Sanat Ve Edebiyat Bağlamında
GÖÇMENLİK VE IRKÇILIK SORUNU
Kimisini vatanından ayırdın
Kimisinin gül benzini soldurdun
Kimisini gelmez yere gönderdin
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm
Karacaoğlan
İnsanlığın en eski sorunlarının başında gelen göçmenlik meselesi son yüzyılda kendisini daha da belirgin hale getirmiştir. E. Said’in yaklaşımına göre 21. yüzyılın başlarındaki gelişmelere bakılacak olursa bu yüzyıl da tıpkı 20. yüzyıldaki gibi “göçler yüzyılı” olacaktır. Göçmenlik olgusunu “sınıflı toplum uygarlığı”nın bir ürünü olarak değerlendirmek kaçınılmaz görünüyor. Konunun sınıfsal ilişkilerden kaynaklandığı ve sınıf ilişkilerini etkilediği düşünüldüğünde siyasetten sosyal bilimlere, felsefeden konumuz olan sanat ve edebiyata dek pekçok düşün ve estetik disiplinini yakından ilgilendirdiği ve bazı noktalarda örneğin sanat ve edebiyat için belirleyen olduğu da hemen anlaşılacaktır. Aslında konu çok farklı tarihsel kişilerin ve disiplinlerin yöneldiği bir güncel meseledir. Örneğin bir göçmen olan Aristoteles’in konuya ilgisi gibi sanat eleştirmenlerinin “göç edebiyatı” biçiminde sayfa açmaları da manidardır. Makale içinde bunların detayına ilişkin açıklamalar yapacağım.
“Uygar toplum” öncesi herkesin olan dünyanın, “uygar dünya” ve “modern dünya” ile birlikte parçalara ayrıldığı anlaşılmaktadır. Bu parçalanmanın ilk biçimi olarak sınıfları görüyoruz. Sınıfsal karşıtlıklar, zaman içinde cinsler arası ayrışmayı; ayrıca dinler arası, milletler arası ayrışmayı da tetiklemiştir. Devamında ırklar arası ayrışma türünden parçalanmalar da ortaya çıkmış ve bunlar bazen birbirini izlemiş bazen de birlikte var olmuşlardır. Düşün ve bilim etkinlikleri gibi sanat ve edebiyat çalışmaları da tüm bu yaşamın somut yanını gözeterek varlık kazanmış ve estetik ürünler ortaya çıkarılmıştır. Bu çok boyutluluk dikkate alındığında denilebilir ki göçmenlik olgusu çok genel bir kavram olmakla birlikte, göçmen kişi ve grupları işaret etse de şu kavramlarla birlikte bir set (kavram seti) oluşturulduğu açıktır: Yabancı, sürgün, sığınmacı, mülteci (iltica etmiş kişi), kaçak göçmen, millet, ırk, ırkçılık vs.
Göçmenlik, Sürgün ve Mültecilik
Milliyetçiliği ve Irkçılığı Tetikliyor!
Kavramsal olarak ortaya konulan bu epistemolojik olgular bizi bunlara temel teşkil eden maddi yapıyı, ontolojik gerçekliği açığa çıkartmaya ve çözümlemeye götürür. Dolayısıyla bu metinde göçmenlikten hareketle ırkçılık ve sanat ilişkisine dair görüşlere yer verme niyetindeyim. Şurası açık ki, göç edebiyatından söz ettiğimiz gibi sürgünlükten ve “sürgün edebiyatı”ndan da söz edebiliyoruz. Elbette tüm bu açıklamaları yaparken politik olanla bağ kurmak zorunlu görünmektedir. Mesela felsefe tarihinin bilinen ilk sürgün cezası alan kişisi Sokrates olmuştur. Bu yüzden sürgünlüğün yalnızca modern döneme özgü olduğu da söylenemez. Pre Rönesans dönemin temel edebi metni sayılan İlahi Komedya adlı eseri yazmış olan Dante Alighieri de (1265-1351) yurdundan sürülmüş bir sanatçı olarak sanat ve edebiyat tarihineki yerini almıştır.
Sınıflı uygar toplum, sınıfsız toplumdan bir kopuş, bir yabancılaşma anlamına gelir. Bu kopuşla birlikte maddi değerlerin ve ilişkilerin ideolojik biçimde yapılandırılması da kendine temel bulmuştur. Bir yerden bir yere geçme, bölge değiştirme ilkel toplumlar çağında gayet doğal bir durum iken uygar toplumda sosyal yaşam alanını değiştiren kişinin adı “yabancı” olmuş ve bu olgu, Marksist terminolojide yer alan yabancılaşmanın da başlangıcı olmuştur. En ilkel diyeceğimiz devletler bile bu yabancılaştırma unsurunu sürgün uygulamasıyla sürdürmüştür. Uygarlık, modern hale geldikçe “yabancı”, “sürgün”, “göçmen”, “mülteci” türünden gruplar da ortaya çıkmıştır. Bu grupların yaygınlık kazanması, bunlara karşı toplumsal çevrelerin de oluşmasına neden olmuştur halen de olmaya devam ediyor. Dolayısıyla göçmen, mülteci ve benzer grupların ortaya çıkması milliyetçi ve ırkçı eğilimlerin ortaya çıkmasının da temelini teşkil etmektedir. Bu yüzden de sermaye tarafından manipüle edilen milliyetçi ve ırkçı uygulamalar esasen yabancı olarak betimlenen sürgün, mülteci, göçmen olarak bilinen topluluklara karşı yapılıyor.
Sürgünde Sanat ve Edebiyat Üretimi
Sorunun kültür, düşün ve sanata yansımasına geçmeden değinmek isterim ki, anılan kavramlar da sıklıkla yanlış kullanılıyor. Göçmen, insanların kendi istedikleri yerden bir başka coğrafyaya, mekana, ülkeye veya kente gönüllü olarak yerleşmesidir. Mülteci, savaş ve saldırı nedeniyle ülkesinden ayrılmak zorunda kalan ve sığındığı ülkede kalma hakkı kazanan kişilere denir. İlticacı ile eş anlamlıdır. Türkiye emekçi sınıfları, muhalif aydınlar ve komünistler iltica gerçeğiyle en yoğun olarak 1980 faşist darbesinden sonra tanışmıştır. Ülkeden ayrılmak zorunda kalan geniş bir kitlenin içinde sanat, müzik ve edebiyat insanları da bulunmaktadır. Yılmaz Güney, Muzaffer Oruçoğlu, Nihat Behram, Ali Asker ve Emekçi gibi sanatçıları anmakla yetiniyorum. “Duvar” filmi mültecilik ya da sürgün koşullarında yapılmıştır. Oruçoğlu Kangurular ve Brunswick Delileri adlı eserlerinde, Behram ise Gurbet adlı romanında göçmen, sürgün ya da mülteci konumundaki insanların durumunu ele alır. Ali Asker’in Sürgün adlı eserinde şu sözler yer almaktadır:
Sürgün, bir ağacın kökünün ve yapraklarının
Kendi yaşam alanları olan
Hava ve toprakla bağlantısının kopmasına benzer
Sıladan alınır kara haberler
Bir bir vuruluyor bizim neferler
Gurbetten alınır kara haberler
Bir bir toplanıyor kırmızı güller
Bitmez deme, bitecek sürgün
Bitmez deme, bitecek sürgün
Kor gibi yanar, yanar yürekler
Kor gibi yanar, yanar yürekler
Göçmenlik kavramına bağladığımız kavramlardan birisi de sürgün’dür. Bu kavramlar arasında göçmenlik ve sanat-edebiyat dediğimizde büyük farklar olmasa da, yine de birbirine karşı özgün özellikler gösterdikleri ortadadır. Mesela sürgün, yasal düzenleme ile bir vatandaşın ülke içinde yer değiştirmesi veya ülkeden başka bir ülkeye bir süreliğine uzaklaştırılması, sürülmesidir. Marx ve Engels başta olmak üzere sınıf mücadelesi tarihinde bunun örnekleri çoktur. Osmanlı-Türkiye sanat ve edebiyat tarihinde sürgüne gönderilmiş nice düşün, sanat ve edebiyat adamından söz edebiliriz. Bu bağlamda iki noktaya dikkat çekmek gerekiyor. İlki Marx ve Engels’in, göçmenlik, sürgün veyahut da mültecilik sorununa doğrudan yönelmedikleri, bu sorunları sınıf mücadelesinin direk uzantısı olarak ele aldıklarının biliniyor olmasıdır.
Marx ve Marksizm açısından kapitalizm gibi sömürücü dünya sistemi var olduğu sürece bu kategoriler var olur. Çünkü sermaye iki türlü çıkar elde ediyor bu yabancılaştırma yöntemiyle. Hem göçmen işçi sayesinde büyük sermayeye ucuz işgücü sağlıyor. Zira göçmen, gittiği ülkedeki işçi sınıfını büyüterek yedek iş gücü ordusuna dönüşüyor. Hem de, sermaye ülkesinden çıkarttığı muhalifler sayesinde nefes alıyor. Marx “İrlanda Sorunu” üzerine yazdığı metinde İrlandalıların İngiltere’ye yaptıkları göçün etkilerini incelerken yerli işçilerin ücretlerindeki düşüşe dikkat çekmektedir. Bu düşüş, yerli işçilerin ve halkın göçmen işçilere karşı tepkisine neden olurken bazen de ırkçı saldırılara temel teşkil etmektedir.
Milliyetçi ve Irkçı Uygulamalar
Sanat ve Edebiyatı Devrimcileştirir!
Göçmen, sürgün ve mülteciliğin ikinci sonucu ise sanat ve edebiyat açısından daha önemlidir. Yabancı ülkede yapılan sanat ve edebiyat yukarıdaki örneklerde olduğu gibi içerik olarak göçmenlik ya da yabancılık temaları üzerinden kuruluyor. Yeni içerikte bir sanat ve edebiyat doğuyor diyebiliriz. Yabancılık duygusu ve buna bağlı olarak “yabancı” konumundaki (göçmen, sürgün, mülteci vb) kişi ve gruplara karşı izlenen “pis yabancı”, milliyetçi ve ırkçı yaklaşımlar bir bakıma sürgünde yapılan estetik çalışmaların yeni, yaratıcı ve radikal olmasının da temel nedeni olmuş oluyor. Mesela halk ozanı Emekçi’nin göçmen ve ilticacı sorunlarını konu alan birçok müzik eserinden birine atıf yeterli olabilir. Dört dörtlük ana usül üzerinden bestelenmiş olan ve arka planda koronun eşlik ettiği “İlticacı kardeşim” adlı eserin girişinde şu sözler yer alıyor:
Geldi Alamanya’ya
İlticacı kardeşim
Mahçup bakar dünyaya
Çalışır angaryaya
Ne dil bilir ne de yol
İlticacı kardeşim
İlticacılık meselesi daha modern bir konu olmakla birlikte sürgün ve göç fenomeni belirttiğimiz gibi kadim bir fenomendir. Bu yüzden de sınıf dinamiğinden ve sınıf mücadelesinden ayrı olarak ele alınamayacağını söylüyoruz. Milliyetçiliğin ve ırkçılığın kaynağı da burada yatmaktadır. “Üstün milletler”, “üstün ırklar”, “tarihsiz halklar” gibi kavramların temelinde de aynı olgu durumu bulunmaktadır. Bu parçalanma, esasen emekçi sınıfların birliğini bölmek için teorileştirilir ve keskinleştirilerek yürürlüğe konulur. Yürürlüğe konulduğunda 30 Temmuz 2021’de Konya’da olduğu üzere Kürt katliamları gerçekleşir. Böylesi süreçlerde renk, cins, bölge, ülke, din ve etnisite farklılığı doğal olmaktan çıkar ve toplumsal grupların bir kısmını aşağılamaya, kine ve nefrete dönüşür. Bu kin ve nefret ülkemizde de sık sık gördüğümüz üzere katliamlar biçiminde somutluk kaznır. Konunun tarihsel derinliği var demek ki, kısaca değinmek yararlı olabilir.
Irkçılığın Epistemolojik Kaynakları
Ütopya’daki “Pis İşler” ve Yabancılar
Aristoteles’in köleler ve kadınlar yanında yabancıları da insan (vatandaş) yerine koymadığını belirtmek isterim. Yeniçağ düşünürleri de ondan geri kalmadı. Mesela içinde “komünist unsurlar” da barındırdığı düşünülen ve T. Morus gibi bir hukukçu tarafından yazılmış olan Ütopya adlı eserdeki betimlenen toplumda, kötü ve pis denilen işleri “yabancılar” yapmaktadır. Yazarın söylediği uygulamaları bugün de göçmenlik bağlamında tüm dünyada izleyebiliyoruz. En kötü ve pis işlerin “yabancı” konumundaki emekçilere, üstelik düşük ücretler ödenerek yaptırıldığı bir sır değildir. Büyük filozofların toplumsal, epistemolojik görüşleri de dudak uçurtan cinstendir. Örneğin liberal düşüncenin ve felsefenin kurucusu ünvanını alan j. Locke’un Amerikan yerlilerine bakışı, tıpkı Aristoteles’inki gibidir: Amerikan yerlileri insan değil. David Hume, “Ulusların Karakteri” adlı denemesinde “siyah” ve “öteki yaratıklar” dediği toplulukları beyazlardan aşağıdaki varlıklar olarak betimliyor. Büyük Alman filozofu İ. Kant da ondan geri kalmaz. “Güzel ve Yüce” üzerine yazdığı eserinde Afrikalı siyahların doğadan akıl ve zeka almada yetersiz olduklarını ileri sürmektedir.
Hegel, Tarih Felsefesi adlı çalışmasında ötekileştirmeyi daha da ileri götürür ve Afrikalılar için “insanlığın yüz karası” deyimini kullanır. Keza Nietzsche de bu çizgiden ilerleyerek “üst insan”a ulaşmaya çalışır. Ona göre insanlar übermensh (üst insan) olanlar ve olmayanlar olarak iki kampa ayrılmaktadır. Tüm bu burjuva düşün ve felsefe geleneğinden Hitler, Mussolini, Mustafa Kemal, Salazar ve benzerlerinin yeterince “ilham” aldığını düşünebiliriz. Zira 1930’lu yıllarda kafatası ölçümleri yapılarak “bilimsel milliyetçilik” türünden ırkçı teorilerin peşine düşülmüştür. “Bir Türk dünyaya bedeldir” biçiminde özdeyişler türetilmiştir.
Sanat ve düşünce çalışmaları doğaldır ki, yaşamdaki çelişki ve karşıtlıklar üzerinedir. Statik olana değil dinamik olana yönelme belirgin eğilim olarak durmaktadır. Bu yüzden sanat ve edebiyatın sınıf, cins, millet, din, mülk, ırk gibi konulara yoğunlaşması doğaldır. Sanat ve edebiyatın bu temaları ele alırken konuya taraflı bakıldığını saptamak zor olmuyor. Filozofların yaklaşımlarından da bu taraflılığı anlamak zor olmasa gerek.
Milli Sanat ve Edebiyatın Yapılandırdığı Kitleler
Nazım Hikmet’in Enternasyonalizmi
Ana akım (burjuva, feodal) sanat ve edebiyatın milliyetçi ve ırkçılığın yayılmasında daha da büyük bir “katkı” sunduğu söylenebilir. Bilhassa ulus devletlerin oluşum sürecinde büyük ve ezen milletlerin ve ırkların neden üstün olduklarını estetik yöntemlerle “kanıtladıklarına” tanık olmaktayız. Örneğin milli İngiliz, Fransız veya Türk edebiyatında hakim ulusun üstünlüğünü, diğer ulusların ise aşağılandığını izleriz. Milliyetçi tarih yazımı ve tarihi romanlar üzerinden ortaya çıkan “milli edebiyat” türünden eserler çoğu zaman ırkçı karakterdedir. Bu sanat ve edebiyat eserlerini milli devlet, milli eğitim aracılığıyla edinen kitleler, her zaman olmasa da, ırkçı bir ruhsallığın içine girerler. Buna birazdan M. Emin Yurdakul örneğiyle değineceğim.
Milli sanat ve edebiyatın yapılandırdığı kitleler, kendi komşularını, iş arkadaşlarını, aynı sınıftan toplumsal grupları ötekileştirip, şeytanlaştırarak işi lince ve katliama kadar vardırırlar. Milliyetçi ve ırkçı saldırılar, anti tezini de birlikte getirir. Milliyetçi ve ırkçı politikalara ve pratiklere maruz kalan toplumsal gruplar, düşün ve sanat adamları emekçi sınıflar yanında pozisyon almaya yatkın olurlar. İki örnek vermekle yetineyim. Birisi Amerika ile ilgilidir. ABD Komünist Partisi’nin yönetici kadroları, üye ve taraftarlarının büyük çoğunluğu -1920’li yıllarda- göçmen, sürgün ve ilticacılardan oluşmaktaydı. Bu realite günümüzde, sınıf mücadelesine emekçiler cephesinden büyük bir olanak yaratıldığını göstermektedir. Komünist örgüt ve partiler dezavantajmış gibi görünen parçalanmayı birliğin, bütünlüğün ve harekete geçmenin güçlü bir bileşenine hatta temeline diyeyim, dönüştürebilir. İkinci olarak da kendisi de bir mülteci olan Nazım Hikmet’in enternasyonal tavrını anmak gerekir. Büyük şair Sovyetler Birliği’nde sürgündeyken yazdığı bir şiirde şöyle seslendi:
ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda
sizin ordakiler gibi tıpkı
benim orda arslanın ağzındadır ekmek
ejderler yatar başında çeşmelerin
ve ölünür benim orda ellisine basılmadan
sizin ordaki gibi tıpkı
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
Irkçı ve Milliyetçi Saldırılara Maruz Kalmak:
Kürt, Suriyeli, Arap, Afgan, Türkmen
Sınıf bakış açısından yöneldiğimizde görüyoruz ki sosyal ve siyasal güçler konumuz bağlamında iki karşıt kutba ayrılmış durumdadır. Birisi sermayenin lehine olmak üzere egemen sınıflardan, dolayısıyla da milliyetçi ve ırkçılık yanlısı bir konumdadır. Diğeri ise emekçi sınıflar yanında, dolayısıyla milliyetçilik ve ırkçılık karşıtı eğilimdir. Buna göre iç ve dış politikaların belirlenmesinde göç olgusunun merkezi bir önemi bulunmaktadır. Bu yüzden de göç meselesinin tarihsel boyutuna ilişkin çeşitli uğraklardan söz etmemiz gerekir. İlk moment olarak, Rönesans koşullarında, Avrupa’ya doğru akan ve yönlendirilen göçleri görüyoruz. İkinci moment olarak Amerika merkezli bir göç akışını saptamak mümkündür.Üçüncü moment için Dünya savaşları sonrası ortaya çıkan göçleri saptıyoruz.
Yeni ve dördüncü uğrak ise 2000 sonrası ortaya çıkan hareketliliktir. Özellikle “Arap baharı” ve bilhassa Suriye savaşından sonra ortaya çıkan göç, mülteci ve sürgünlük sorununun yüksek evresini temsil ediyor. Bu arada yarım asırdır süren Kürt Savaşı’nın da göç, mülteci ve sürgün sonuçları küresel düzeyde sonuçlar doğurmuştur. Ülkemizde son yıllarda yaşanan ırkçı saldırıları, ezilen Kürt ulusu çerçevesinde değerlendirmek olasıdır. Aydınlara yönelik ırkçı saldırı örnekleri içinde Musa Anter, Hırant Dink, Ahmet Kaya ve Tahir Elçi ilk aklıma gelenler. Konu baştan da söylendiği gibi aktüeldir. Nitekim bu aktüel hadiselere, son on yıldır görüldüğü gibi başta Suriyeliler olmak üzere Afgan, Arap, Türkmen topluluklara uygulananları da eklemek zorunludur. Ezilen uluslara uygulanan ırkçı saldırılar, bunlara karşı devrimci bir sanat ve edebiyat kategorisinin ortaya çıkmasını da birlikte getirmektedir. Süreç diyalektik bir biçimde çalıştığı için milliyetçi, ırkçı saldırılar antitezini de birlikte getiriyor. Buna göre son yıllarda güçlenmekte ve gelişmekte olan bir Kürt sanat ve edebiyatının varlığını da bu noktadan kalkarak açıklayabiliriz.
Milli ve Irkçı “Edebiyat”
Sahte Kahramanlar, Sahte Tarihler
Milliyetçiliğin ve ırkçılığın yaşamın, politik arenanın ve estetik dünyanın birçok alanında sürdüğü aşikardır. Sanat, edebiyat, medya, spor dünyasında ve akademik dünyada izini sürmek mümkündür. Emperyalist ülkelerde olduğu gibi sömürgelerde de görülmektedir. Yirminci yüzyılda yani emperyalizm ile birlikte bir çıta daha yükseldiği söylenebilir. Ulus devlet asıl kaynaklardan birisidir. Bu devletler koşulladıkları sanat ve edebiyat aracılığıyla sahte tarihleri, sahte kahramanları, yalan efsaneleri bir topluluğun özüymüş, doğasıymış gibi sergilerler, devlet gücüyle de dikte ederler diyebiliriz. Dünya tarihinde bunun nice örnekleri vardır. En masum sayılacak filozoflar topluluğunun bile inanılmaz ifadeler kullandıkları yukarı da belirtildi. Bizim tarihimizden milliyetçi ve ırkçı “edebiyat” için çok örnek verilebilir. Yalnız M. Emin Yurdagül’ün bir dörtlüğünü paylaşmakla yetineyim:
Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim
Milliyetçi ve ırkçı entelektüel vurgulara, bu çerçevede kurulmuş suç örgütleri eşlik etmektedir. Türk ulus devletleri gibi benzer devletler ve özellikle Amerikan tarihi nice ırkçı-faşist örgütler tarafından gerçekleşen linçler, saldırılar, katliamlarla doludur. Irkçı, milliyetçi, faşist saldırıların, en demokratik denilen devletlerde bile ortaya çıkıyor olması düşündürücüdür. 1865’te kurulan Ku Klux Klan çetesi siyah karşıtı, beyazın üstünlüğünü savunan ve bunun için linçler organize eden gizli örgütü anmak yeterlidir. Zira bu örgüt yüzlerce ırkçı örnekten yalnızca biri olarak burjuvazinin kara tarihindeki yerini almıştır. Türkiye de dahil olmak üzere sömürge ülkelerde, emperyalizm tarafından kurulan ulusal devletler işte bu modellerden epeyce yararlanarak kendi topraklarında adeta bir “linç kültürü” yaratmışlardır.
Irkçılık Karşıtı Sanat ve Edebiyat
Sosyal yaşam gibi sanatsal ürünler de sınıf ilişkilerinden, mülkiyet şekillerinden, sosyal ve ekonomik realitelerden doğrudan etkilenir. Sanat ve edebiyat dediğimiz de son çözümlemede bu düzeneğin temsili anlamına gelmektedir. Devrimci-karşı devrimci eğilimler olsun, ırkçılık ve ırkçılık karşıtı eğilimler olsun birlikte ve karşıtlık içinde var oluyor. Diyalektikte zıtların birliği ve çatışması denilen ilke budur. Bu durumun sanat ve edebiyattaki görünümüne örnekler vererek bitirmek istiyorum. Sinemanın ilklerinden sayılan, 1915’lerde çekilmiş olan “Bir Ulusun Doğuşu” (The Birth of a Nation) adlı filmde, beyaz yüceltilirken siyahlar aşağılanarak ırkçılığa hizmet edildiği söylenir. Hakim sanat ve edebiyatın ırkçılığa destek veren bu hizmeti günümüzde de sürmektedir. Irkçılık yanlısı sanat ve edebiyatın karşısında ırkçılık karşıtı, devrimci estetik yer almaktadır. Devrimci yoldan ilerleyen bu sanat ve edebiyat ırkçılık meselesini sınıf analizi içinde ele alarak onu tarih sahnesinden tümüyle kaldırmayı hedefine koyar. Bu yoldan ilerleyen sanatçılardan birisi olan Yılmaz Güney’in Duvar’ı çekerken söylediği “biz sonsuza dek gurbette kalıp gurbet türküleri söylemek istemiyoruz” sözü hala kulaklarda çınlamaktadır. Son olarak milliyetçilik ve ırkçılık karşıtı olarak çekilmiş “Direniş” adlı filmi yad etmek istiyorum. Sanat ve edebiyat çalışmaları, insanların estetik mücadelesi sınıf mücadelesinin gelişmişliğine paralel olarak yürümektedir. Sınıf mücadelesinin giderek emekçi sınıflar lehine yükselişe geçeceğini ve geçtiğini düşünürsek ırkçılık karşıtı sanat ve edebiyatın da yeni boyutlar kazanarak ilerleyeceğine inanabiliriz