
Resimlerde Katmanlı Yapı
Tablolara felsefi yorum getirerek devam edelim. Evreni Aristoteles ve Spinoza misali katmanlı gören Oruçoğlu, varlığın bu katmanlı yapısını resimlerinde hissettirir. İkinci Dönemi’nde daha belirgin olmak üzere her türden figürlerde aşağıdan yukarı doğru bir yönelme ve bu yönelmeye bağlı olarak canlılık kendini belli ediyor. Tabloların alt katmanlarında varlığın cansız diyeceğimiz tarzları baskınken yukarı doğru çıktıkça adeta inorganik olandan organik olana geçilir. Bu geçişi renklerin sıcaklığı da izler. Soğuk ya da soluk renklerden sıcak ve canlı renklere doğru kurulmuş bir düzene rastlıyoruz. Dostluğu sıcak renklerle ilerletiyor dediğim de budur.
Mesela Tolstoy ve “Anne Karanina” adlı tabloya baktığınızda bunu fark edersiniz. Zeminde duran kitaplar ve Tostoy ilk iki katmanı oluştururken zeminin üzerinde yükselen üç kadın figürü de kendisine tabloda yer bulur. Beş katmanlı ya da beş yapılı bir resimdir, diyebiliriz. Renklerin de soluk renklerden canlı renklere doğru ilerlediği görülürken, adeta kadınlara pozitif ayrımcılık yapıldığı da sezilir. Tablonun ruhuna kadın erkek mantığının egemen olduğunu ve dişiliğin baskın unsur olarak resmedildiğini ileri sürmek mümkündür. Bu yoruma benzeterek “James Joyce Ve Müstakbel Okuru” adlı tabloda da kadın yüceltmesini görüyoruz. Yine iki katmanlı bir tablo, okurunun başında saygılı duruşuyla bekleyen yazar Joyce’u görüyoruz.
Resim ve Siyasal Teori
“Yazarlar Ve Yapıtlar” adlı sergideki resimler bana aynı zamanda Hegel’in sosyal felsefesini ve epistemolojisini hatırlatıyor: Bilinçten özbilince, oradan ussal ya da kavramsal olana doğru bir ilerleme söz konusu. Gerçi bu genelleme eski tablolar için de söylenebilir. Yine de bu anlama “Yazarlar Ve Yapıtlar” mevzu olduğunda daha da önem arz eder. Yazarların entelektüel açıdan, soyutlama ve yaratma gücü en yüksek olan insanlar olduğu düşünüldüğünde bunların ayakları, gövdeleri ve başları arasındaki hiyerarşiye dikkat çekmemiz anlaşılmaz değildir. Tabloların ayak, gövde ve baş kısımlarına dikkatli bakılınca bu katmanlı yapıyı görmek zor olmayacaktır. Basitten karmaşığa doğru bir ilerleme söz konusu oluyor. Sanatçının eski yeni tüm resim serüvenini bir an için bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiren izleyiciler, sosyal ve politik açıdan belli bir sürekliliği de göreceklerdir. Bu konuyu onun politik anlayışıyla ilişkilendirmek zor değildir.
Devrimin temel güçlerinin, işçiler başta olmak üzere, yoksul köylüler, kent küçük burjuvazisi ve sermayenin çeşitli düzeylerde ve biçimlerde ezdiği toplumsal kesimler olduğu, bunlara aydınları da eklemek gerektiği, olası bir genelleme içinde doğrudur ve bu biçimiyle Marksist teoride içkindir. Böylesi bir anlamayı, Oruçoğlu’nun siyasal teorilerinde de tespit etmek fazlasıyla olasıdır. Otuz kırk yıl önceki resimleri düşünüldüğünde dirgenle, orakla yürüyen tablolar görürdük. Tablolarda gerillalara, köylülere yer verilirdi. Örneğin “Gerillanın Dönüşü” adlı tabloyu anımsayalım. Mavi bir zemine bürünmüş tablodur. Bez üzerine yağlıboya çalışmasıdır. Bu kaynaklardan beslenerek yoluna devam eden sanatçı sonraki yıllarda resim konuları içine maden işçilerini yoğun bir şekilde katmaya başladı.
Yazarlarla Sıcak Dostluk
Grizu romanı ile bağlantılı eserler çizildi uzunca bir dönem. Oruçoğlu oradaki kahramanları kadını erkeğiyle, eşeği atıyla, katırıyla tuvale taşımakla meşgul oldu. Şimdi ise tablolarında, aydın ve yazarlar yer alıyor ki, bu tabaka da onun siyasal teorisinde başka bir gücü temsil ediyor. Seçip tuvale aktardığı aydın ve sanatçılara bakılınca çok da siyasal davrandığı ileri sürülemez. Seçici davrandığı da söylenemez. Zira sınıf mücadelesinde emekçi sınıfların cephesinde yer aldığı kuşku kaldıran pek çok portre de tablolarda yer alıyor. Portre derken genel kullanım içinde söylüyorum. Çünkü sergideki tablolara bakıldığında tamamen portre olarak düşünülmüş ve yapılmış pek az eser yer alıyor.
Ellinin üzerinde eserin yer aldığı sergide Gorki, Nazım Hikmet, Ruhi Su, Freud, V. Wolf, Kafka, N. F. Kısakürek, S. Dali, Sait Faik tabloları ilk aklıma gelenler. S. Beckett gibi saçma tiyatronun mimarlarını, Haypatia ve Mariya Suphi gibi trajik kadın kahramanları, Malakanlar gibi halkları, Zapata gibi halk önderlerini, Zerdüşt misali mitolojik kişilikleri de bunlara eklemeliyiz. Dünya görüşleri farklı, çok sayıda sanatçının bir arada verilmesi, Oruçoğlu’nun dostluk anlayışında da bir sıcaklığa ve optimist tutuma işaret eder.
Tablo ile Ad İlişkisi
Tablolar genellikle resmedilen yazarın ya da yapıtların adı ile anılıyor. Ad ve yapıt meselesi felsefenin de baş meselelerinden birisidir. Bu durum Oruçoğlu eserleri söz konusu olduğunda çok daha belirli hale gelir. Çoğu kişi sanatçının eserleri ile eser adları arasındaki ilişkiyi anlamadığını söylemiş ve bana da bu konularda sorular sorulmuştur. Resimlere isim verirken özensiz bir ressam mı söz konusudur?
Ekim Devrimi’ne ilişkin eserler ile yeni sergideki eserlerden önceki tablolarda, bu sorunu yanıtı kısmen de olsa “evet” biçiminde olabilir. Son yıllarda yapılan isimlendirmelerde ad ile tablo arasında bir bağ kurmak sorun olmuyor. Nesne ile ad arasında özdeşlik olduğunu düşünenler (Platon gibi) eser adlarına da özen gösterirler. Ad ile nesne arasındaki ilişkinin keyfi olduğunu düşünen ayrımcılar (Saussure gibi) ise yapıt isimlerine özen göstermezler. İşte Oruçoğlu’nun eserlerine bu açıdan bakıldığında eski eserlerinde ayrımcı, yeni eserlerinde ise özdeşçi olduğu iddia edilebilir.