Filozoflar felsefeyi felsefeyle sürdürenler ve felsefeyi –teoriyi- pratiğe yükselterek sürdürenler olmak üzere iki kutba ayrılırlar. Felsefe tarihi, esas olarak tezi tezle, teoriyi teoriyle sürdürenlerin tarihi durumundadır. Yine de istisnaları da az değildir. Bu istisnalardan ikisinin Şeyh Bedreddin ve Karl Marx olduğunu söylemenin önemli bir tespit olduğunu düşünüyorum. Her iki filozofun da felsefeyi yalnızca pratiğe eşitlemekle kalmadığı ve temsil ettikleri bu felsefeyi pratiğin yüksek zirvesine çıkararak sürdürdükleri, başvurdukları devrimci yaşam biçiminden anlaşılmaktadır.
Hafta içinde, başlıkta dile getirildiği gibi din merkezli bir tartışma yapmak üzere, Marx, Din ve Bedreddin’e meraklı bir toplulukla bir araya geldik.Bir genelleme içinde din felsefesinden söz edilen sunumda ağırlıklı olarak Marx ve Marksizm üzerinde duruldu. Marx ve Bedreddin’in ayrıcalığını ortaya koymak için felsefe tarihinde sıklıkla gezinti yapmak zorunda da kaldık. Aralık ayı, bazı belgelere göre Bedreddin’in katledilişinin yıldönümü olmasına rağmen tartışma, dediğim gibi daha çok Marx üzerinde yoğunlaştı. Çok az da Sovyetik yönetimlere ve sosyalizme temas edildi.
Marx açısından sınıflı toplum uygarlığında bilinç çarpık ve ters oluşur. Çünkü bilince kaynaklık eden ilişkiler ters durmaktadır bu dünyada. Çalışan ürettiğine yabancılaşır. Ekonomik alandaki yabancılaşma kutsal ve kutsal olmayan yabancılaşmaları gerekli kılar. Marx ve din tartışması, merkezine bu anlayışı getirmek durumundadır. Zira bilinçte çarpık imgelerin oluşması (yanlış bilinç) toplumsal gerçeklikteki çarpıklıktan kaynaklanır.
Marx dinsel yabancılaşmayı aydınlatmak üzere Kapital’de açıklamalarda bulunmuştur. Meta fetişizmiyle bir benzerlik kurulmaktadır. Marx şöyle yazmıştır: “Burada insan kafasının ürünleri, kendilerine özgü hayatları olan, kendi aralarında ve insanlarla ilişki halindeki bağımsız biçimler gibi görünür. İnsan elinin ürünleri olan metalar dünyasında da böyledir. Emek ürünleri metalar olarak üretilmeye başlar başlamaz onlara yapışan ve dolayısıyla da meta üretiminden ayrılmaz olan bu şeye fetişizm adını veriyorum.
Marx’ın Entelektüel Yaşamı ve Din
İnsanların bilgiye ulaşmasının koşulları giderek kolaylaşıyor. İnternet büyük olanaklar sunuyor. Bu yüzden Aydınlanma çağında olduğu gibi eski usul yöntemlerle “bilgi anlatma/aktarma” dönemi de geride kalıyor. Yine de konu Marx ve Bedreddin olunca onların entelektüel yaşam öyküsünde kritik yerleri açıklamak zorunlu olabiliyor. Mesela Marx’ın mantığını, düşünme yöntemini ve entelektüel kronolojisini anlamak için biyografisi bize yol gösterebilir. Hukuk okumak üzere Bonn Üniversitesi’ne gidiyor Marx. Entelektüel dünyaya giriş bu şekilde başlıyor.
Şiirler yazdığını edebiyat teorisiyle ilgilendiğini, hukuk üzerine yüzlerce sayfa metinler yazdığı anlaşılıyor. Babasına gönderdiği mektuplarda görüldüğü kadarıyla, okulda şiir, edebiyat ve hukukla yakından ilgilenmesine rağmen bu disiplinlerden –tabiri mazur görün- bir hayır gelmeyeceğini görüyor. Kendisine yeni bir temel arıyor. Temelin felsefede olacağını düşünüyor. O yıllarda felsefenin kalbi Almanya’da atıyor olmakla birlikte bilhassa Berlin Üniversitesi, adeta felsefenin üssü, merkezi durumundadır.
Marx’ın babası alt/orta sınıfa mensup bir liberaldir. Bunun sonucu olan özgürlükçü tavrı Marx’a karşı hoşgürüsünü beraberinde getirmiştir. Marx, babasının ilk önerisi olan hukuku bırakıp Berlin Üniversitesi’nde felsefe okumak üzere kaydolur. Din felsefesi tartışmalarının içinde bulur kendini. Alman idealistleri ve özellikle Feuerbach vardır yeni ortamda. Tartışma konusu Marx’ın da ilgisini çeker. Konu: dinin, Tanrı’nın teolojinin kaynağı nedir? Hegel’e bakılırsa her şey gibi din ve Tanrı da geist’ın bir tezahürüdür.
Hegel açısından Tanrı, tinin görünüşe çıkmasıdır. Bu anlayış fark edileceği gibi idealizmin tepeye sıçradığı an anlamına gelir. Sunum sırasında bu noktada birçok nedenle duruldu. Çünkü bu nokta Feuerbach’ın itirazının kaynağı oluyor ve ifade uygunsa Hegel’in idealizmine karşı olarak Feuerbach’ın materyalizmi ortaya çıkıyor. Buraya bir nokta koyup sunumda da değinildiği gibi Antik Yunan’daki din ve Tanrı anlayışının küçük bir kesitini anımsamak gerekiyor.
Dinin Kaynağı Nedir?
Üç Farklı Bakış
Homeros ve Hesiodos Yunan Tanrılarını insan biçiminde betimlemişlerdi. Yunanlı ozanlara göre Tanrılar da insanlar gibi yiyor, içiyor, evleniyor, çocuk yapıyor vs. Oysa Sokrates öncesi filozoflardan olan Ksenophanes, bu şekildeki antropomorfik diyebileceğimiz Tanrı anlayışını kabul etmemiş ve deyim yerindeyse teomorfik bir Tanrı anlayışı önermişti. Ortaçağ sonlarına kadar çok etkili olan bu anlayış için Tanrı merkezli anlayış ifadesini de kullanabiliriz. Rönesans çağlarına kadar bu anlayışın etkili olduğu anlaşılıyor. Uzun çağların Tanrı anlayışı için Tanrı merkezli evren anlayışına da uygun düşecek şekilde teosantrik kavramını kullanabiliriz. Her şeyin yaratıcısı Tanrı’dır. Hıristiyan düşünürü Augustinus da nihayet “saçınızdan bir kıl düşse nedeni Tanrı’dır” demişti.
Aslında bazı bakımlardan Hegel’in felsefesi de Tanrı merkezliydi. Nihayetinde o da “teodisi yapıyoruz” ifadesini kullanmaktan çekinmemiştir. Hegel’in karşısına çıkan Feuerbach’ın Tanrı açıklaması kısaca şöyle ifade edilebilir: Tanrı insanı yaratmamış insan Tanrı’yı yaratmıştır! Feuerbach’ın bu yaklaşımı materyalizm olarak anlaşılmış ve Engels’in ifadesine göre bütün genç felsefeciler, Hegel’e karşı Feuerbachçı olmuşlardır. Marx ve Engels, Feuerbach’ın tavrını materyalizm olarak yorumlamış olsalar da bunun yetersiz olduğunu kısa sürede görmüşler ve yönelimlerini değiştirmişlerdir.
Marx ve Engels açısından Feuerbach’ın genel olarak felsefesi ve özel olarak din ve Tanrı açıklaması antroposantrik (insan merkezli) bir yaklaşımı temsil etmektedir. Marx ve Engels için teosantrik bakış gibi antroposantrik bakış da yetersiz ve hatta yanlıştır. Peki doğrusu nedir? Marx için doğru bir bakış ancak sosyalsantrik bir tavırla ortaya çıkar. Bu tavır sosyal olguları merkeze almayı gerektirir. Bu da, Marx için üretim süreçlerine yönelmek, mülkiyet ilişkilerini analiz etmek ve üretim araçlarının durumuna bakmakla olasıdır. Dinin kaynağı da burasıdır.
Sunumda en çok da din ile üretim süreçleri arasında ilişki üzerinde durduk. Çünkü Marx açısından üretim süreçlerinde “iyi, güzel ve doğru ilkeleri” ve elbette ki “eşitlik ilkeleri” geçerli olmadıkça din varlığını sürdürecektir. Yalnız din de değil. Hukuk, sanat, ahlak, bilim, felsefe, aile, devlet vs. Kısacası sunumda üç farklı Tanrı ve din açıklama biçiminden söz edildi: Tanrı merkezli, insan merkezli, toplum merkezli Tanrı ve din açıklaması.
Antroposantrik Din Felsefesinden
Sosyalsantrik Din Felsefesine
Sunumda Marx’ın (ve elbette Engels de dahil) din görüşünü açıklarken artık popülerleşmiş olduğunu düşündüğüm ünlü altyapı üstyapı kavramlarını vurgulamak da zorunlu olmuştur. Marx’ın bu şemasını ağaç örneğine benzetip dini buradan açıklamak daha ilginç olabilir. Ağaç metaforunu Descartes’ta da görüyoruz. Kendi felsefeni ağacın kök, gövde ve dalları üzerinden açıklayan Descartes bir yana Marx’ın ekonomik temel dediği yapıyı ağacın köklerine kültürel üstyapı dediği unsurları da gövde ve dallara benzetebiliriz. Sanat, hukuk ve felsefe gibi din de bu dallardan birisidir.
Alman İdeolojisi’nde yazıldığı gibi kültürel üstyapının (gövde ve dallar) kendi başlarına tarihleri yoktur. Zira bunların tarihi ekonomik temelin (yani kökün) niteliğine bağlıdır. Dolayısıyla Marx’ın gövde ve dalları merkeze aldığı asla söz konusu değildir. Marx, meselenin çözümünü ekonomik temele yani ağacın köküne müdahale etmekte görmüştür. Devrimden de, ağacın dallarını budamayı değil köke, ekonomik temele hücum etmeyi anlamıştır. Tartışmanın burada bir yoğunlama yaşadığını anımsatmak isterim. Dinden kurtulmak için dinin kendisine mi yoksa onu ortaya çıkaran ekonomik sosyal temele mi müdahale edilmelidir?
Dine karşı şiddet uygulamak ağacın dallarını budamaya benzer. Ne var ki ağaç, doğanın yasalarına uygun olarak ilk baharda daha güçlü olarak toplumun karşısına çıkar. Bunun yerine (şiddet yerine), aynı zaman da dini felsefeyle, hukukla (yeni dinler) yok etmek yerine onun sosyal, iktisadi temellerini ortadan kaldırmanın felsefesini yapmak gerekir. Bunun ne anlama geldiğini felsefe tarihinden izleyebiliriz. Sunumda verdiğim çizelgeyi burada da paylaşayım.
Rönesans, yani 15. ve 16. yüzyıllar insanın öne çıktığı ve teosantrik açıklamalara karşı hücumların geldiği çağlar oldu. Ne var ki bunu bir ölçüde idealist diyebiceğimiz felsefeler izledi. 17. yüzyıl felsefesini kastediyorum. Descartes, Spinoza ve Leibniz’in felsefesini hatırlatmakla yetinelim. Bu felsefeler esasen akılcı felsefeler olarak materyalizmden geri planda durmuşlardır. Bu felsefelere karşı materyalist atak Aydınlanma felsefesiyle söz konusu oldu. Marx açısından aslında bunların hiç biri sosyalsantrik felsefeler değildir. Bu yüzden bu türden materyalizmler mekanik, kaba materyalizmler olarak adlandırılır. Peki Aydınlanmanın materyalizmi nasıl bir sonuç doğurdu? Öncekilerden çok daha geride olan idealizmleri ortaya çıkardı: Fichte, Schelling ve Hegel.
Din Üzüntüye Karşı Bir Protestodur!
Marx ve din denildiğinde konu “afyon” meselesine gelmezse olmazdı. Bence böyle bir sunumda en son konuşulması gereken bir konudur. Öyle de oldu. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.
Sunumun son kısmında “afyon” ile kastedilenin ne olduğunu açıklamaya çalıştık. Marx’ın ünlü görüşlerinden birisi “din halkın afyonudur” ifadesinin geçtiği bu paragrafta yer almaktadır. Marx için insanın dine yönelmesi alıntıdan da görüldüğü gibi aynı zamanda bir protestodur. Aslında dinin protesto olarak betimlenmesi, dinin halk için afyon olması biçiminde dile gelen düşünceden daha önemlidir. Nedense bizim toplumda, belki dünyada da, tali olan esas olanın yerine geçmiş gibidir.
Marx için sınıflı toplumu yok edemeyen, dolayısıyla onun zulmü altında ezilen, kıvranan insan/insanlık onu bir nevi protesto ediyor. Protestoyu dine sığınarak, gerçeklerden kaçarak yapıyor. Negatif bir protesto da denilebilir buna. Oturma eylemi, açlık grevi, susma, geri çekilme, İndra Gandi misali tavır konuyu anlaşılır kılabilir.
Din ve Ekonomik/Sosyal Temel
Marx’ın din ile olan ilişkisini anlamak için onun yarım bıraktığım entelektüel yaşamını konu ederek bitireyim. Marx, Bonn’da başladığı şiir, edebiyat, hukuk merakını geri plana iterek Berlin’de felsefeye geçmiş ve yazdığı tez ile felsefe doktoru olmuştu. Sanat, edebiyat ve hukuk gibi felsefenin de Marx’ı kesmediği, ikna etmediği çok açıktır. Marx tüm bu kültürel yabancılaştırma unsurlarının gerçek nedenini arıyordu. Çünkü ezen ve ezilenler arasında acımasız bir sınıf mücadelesi yaşanıyordu.
Marx’ın, sınıf olgusuna müdahale etmek için Komünist Manifesto’nun yayınlanmasıyla birlikte siyasete ve devrimci faaliyete geçtiği görülüyor. Ne var ki Marx’ın ilerleyişini ve olup bitenlerin temelini araması siyasetle de son bulmadı. Sanırım onun optiğinde, din başta olmak üzere tüm üstyapı kurumlarına maddi zemin teşkil eden ve kendisinin altyapı dediği ekonomik, sosyal gerçekliğin ta kendisiydi. “Marx ve din” başlıklı hiç bir sunum, bu bakışı dikkate almadıkça, hurafeler ileri sürmekten başka bir işlev görmeyecektir.