İşçi Sınıfı ve Devrimci Sendikacılıkla
DÜNYANIN DİREKSİYONUNA GEÇMEK
Egemen sınıflar gibi egemen düşün, felsefe ve bilim etkinlikleri de yaşamın üreticisi olan, her türden zenginliğin kaynağını teşkil eden işçi sınıfını, emekçileri, onların gücünü, kurumlarını, örgüt ve partilerini ve elbette ki sendikalarını görmezden gelirler. Sendikalar ki en genel çerçevede söylenirse emekçilerin, özel olarak da işçi sınıfının, yani proletaryanın ekonomik, siyasal ve ideolojik formda organize olmuş örgütleridir. Ülkemizle sınırlı olarak söylersek 2015 askeri ve sivil darbelerinden beri geri çekilmek zorunda kalan emek hareketinde son zamanlarda bir hareketlilik olduğunu sanırım çoğunuz gözlemlemişsinizdir.
Bu hareketlerden birisi de Bakırköy Belediyesi’nde yaşanmaktadır. İkamet ettiğim semte yakın bir yerde 350 kişinin grevde olduğu haberi geniş bir kesim tarafından biliniyor. Geçtiğimiz hafta sonu Yaşam Ağacı Derneği’nden bir grup arkadaşla birlikte grevdeki işçileri ziyaret ettik. Bu yazıda kısaca grev ortamından söz edip esasen başlıktaki düşünceyi açıklayacak tarzda sınıf, sendika, kitle ve komünist partisi ilişkisine dair birkaç düşüncemi paylaşmak istiyorum. Aslında grev ziyareti sırasında ve sonrasında not ettiğim konuların haylice kabarık olduğunu da anımsatayım. Bu yazıda ancak bir bölümünü yansıtmayı planlıyorum.
Marksizmin en beylik tezlerinden birisi modern toplumun, üretim aracı sahipleri olan burjuvazi ile mülksüzlerden oluşan proletarya arasında ikiye ayrıldığıdır. Marksizm, bu iki sınıf arasında, başka bir deyişle emek ile sermaye arasında bir savaş olduğunu kabul eder. Bu teoriyi anlaşılır kılmak için Bakırköy belediye işçilerinin grevi örnek verilebilir. İşçinin sağcısı, solcusu, etnisitesi ve cinsiyetinin önemi olmadığı gibi kapitalistin de kim olduğunun önemi yoktur. Çünkü sınıfsal konumlanmaya, karşıtlığa bakmak yeterlidir. Diğeri tabir yerindeyse teferruattır. Hatta adına “işveren” denilen kapitalistin isterse sosyalist, komünist olduğu varsayılsın. Temel durum ve bakış değişmez. Dolayısıyla Bakırköy belediyesinin “sosyal demokrat” olmasının bir önemi yoktur. Her koşulda haklı olan işçilerdir. İşveren (kapitalist) sözcülerinin, işçilerin 10.000 TL ve üzeri maaş aldıklarını kamuoyuna deklare ettiği basında yer bulmuştu. Oysa grevdeki işçilerin verdiği bilgiye itibar edilirse maaşların ortalaması 5.000 TL bile değil. Üstelik üç yıldır toplu sözleşme de yapılmamış.
İktisat Terminolojisi Olarak Sendika, Grev vs.
Şimdi birkaç saatlik grev gözleminden hareketle meseleye felsefi bir projeksiyon tutarak kanaatlerimi yazmak, yazdıklarımı anlaşılır hale getirmek için de grev ortamına atıf yapmakla yetinerek devam edeyim. Grev sözcüğü Fransızcadan geliyor. Bazı kaynaklara inanılırsa sendika olmadığı yıllarda çeşitli biçimlerde örgütlenen ve eyleme geçen işçiler, Paris’in Grev adını taşıyan meydanında toplandıkları için ismin oradan geldiği sanılıyor. Grevin sendikayı öncelediğine dikkat çekmek isterim.
Sendika ise Latince syndic teriminden gelmektedir. Belediye başkanı manasında kullanıldığı ileri sürülmektedir. Sonraları, belirli bir topluluğun çıkarını savunan birlik anlamında kullanıma girdiği anlaşılıyor. Arapçadaki sadaka sözcüğüyle bir ilgisi var mıdır, bilemiyorum. Burada bir özeleştiri anlamına da gelecek şekilde kullandığım “bilemiyorum” ifadesi son derece önemlidir. Çünkü özellikle modern çağda esasen bilinmesi gerekenler iktisadi terimler olduğu halde, genellikle bu terimleri ya es geçiyoruz ya da kenarından dolanıyoruz. Oysa modern kapitalist toplumda egemen sınıfların düşün, sanat ve bilim dünyasını manipüle ederek kitlelerin iktisat terminolojisinden uzak tutulduğu, vurgulanması gereken merkezi bir noktadır. Nihayetinde her türden tez, kural ve teorinin iktisadi ilişkilerden hareketle yapılması durumunda gerçeklik anlaşılabilir. Felsefe, sanat ve bilim gibi siyasetin temeli de burada atılır. İktisada ve üretim ilişkilerine dikkat çekilmeden ortaya konan düşünceler, son çözümlemede hurafeden öteye gidemez.
Üretim faaliyetleri yanında iktisadi/ekonomik terminolojiden kopuk kitlelerin, kendi konum, statü ve bilhassa sınıflarını bilmeleri zordur. Gündelik dilde insanların (halkın) hangi sözcük ve kavramlarla konuştukları, analiz yaptıkları, olayları yorumladıkları son derece önemlidir. İktisadi terminolojiden bihaber olan kitleler (aydın, sanatçı ve yazarlar da dahil) bir de milli ve dini terminoloji tarafından kuşatılmışsa, zaten karmaşık olan dünyanın ve üretim ilişkilerinin aydınlığa kavuşması, kavuşturulması son derece zorlaşır. Grevdeki işçilerin bitişiğinden geçen binlerce insanın duyarsızlığında ve hatta bir kısmının, grevcilere kem gözlerle bakmasında bilinç durumunun ve seviyesinin etkisi bulunmaktadır. İşçilere teğet geçen insanların büyük bir bölümünün emekçi olduğunu düşünürsek, kendi ikizine yabancılaşmış bir toplumla karşı karşıya olduğumuz hemen anlaşılır.
Proletaryanın Gücü Nereden Gelir?
O Durursa Hayat Durur!
Sendika deyince sınıf, burjuvazi, proletarya ve sınıf savaşı akla gelir/gelmelidir. Proletarya dünyada olduğu gibi ülkemizde de nitelik ve nicelik olarak en geniş emekçi ve en devrimci kesimleri içerir. Üretimdeki rolü belirleyicidir. Burjuvazi için birleşecek geniş katmanlar sınırlıdır. Orta sınıf/burjuvaziden söz edilse bile bunlar toplumun küçük bir azınlığını oluşturur. İktisadi ve sosyal tekel ya da ipler büyük burjuvazinin elinde ve kontrolündedir her daim. Bu yüzden birlik düşüncesi, ittifak ve sınıf dayanışması esasen emekçi sınıflar için geçerlidir. Burjuvazi için güç, temelde sahip olduğu devlet, ordu ve her türden silahlı güçler, ayrıca ideolojik aygıtlar din, milliyetçilik/ulusalcılık araçlarından oluşur.
Emekçiler için silah deyince emek gücü ve buna bağlı olarak sendikalar, birlikler, dernekler, yürüyüşler, mitingler, grevler akla gelir. Üretimin asli unsuru olan emekçiler yaşamı ve her türden zenginliği üreten sınıftır. O durursa hayat durur! Komünist partileri, devrimci örgütler, ezilen ulus, cins, inanç ve her türden mağdur konumundaki dinamiklerin çıkarı benzerdir. Bu yüzden birliğin temel koşulları her tarihsel süreçte mevcuttur. Dolayısıyla proletarya sınıfı, bazı kesimlerin sandığı gibi saf, arı, toplumdan izole olmuş bir sınıf değildir. Örneğin, işsizler, ev kadınları, emekçi çocuğu gençlik, öğrenciler, tarım çalışanları, üretim aracına sahip olmayan sanatçı, aydın, düşün ve bilim insanları da işçi sınıfının unsurları arasındadır. Olay ve olguları birbirinden izole etmek Bacon, Descartes gibi filozoflarla gelen liberal bakış açısına tekabül eden analitik felsefeye karşılık gelmektedir. Birazdan Kant felsefesine ve diyalektik felsefeye dayanarak bunun nasıl aşıldığına değineceğim.
Sendikanın Hedefi:
Mekanik Dayanışma Değil Organik Dayanışma
Özellikle tekelci sermaye karşısında üretim araçlarından mahrum bırakılmış toplumsal kesimler veya bırakılma eğilimindeki tabakalar, işsizler, eve mahkum edilmiş kadınlar, geleceği belirsizlik içindeki öğrenciler, iflasın eşiğindeki esnaf, kendini komünizmin davası için çaba içinde bulan aydın ve sanatçılar da proletaryanın bir parçası olarak işlev gördüğünün bilincinde olmak gerekiyor. Proletaryanın sınırlarının geniş olması gibi her türden işçi eyleminin iş yavaşlatma, grev ve genel grev türünden eylemlerin de hinterlandı geniş olmak durumundadır. Grev konusu ve bilinci son derece önemlidir. Bunun, meydanları kaplaması lazım gelirken Bakırköy örneğinde olduğu gibi sınırlı bir mekanda gerçekleşmesi düşündürücüdür.
Sokağa taşma eğilimi göstermeyen, işyeriyle sınırlı bir grevin başarı şansı zayıftır. Mao Zedung’un dediği gibi savunmayı strateji haline getirmiş bir mücadele, yenilmeye mahkumdur. Bir üretim alanındaki grevin, kendisine yakın mahalledeki veya yakındaki köylüleri de etkileyecek, desteğini alacak anlayışta ve güçte olması gerekir. Bakırköy grevini gözlerken yıllar önce çalıştığım fabrikadaki grevi, tanıtmak üzere semtteki kahvelerde halkla birlikte yapılan grev toplantılarını anımsadım. Kitleyle buluşmayan, kitleleri ikna edip yanına almayan, alamayan grevin ve her türden mücadelenin başarı şansı oldukça zayıftır. Halkımız güzel söylemiş: Taşıma suyla değirmen taşı dönmez!
Sendikanın ve organize ettiği grevin, ilişkide olduğu müşteri kitlesini, mahalledeki gençleri, ev kadınlarını harekete geçirmeyi planlamış olması lazım gelir. Buradan bakıldığında Bakırköy grevinin başarıya ulaşması zor görülmektedir. Grev, değil ki Bakırköy halkını harekete geçirme, devrimci-demokratik güçleri de seferber edebilmiş görünmüyor. Üstelik belediyedeki diğer sendika, 1500 işçi işi sürdürüyor ve taşeron olarak çalışanlar da işe devam etmektedir. Şu da var ki, iki üç saatlik gözlem sırasında birçok semtten işçi gruplarının destek ve dayanışma için geldiklerini saptamış olsak da, bence yetersizdir.
Parçalı bakış, küçük burjuva ideolojisinde olduğu gibi kendini bütünün yerine koyar ve grev örneğinde olduğu gibi mekanik dayanışmayı yeterli bulur. Oysa bütünlüklü bakış dediğimiz diyalektik bakış, “mekanik dayanışmadan” ziyade “organik dayanışmayı” geçerli sayar. Dolayısıyla işçi sınıfı, örneğimizde yerel bir güç gibi görünse de gerçekte toplumsal ve hatta evrensel özellikler gösteren bir güçtür. Sendikacılığın, sıklıkla sınıf ve kitle sendikacılığı veya toplumsal hareket sendikacılığı biçiminde betimlenmesi, onun salt ve basit bir işyeri örgütü olmadığını ve amacının da yalnızca ekonomik taleplerle sınırlı kalmadığını ifade etmektedir.
Komünist Partisi-Sendika Diyalektiği
Parti-sendika diyalektiği son derece önemlidir. Bunu Kant’ın epistemolojik anlayışı üzerinden açıklayalım. Kant’ın algı-kavram diyalektiğini hatırlatmak isterim. Kant “Arı Usun Eleştirisi” adlı kitabında “bilgi deneyle başlar” derken çeşitli anlatım biçimlerine başvuruyor. Ona göre deney, kendisine uygun, paralel bir kavramsal zemini gerekli kılmaktadır. Kavram ve kategori zihinde a priori olarak mevcuttur. Algı ve kavramın birliğinden bilgi doğar. Kant’ın slogan gibi dile getirdiği düşünceye göre ‘algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür’! Burada sendikayı kavrama, partiyi algıya benzetebiliriz. Algısı yani partisi olmayan bir işçi sınıfı (sendika) kör, sendikal emek hareketine dayanmayan bir parti boştur! Parti-sendika ilişkisinde her ikisinin özerk ve iradi bağımsızlıklarının olması gerekir. Eğer parti ve sendika özdeş hale gelirse tehlikeli ve hatta yıkıcı sonuçları olur.
Ülkemizde 1970-1980 dönemi, bu açıdan incelenirse konu daha iyi anlaşılabilir. Okuduklarımdan ve ayrıca dönemi deneyimleyenlerden sözlü olarak dinlediğime göre DİSK, neredeyse tüm devrimci sendikacılığı temsil eden kitlesel bir örgüt durumundadır. Türk egemen sınıflarının korkulu rüyasıdır. Dolayısıyla faşist cunta asıl olarak sendikal mücadeleye karşı yapılmıştır da denilebilir. Başta TKP ve TİP olmak üzere Devrimci Yol, Kurtuluş, kısmen Halkın Kurtuluşu gibi (Sovyet yanlısı, HK hariç) siyasal organizasyonlar DİSK ile aynılaşmış durumdalar. Faşist cuntanın sendikal mücadeleyi hedeflediği düşünüldüğünde, sendika yönetiminin de kısa sürede teslim olduğu veya yenildiği dikkate alındığında, onunla özdeşleşen devrimci hareketlerin neden hızlı bir şekilde geri çekildiği ya da “yenildiği” anlaşılır hale geliyor. Politik mücadeleyi, sendikal mücadeleye eşitleyen bu hareketlerin cunta sonrası yıllarda, yasal sınırlar içine girdiği ve sınıf mücadelesini çeşitli bakımlardan “marjinal” sayılan radikal örgüt ve partilerin (öncü savaşı, halk savaşı vs biçiminde) sürdürdüğü anlaşılıyor. Marjinal demek mümkündür bunlara; çünkü bu radikal örgütler var olmaya ve mesafe almaya çalışırken bir tarafta kalmış, kitle ise “öbür tarafta” kalmıştır. Sürece Kürt ulusal hareketinin de eşlik ettiğini biliyoruz ama burada konu Kürt ulusal mücadelesi değil.
Parçalılık hadisesi, felsefenin temel meselesi olarak burada da karşımıza çıkıyor. Kaynağı, temeli elbette ki ekonomik, sosyal olgulardan gelir. Marksist terimlerle söylenirse sınıfın kendisini altyapı, bilinçlenmeyle (epistemoloji) ilgili olan partiyi üst yapı olarak düşünmek de olasıdır. İkisi arasındaki diyalektik ilişkinin bilincinde olmak hem sendikacılığın hem de komünizmin en elzem görevi olur. Ancak bu ilişkinin bilincinde olmak yine Kant’ın ve özellikle Hegel’in diliyle söylersek sınıfı, “kendinde sınıf” (potansiyel) olmaktan çıkarır ve “kendisi için sınıf” (hareket) haline getirebilir. İşçi sınıfı, kendisi için sınıf olmuş ve kendi sınıfının çıkarları için bilinçlenmişse sınıf özelliği ve değeri taşır. Neticede dünyanın direksiyonuna geçmeye hak kazanır. Bu hakkın temelinde “üretenin ürettiğini yönetmesi” ilkesi bulunur: Üreten biziz yöneten de biz olacağız!
Modern toplumun (özellikle kapitalizm) parçalanması, yani sınıflara ayrılmış olması, toplumlara ise sınır çizilmiş olması, bilinci de parçalıyor. Konumuzla sınırlanarak söylenirse kapitalizmde/piyasada farklı sektörlerin ortaya çıkmasına bağlı olarak değişik fikirler yanında kurumlar da kendini var kılar. Mesela sendikalar, tüm sektörlerdeki işçileri hedefleyen çalışmalar yapmak yerine kendi sektörlerindeki, aynı iş kolundaki işçileri örgütlenmeyi hedefler. Buna uygun yapılmış hukuksal düzenlemelere itiraz etmeden mücadele eder. Bu durumda işçileri neredeyse birbirine rakip olmaya teşvik eden bir nevi seksiyonlar ortaya çıkmaktadır. Sendikanın bu özelliği onu, komünist partisinden ayırır ve tabir yerindeyse bir adım geriye düşürür. Sendika, kendisini kitlelerden ve dünyadan soyutladığında “yalnızca sendika” olduğunda doğal ve aktüel gücünü de yitirtmiş oluyor. Bu durumda ‘devrim kitlelerin eseri olacaktır’ argümanı da boşluğa düşmektedir.
Marx, Engels ve Sendikalar
Komünist ‘Sendika’ Manifestosu
Marx ve Engels, işçi örgütlerinin önerisiyle yazdıkları metne “Komünist ‘Sendika’ Manifestosu” demeyi değil “Komünist ‘Parti’ Manifestosu” demeyi tercih ettiler. 1870’li yıllara dek sendikaları yücelttiklerini saptamak mümkündür. Bu süre zarfında anarşizm ve Proudhon gibi akım ve kişilere karşı sendikaları yüceltmişlerdir. Sonraki yıllarda ise sendikalara belli bir mesafe konulmuştur. Daha doğrusu sendikaların, komünist ilkelerin gerçekleşmesine katkı sunduğu oranda değerli olacağı düşünülmüştür. Buna göre ulus devlet mantığı içinde “milli bilinç” tarafından kuşatılmış olan sendika üyesi işçilerin enternasyonal ve sosyalist bir işçi bilinci edinmeleri gerektiği savunulmuştur. Daha sonraki yıllarda Marx ve Engels, sendikaların sistemi değiştirmeyi hedeflemediği sürece, kapitalizmin ömrünü uzatmaktan başka bir işlev görmeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
Marx’ın ölümünden sonra Engels sendikalarla daha da yakından ilgilendi. Her ikisi de “sendika bürokrasisinden” şikayetçiydi. Komünist bilincin sendikalar içinde geliştirilmesi gerekirdi. Aksi halde sendikalar “emek polisi” olup sermayenin jandarmalığını yapan kurumlar haline gelir. Marx ve Engels’ten sonra çok bariz bir şekilde ortaya çıkan “sarı sendikacılık” ve “sendika ağası” gibi terimler Marx ve Engels’in öngörülerini doğrulamıştır. Marksizmde sendika sorunu 20. yüzyılda da sürdü. Rosa Lüxemburg, sendika aracılığıyla Bernstein tarafından savunulan reformculuğa karşı “Reform mu Devrim mi” adlı yazısıyla devrime vurgu yapma ihtiyacı duymuştur.
Marx ve Marksizm açısından devrimin, işçi sınıfının doğasına uygun olduğu düşünülmüştür. Marx ve Engels daha gençlik yıllarında işçi örgütlerinin, sendikaların görevini ücretleri korumak veya onu yükseltmekle sınırlandırmaya çalışan İngiliz liberallerini eleştirdiler. Çünkü sınıf, ücret artışı için mücadele etmekle sınırlanamazdı. “Alman İdeolojisi”nde, Marx ve Engels şöyle diyordu: “Bir araya gelen ve greve giden küçük bir işçi azınlığı bile çok geçmeden kendilerini devrimci bir tarzda hareket etmeye mecbur edilmiş durumda bulurlar. Bu gerçek İngiltere’deki 1842 ve Galler’deki 1839 ayaklanmalarından herkes tarafından öğrenilebilirdi.”
Sendikal Bilinç Sınıf Bilinci Değildir
Marx ve Engels’e göre işçi sınıfı ekonomik talepleri önüne amaç olarak koysa da siyasal talepler, örneğin genel oy hakkı gibi talepler peşinden gelir ve gelmiştir de. İşçi sınıfı bir bakıma doğası gereği konumunu ve gücünü bilmeye, bilinçlenmeye, bunları açığa çıkartmaya yazgılı olmuştur. Bu gücünü bildiği için en eski çağlardan beri “sermayeye” karşı direnme, ayaklanma, kısmi ve genel iş bırakma, toplu greve gitme gibi eylemlere başvurulmuştur. Bu açıdan komünist partisi, işçi sınıfının ilk durağı olmamıştır da denilebilir. İşçi örgütleri, sendikalar, komünist partisini öncelemiştir. Bu ardışıklığa uyarak grevin de sendikaları önceliğini ileri sürüyoruz. Yani eylem (pratik) teoriden ve kurumdan evvel geliyor. Marx ve Engels’in, sendikal faaliyetlerin tarihsel süreçte değişik özellikler gösterdiğine vurgu yapması gibi Lenin de vurgu yapmıştır.
Lenin için de sendikalar ekonomik amaçlı davransalar da; Lenin devrimci durum yükseldiğinde sendikal mücadelenin politik bir boyut kazandığını söyler ve 1905’teki grevleri örnek olarak anar. Ona göre 1905 Ocak ayı başındaki Petrograd Putilov Fabrikaları’ndaki grevler Bolşeviklerin bir yönlendirmesi olmaksızın kendiliğinden ortaya çıktı. İşçideki “içgüdüden” söz eden Lenin de işçilerin doğası gereği bilinçlenmeye, direnişe, değişime yatkın ve açık olduğunu kabul eder. Bana göre Lenin’in bu yaklaşımı, Kaustky’den hareketle işçi sınıfına “dışarıdan bilinç taşıma” biçiminde geliştirilen tezden daha kuvvetlidir. Lenin için nihayetinde sendikal bilinç, sınıf bilinci değildir. Hatta ona göre devrimci olmayan dönemde baskın olan sendikal bilinç, burjuva bir karakter taşır. Rosa Lüxemburg da benzer görüşler savunmuştur. Her iki komünist için de sendikalizm, sosyalizm değildir. Komünizm açısından bakıldığında sosyalist amaçlar taşımayan, sistemi yıkmayı, iktidar olmayı hedeflemeyen bir işçi hareketi, burjuvaziye payanda olmaya mahkumdur.
İşçi Sınıfı Bilincinin Oluşması
Son zamanlarda (Aralık 2021) genel olarak dünyada, özel olarak da ülkemizde ve yerelde ise Bakırköy belediye işçilerinin grevinden hareket ile yazdığım metni, işçi sınıfının bilinçlenme sorununa dair olası bir epistemolojik modeli açıklayarak bitirmek istiyorum. Engels, ekonomik, politik ve teorik sınıf mücadelesinden söz eder: Üç tür sınıf mücadelesi. Keza Lenin de 1913’te yazdığı bir makalede ekonomik, politik ve ideolojik mücadeleye vurgu yapıyor ve bunlar arasındaki diyalektik bağa dikkat çekiyor. Bu üç alan, esasen Marksizmin üç bileşeninden kaynaklanmaktadır: İngiliz ekonomi politiği, Fransız sosyalizmi ve Alman diyalektik felsefesi. Zinciri oluşturan üç halka denilebilir bunlara.
Kanaatim odur ki, sınıf bilincinin oluşması halkalar ve momentler biçiminde ortaya çıkarak döngüsel bir çevrim görüntüsü ortaya koymaktadır. İnsanın, dolayısıyla konumuz olan işçinin yaşamda kalabilmesi için zorunlu, temel gıda ve ihtiyaç maddelerine gereksinimi vardır. Buradaki zorunluluk insanın harekete geçmesini gerekli kılar. Yani zorunluluk Hegel’in sandığı gibi tin, ruh ya da aklın (geist) bir sonucu olarak değil tamamen zorunlu, somut, insani ihtiyaçlardan kaynaklanır. Bu süreçte emekçi dediğimiz kişi, bilmenin öznesi haline gelir. Bu birinci süreç ekonomik mücadele uğrağı olarak bilinmektedir. İşçi bu aşamada ekonomik ihtiyaçlarını karşılama yollarının farkına varır. Bireyden topluma, tek işçi anlayışından sınıf bilincine bağlanır. Bu farkındalık ekonomik mücadelenin yetersizliğini görmesine imkan hazırlar. Çünkü yaşam standardı yükselse bile emek gücüne yabancılaşma sürmektedir.
Süreç içinde mücadele, ekonomi kategorisini aşar. Yeni moment, siyasal mücadele alanıdır; ikinci halka diyeceğimiz bu alandaki özne komünist partisidir. Artık sendikal mücadele yanında politik mücadelenin de içinde kendini bulan proletarya, bilinçlenme için daha geniş olanaklar bulur. Komünist partisinin önderliğindeki çalışmalar çok yönlü olmak durumundadır. Ücretlerin korunması veya artırılması meselesi değildir sorun, dünyanın değiştirilmesidir artık. Partinin bilim, politika, felsefe ve sanat/estetik konusunda tüm ihtiyaçları karşılayacağı varsayılır. G. Politzer’in çalışmalarını hatırlatmakla yetiniyorum.
Proletarya, üçüncü halka diyeceğimiz bu süreçte yalnız kendinden değil tüm dünyadan sorumlu olduğunun bilincine varır ki, bu noktada ortaya çıkan bilince felsefi-ideolojik bilinç diyoruz. Bilgili insan, daha doğrusu bilinçli insan derken de felsefi-ideolojik bilinç edinmiş insanı anlamak gerekir. Bu bilinç, ekonomik mücadelenin, bir gereklilik ve başlangıç olduğunu görmekte zorluk çekmez ve yeniden daha yüksek düzeyde kendini inşa ederek üçlü çevrime katılır.
Yabancılaşmayı Daha da Derin Yaşayanlar
Bakırköy belediye işçilerinin grevinden ayrılmak üzereyken, gördüğüm manzaralardan birisi de gazeteci ve televizyoncu kılığına girmiş beş altı kişilik sivil polis topluluğu oldu. İşçileri, grevi desteklemek için alana gelen dost grupları, ellerindeki kameralarla kaydederek görevlerini yapıyorlardı. Saldırgan, saldırgan olduğu kadar da masum yüzlüydüler. Karmaşık bir ruh halindeki durumlarına bakılırsa, belki de hayal dünyalarında bu grevdeki işçiler sayesinde ekmek yiyip yemediklerini tartışıyorlardı. Kimisi kirayı nasıl ödeyeceğini, kimisi oğluna nasıl bir iş bulacağını düşünürken birinin de hayalinde belediyede zar zor işe girmiş kızının görüntüsü canlanıyordu.
Kim bilir, belki de modern kapitalist toplumda yabancılaşmayı daha da derin yaşayan polis, asker, zabıta ve güvenlikçi gibi meslek sahiplerinden oluşan bu kesimlerin, olası bir emekçi devrimine ve dünyanın direksiyonuna geçmeye herkesten daha fazla ihtiyaçları var.