Halk Katliamları Açısından
ULUS DEVLET FELSEFESİ
Ulus devlet denildiğinde modern dönem, çağdaş değerler, laik sistemler ve burjuva demokrasileri akla gelir. Keza anayasalı rejimler, yasalı topluluklar, yasalar karşısında eşitlik ilkesi, milli/ulusal eğitim de modern dönemi izler. Modern ulus devletler her ne kadar liberal teoriler ve sermaye sahipleri için olumlu değerler içerse de emekçi sınıflar, ezilen halklar, uluslar ve inanç toplulukları için olumlu değerler taşımaz. Tersine ülkemizde de olduğu gibi tek bir millet (Türk) ve tek bir din (İslam) üzerine inşa edilmiş olan ulus devletler, ezilen sınıf ve halklar için sömürü, kan ve zulüm düzeni anlamına gelmiştir.
Yakın tarihimizde yaşanan Maraş Katliamı, hapishane kıyımları ve Roboski vahşeti ulus devlet gerçeğinin ve ona özgü bir devlet felsefesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Geçtiğimiz hafta sonu (26 Aralık 2021) konuyla ilgili yapılan bir panelde konuşmacılar arasındaydım. PSAKD Güngören Şube’de yaptığım konuşmanın içeriğini konu etmek istiyorum bu yazıda.
Kapatılma Teorisi ve Ötekiler
Maraş, hapishane ve Roboski katliamları sanki ulus devlet felsefesini anlamak için seçilmiş üç büyük hadise gibidir. Türk egemen sınıfları komünistleri, Kürtleri ve Kızılbaşları “temizleyerek” monolitik, homojen ve tek tip bir toplum yaratmak istemektedir. Üstelik bunun daha kuruluş yıllarından beri yürürlüğe konulduğu anlaşılmaktadır. Konuyu Michel Foucault’un “kapatma teorisi”nden hareketle açıklamak ilginç olabilir. Fransız düşünür Foucault deliliğin tarihi, hapishanenin doğuşu, cinselliğin tarihi, kliniğin doğuşu adlı ve içerikli kitaplar yazmıştır. Düşünür, “Büyük Kapatılma” olarak bilinen bir olaya ve mekana işaret etmektedir. Ona göre 1656’da Paris’te açılan Genel Hastane, (General Hopital), delilerin, işsizlerin, suçluların, eşcinsellerin yani modern toplum açısından “öteki” pozisyonundaki kişilerin toplanarak kapatıldığı yerdir.
Foucault’un iddiasına göre aslında eski toplumlarda normal sayılan ve toplum içinde yaşayan pek çok kategorideki insan, modern dönemde norm dışı ilan edilerek toplum dışına itilmiş ve hastaneye kapatılmıştır. Bu hastane tecrübesiyle modern devlet (ulus devlet), toplumu nasıl dizayn edeceğini, tutsakları nasıl yöneteceğini, buradan edindiği deneyimle toplumu nasıl sevk ve idare edeceğini, mesela emekçi mücadelesini nasıl manipüle edeceğini de öğrenmeye başlamıştır. Modern toplum (biz ulus devlet diyelim), tek yapılılığı zorunlu hale getirdiği için yalnızca Platon’un devlet felsefesinde önerdiği üzere eşcinselleri, suçluları, işsizleri, engellileri ötekileştirmekle kalmaz bizim gibi ülkelerde buna Kızılbaşları, Kürtleri ve daha farklı inanç ve ulusal toplulukları da ekler. Ulus devlet için zaten komünistler tümden ötekidir ve yok edilmelidir!
3 K: Kızılbaş, Kürt, Komünist
Foucault’un iddiasına göre eskiden “ötekiler” yok ediliyordu. Yani hapishane, hastane, dolayısıyla tımarhane eskiden yoktu. Buralara konulması gerekenler ya imha ediliyordu ya da toplum içinde yaşıyordu. Anılan kurumların tümü modern dönemin ürünü oldular. Özellikle “K” harfiyle başlayan ve bizim toplumda genellikle “3K” olarak bilinen Kızılbaşlar, komünistler ve Kürtler Türk –modern- ulus devletinin tarihi boyunca kanayan yara olmuştur. Türk ulus devletinin tarihi, 20. yüzyılın başlarında İttihatçılarla birlikte gündeme gelmiştir. Bu devletin yani İttihatçıların milliyetçilik felsefesi Rum ve Ermenileri yok etmek üzerine kurulurken Kürtleri Türklüğe, Kızılbaşları da İslam dinine asimile etmek üzerine inşa edilmiştir. İlk iki halk, Cumhuriyet yıllarına kadar “temizlenmiş”, Kürtler ve Kızılbaşlar ise cumhuriyet döneminde “ıslah” edilmeye bırakılmıştır.
Maraş ve Roboski katliamları yüzyıl önce başlayan ulus devlet felsefesinin uygulanmasına konu olan birer yakın tarih örneğinden başka bir şey değildir. Basitçe bir devlet görevlisinin yanlışı veya bir başbakanın ya da cumhurbaşkanının ferdi kararıyla ilgili değildir. Bir ulus devler “klasiğidir” diyebiliriz. Hapishane olgusu ise tüm bu süreçlerin başında gelir. Çünkü hapishane esasen sınıf mücadelesinde etkili bir güç olarak bilinen ve emekçi sınıflar yanında ezilen ulusları, ezilen inanç ve cinsleri savunmanın dışında çıkarı olmayan kesimleri, örneğimizde olduğu gibi komünistleri “ıslah” etmek için inşa edilirler.
Düzen Dinleri ve Direnç Dinleri
Ulus devletler çeşitli biçimlerde ortaya çıktılar. İç dinamikleriyle kurulanlar, kurtuluş savaşlarıyla kurulanlar ve bizdeki gibi emperyalizm tarafından masa başında kurulanlar olmak üzere çeşitleri bulunmaktadır. Her ulus devletin kendine özgü bir din felsefesi olur. Hangi din, ulus devletin (sermaye demek istiyorum) çıkarını korumaya daha elverişliyse ulus devlet o dini esas alır diğer dinleri de ona asimile etmeye, yani egemen din içinde eritmeye çalışır. Buna göre Kızılbaş/Alevi topluluğu ulus devletin felsefesine çok uygun görünmüyor. Çünkü eskiden beri merkezkaç diyeceğimiz bir eğilim göstererek kurulu düzene karşı bir pozisyon aldığı anlaşılıyor. Feodalizme olduğu gibi modern ulus devlet felsefesine de direnç gösteriyor ve kendi felsefesini, kendi hukukunu, insan ve toplum anlayışını düzene karşı direnç odağı haline getiriyor. Düzene adeta başkaldırıyor.
Kızılbaş/Alevi toplumu, modern yasalara, değerlere, kurallara kolayca “uyum” sağlamıyor, şükretmiyor. Sermayenin gözünde çıban başı olarak ve norm dışı olarak görünüyor. Çünkü Türk egemen sınıflarının gözünde “normal” olan Sünni-İslam’dır. İşte Koçgiri ve Dersim katliamları gibi konumuz olan Maraş katliamı da ulus devletin andığım politikalarının bir sonucu olarak var olmuştur. Yani Mustafa Kemal’in, Ecevit’in ve Erdoğan’nın politikalarıyla değil sistemin, ulus devlet politikalarının bir sonucu olarak var olmuşlardır. Ulus devletin başında farklı yöneticiler de olsa özde durum değişmezdi.
Ulus Devlet: Finansörler, Kalemşörler, Silahşörler
Benzer durum Kürt milleti için de geçerlidir. Ulus devlet bir milletin egemenliği üzerine bina edildiği için egemen olmayan ulus ötekileştirilir. Ezilen ulus öncelikle hakim ulusa asimile edilmek istenir. Hakim ulus içinde buharlaştırılır. Eğer bu olmazsa savaş açılır. Asimilasyon ve imha söz konusu olduğunda ulus devletin bir özelliği daha ortaya çıkıyor. Her ulus devletler finansörler (sermaye) yanında kalemşörlere ve silahşörlere ihtiyaç duyar. Asimilasyon ve ıslah sırasında esasen kalemşörler etkin olur. Kalemşörlerin eksik bıraktığı işi yani saldırı ve soykırımı silahşörler tamamlar. Nihayetinde ulus devlet demek düzenli bir orduya sahip olmak demektir.
1920’de ve devamında, BMM yıllarında henüz Kürtlere savaş açılmamıştır ama saldırının eli kulağındadır. Asimile edilme olanağı bulunsaydı Koçgiri, Şeyh Said, Dersim ve Ağrı katliamları yaşanmayabilirdi. Kürt ulusunun dil, eğitim, kültürel ve de siyasal unsurlardan oluşan ulusal talepleri gündeme getirmesi ve bunun için silahlı mücadeleye başvurması sorunun daha da yakıcı hale gelmesine neden olmuştur. Dolayısıyla konumuz olan Roboski katliamı da bu sürecin ve ulus devlet felsefesinin bir gereği olarak gerçekleşmiştir.
Komünizm ve Hukuk Felsefesi
Gerek inançsal talepler için gerekse ulusal talepler için yapılan savaşlar da özünde emek-sermaye çatışmasının bir bileşeni olarak vardırlar. Değişik formlarda ortaya çıkmış olmaları gerçeği değiştirmez. Komünistler bir sınıf olmadığı gibi kendi başına bir güç ve değer de değildir. Onlar ideolojik ve fiziksel gücünü emekçi sınıflardan ve ezilenlerden almaktadır. Ulus devletin komünistlere karşı savunduğu felsefe de öncekilerle benzerdir. Üstelik ulus devlet öncelikle komünistleri “ıslah” edip düzenin içinde eritmek ister. Bu başarılmadığı zaman imhaya yönelir, imhadan sağ çıkanları da zindanlara doldurur.
Diğerleri gibi -19 Aralık 2000- hapishane katliamı da ne ilktir ne de son olmuştur. Hapishaneler aracılığıyla toplumu “ıslah” etme, aynı zamanda tüm toplumu, emekçileri, kadın ve yazarları, ezilen ulus ve halkları da “ıslah” etme anlamına geliyor. Bu da diğerleri gibi kötü bir yöneticinin kararıyla olan bir hadise değildir. Hukuk felsefesi bağlamında düşünüldüğünde kullanılan hak ve özgürlüklerin temelinde de komünistlerin ödediği bedel görülür. Çünkü hiç bir şey yoktan var olmayacağına göre hak ve özgürlükler de yoktan var olmazlar.
“Düşünce Suçu”, Suç Değildir!
Sınıfsal, Ulusal ve İnançsal Taleplerin Birliği
Hapishaneler hak ve özgürlüklerin, bedelinin ödendiği mekanlardır. Bu anlamda ulus devletin suçladığı tutsaklar, her çağda insanlığı ilerleten bir işlev görürler. Bu işlev “düşünce suçu” için de geçerlidir. “Düşünce suçu”nun en çok işlendiği toplumlar en devrimci-demokratik toplumlar olmuşlardır. Yasaların demokratikleştirilmesini de benzer biçimde açıklamak gerekir. Örneğin idam, ceza kanunlarından çıkartılmışsa bunda toplumsal mücadele yürütenlerin katkısı büyüktür ve belirleyicidir.
Ülkemize özgü bir durum var ki, sınıfsal talepler, ulusal talepler ve inançsal talepler iç içe girmiş görünüyor. Bir bireyin hem komünist hem Kürt ve hem de Kızılbaş olduğu düşünüldüğünde “birlik” düşüncesi bir kez daha öne çıkmış oluyor. Panelde bu noktaya vurgu yapılması sanırım izleyicilerin dikkatinden kaçmamıştır. Sorun ülkemizin tarihsel ve toplumsal özellikleriyle birlikte ele alındığında bu birlik düşüncesinde devrimci gençliğin talepleri, emekçi kadın mücadelesinin kazanımları ve çevreci hareketlerin istekleri de yer bulmalıdır.