SOSYALİST GERÇEKÇİLİK / SOSYALİST SANAT
Estetiğin ya da sanat felsefesinin alanına girdiğimizde sıklıkla karşılaştığımız tartışmalar içinde belki de birinci sırada geliyor gerçekçilik meselesi. Gerçekçiliğin felsefi, politik, bilimsel ve sanat alanlarındaki anlamlarında benzer boyutlar olsa da hepsinde aynı anlamın söz konusu olduğunu söylemek zordur. Klasik gerçekçilikten söz edildiği gibi eleştirel gerçekçilikten ve toplumcu/sosyalist gerçekçilikten söz etmek de olasıdır. Çağlara ve filozoflara göre de kavramın anlamında kaymalar yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Okuduğunuz metinde tüm bu konularda detaya girmek niyetinde değilim. Konuya bilhassa sanat açısından yaklaşırken, hareket noktası olarak da Ernest Fischer’in “Sanatın Gerekliliği” adlı çalışmasını metne rehber yapmak istiyorum.
Toplumculuk Gerçekçilikten Daha Güçlüdür
Eleştirel gerçekçiliği aşan, bazı hallerde ona karşı bir sanat anlayışı olarak ortaya çıkan toplumcu gerçekçilik ifadesini ilk kullanan Maksim Gorki oldu. Giderek Marksist kuram ve estetik içinde kendine merkezi bir yer edindi bu konu. Fischer açısından bu ifadede asıl vurgu gerçekçiliğe değil toplumculuğadır. Bu yüzden de toplumcu gerçekçilik yerine toplumcu sanat denmesi daha doğrudur. Bu nokta önemlidir; çünkü pek çok liberal, küçük burjuva, milliyetçi kişi ve ekol, “sol” adına yazdığını ve düşündüğünü iddia ederken toplumculuktan değil gerçekçilikten hareket etmektedir.
Fischer açısından gerçekçilik pek çok büyük sanat eseri için bazen de propaganda yönü ağır basan eserler için kullanılıyor. Eleştirel gerçekçilik, mevcut durumu doğru açıklasa bile dünyaya sosyalist perspektifle bakmaz. Dolayısıyla toplumcu gerçekçilik, mevcuda sosyalist perspektifle bakarken sınıfları fark eder ve emekçi sınıfların yanında yer alır. Eleştirel gerçekçilik mevcudu kavramak ve eleştirmekle yetinir, çünkü onun gerçekçiliğinde geçmiş, şimdi ve gelecek bütünlüğü yer almaz.
Klasik-Modern Çatışması: Lukacs-Brecht
Toplumcu sanatçılar, varlığa bütünsel baktıkları için geçmiş, şimdi ve gelecek çerçevesinde sanatlarını inşa ederler. Toplumcu sanatçılar, sosyalizm koşullarında ise emekçi sınıfların çıkarlarıyla uzlaşma durumundadır. Yalnız bu demek değildir ki sosyalist yönetimin önerdiği çerçevelerde sanat yapılacak! Düşünürler gibi sanatçılar da, toplumu ilerletici ve sömürücü sınıfları geriletecek bir yol izleyerek, tartışmalar içinde yeni biçimler deneyerek yollarına devam ederler.
İyiden, güzelden ve doğrudan yana olmak üzere farklı sanat anlayışları birbirleriyle yarışarak hatta çatışarak daha güzel olanı gerçekleştirmek ister. Yani Marksçı öğreti içinde olan pek çok sanat ve düşün insanının birbirine karşı çıkmasını da bu özgürlükçü koşullarda aramak lazım. Mesela Brecht-Lukacs tartışmasını anımsamak gerekir. İlki modernist sanat yöntemlerini benimserken ikincisi, estetiği klasiklerde aramıştır. Öyle ki Brecth, Balzac ve Tolstoy gibi klasikleri eleştirirken Lukacs ise modernist sanatçılardan J. Joyce, Kafka ve Musil gibi sanatçıları eleştirmiştir.
Moliere, Rasine, Hölderlin, Walter Scott, Van Gogh
Fischer, “Sanatın Gerekliliği” adlı çalışmasında yaptığı alıntılarda Sovyetlerdeki tartışmalara dikkat çekiyor. Yeni sanat anlayışlarının ve bilhassa Batı’da doğup gelişen sanat akım ve anlayışlarına karşı yasakçı davranmanın, ortaya çıkan yeni sanatları yozlaşma olarak değerlendirmenin yanlış olduğunu hatırlatıyor. Çünkü yazar, her türden sanat anlayışının, son çözümlemede sanatın gelişmesine hizmet edeceğine inanıyor. Bir yanda ilerici ve ideal sanatın olduğunu diğer yanda yoz ve gerici sanatın olduğunu ileri sürmenin, toplumcu sanata ve tutuma bir değer katmayacağına inanmak gerekiyor. Bu denli kaba bir ayrıma itibar edilirse Moliere ve Rasine gibi Hölderlin, Walter Scott, gibi romantikler, ya da Van Gogh ve Gouguin gibi izlenimci ressamların sanata katkılarını açıklayamayız. Dolayısıyla toplumcu sanat; klasikliğin, romantizmin, izlenimciliğin büyük sanat eserlerinden beslenir, onu aşmanın ve daha yeni ve büyük bir sanat kurmanın yolunda ilerler.
Bu ılımlı yaklaşıma karşı anlayışlar da çoğu zaman etkili olmuştur. Yani radikaller ise burjuva sanatının, toplumun gelişmesi önünde engel olduğu, etik/estetik incelik kazandırmada yetersiz kaldığı hatta toplumu frenlediği, yozlaştırdığı iddiasında bulundular. Üstelik bu görüşleri ileri sürenlerin başında Plehanov, Gorki, Stassof gibi büyük isimler yer alıyordu. Bu türden tartışmaların sosyalist toplumlarda yaygınlık kazanması yanlış değildir, tersine desteklenmesi gerekir. Kaldı ki tek tarz bir toplumcu sanattan söz etmek de yetersizdir.
Sanat Eseri Sanat Kuramından Önce Gelir
Her toplumda uygulanan toplumcu sanatın kendine uygun özgünlükleri vardır. Doğu Avrupa’da yapılan toplumcu sanat Sovyetler Birliği’ndekinden farklılık gösterir. Bunların benzer olduğunu beklemek darlık ve sığlık olur diye düşünmeliyiz. Sanat akımlarının birbirini etkilemesi, sanatçıların barış içinde yarışması gerekir. Şöyle de diyebiliriz: Sanat, siyasal yasalarla sınırlandırılamaz, kanunlarla dizayn edilemez. Toplumcu sanatın ilkeleri vardır; ama katı, değişmez kanunları yoktur. Sanat eseri, bir bakıma öğretileri/kuramları önceler.
Aristoteles’in sanat kuramı Homeros, Hesiodos, Aiskhylos ve Sophokles’ten önce gelmedi. Sanat kuramı bu yapıtların incelenmesiyle ortaya kondu. Buna benzeterek denilebilir ki, toplumcu gerçekçilik terimi üretildiğinde zaten bu düzeyde sanatçılar vardı ve toplumcu sanat yapılıyor, birçok ürün veriliyordu. Yani önce terim (toplumcu gerçekçilik) sonra ürünler ortaya çıkmış değil. Diyalektik materyalizm de bunu öngörmektedir. Yine de konunun kavramlaşmasıyla birlikte toplumcu düzeyde yapılan sanatlarda bir yaygınlaşma olduğu söylenebilir. Mesela sosyalizmle ilgisi olmayan Schiller’in “Yansısın yarının şavkı” (s. 135) dizesinde dile gelen düşünce buna iyi bir örnektir.
Gerçeği Yansıtmak Gerçekçilik Değildir
Anlatım yollarıyla tutum arasındaki farka dikkat çeken Fischer’e göre toplumcu sanatçıların tutumları aynıdır; ama yöntemleri yani anlatım yolu ve üslupları birbirinden farklılık gösterir. Yani hepsinin tutumu aynı olmasına rağmen Brecht, Gorki, Makarenko, Eluard, Aragon, Mayakovski, Solohov, O’Casey’in anlatım yolları, sanat kurma yöntemleri değişiktir. Demek oluyor ki benzer gerçeklik durumlarını konu edinen bilim, sanat, felsefe ve politika bunu, kendilerine özgü yöntemlerle, dillerle, üsluplarla, anlatım yollarıyla ortaya koyuyorsa toplumcu sanatçılar da kendilerine özgü yollarla, üsluplarla kurmaktadır sanatı.
Söylemeye bile gerek yok ki, tüm diğer sanatçılar gibi toplumcu sanatçı da taraflıdır. Gerçekliği “olduğu gibi” yansıtma düşüncesinin geçeklikle bir ilgisi yoktur çünkü. Taraflı ve sınıflı bir dünyada insanların tarafsız davranmasını beklemek, insan ve toplum gerçeğiyle çelişir. Her insan gibi sanatçının algıları da koşullardan etkilenir, her sınıfa eşit bakmasının olanağı ortadan kalkar.
Her Şey Değişmeye Tabidir
Burjuvazi için gerçek ve daima gerçek olarak kalacak olan durum, emekçiler için gerçek değildir ve daima kalacak olan da değildir. Tam tersine burjuvazinin gerçek dediği emekçiler için gerçek olmayabilir, dolayısıyla gerçek olduğu iddia edilenin emekçiler için hiçbir değeri olmayabilir de. Üstelik bugün gerçek olsa bile onun kalıcı olduğu diyalektiğe uygun değildir, yarın değişebilir. Zira her şey değişmeye tabidir. Dolayısıyla sanatçı seçtiği dünya görüşüne göre gerçekleri saptar ve sanatını kurar.
Mevcut egemen sınıf değişmeye yüz tutmuş durumu gerçeklik olarak algılamaya meyilliyken yeni doğan sınıflar ise yeni gerçekler yaratma sürecindeki geniş kapsamlı olguları gerçeklik olarak kavrar. Fischer’in bulduğu bir metaforla söylersek, burjuvazi sönmekte olan gece ışığını gerçeklik olarak görürken emekçi sınıflar doğan günün ilk ışıklarını gerçeklik olarak görmektedir. Demek ki batmakta olan güneşi gerçeklik olarak kavrayan burjuvaziye karşı proletarya, doğmakta olan güneşin gerçek olduğunu ileri sürmektedir.
Algıların Sınıfsal Olması
Toplumcu sanatçı romantizmde olduğu gibi geriyi değil ileriyi görmeyi hedeflediği için olayları daha açık ve anlaşılır kavrama olanağı bulmaktadır. Devrimci-demokrat Stendhal’in, devri sonrası gerçeklerle bağlantılı romanlar yazması da onun, seçtiği dünya görüşünün devrimciliğiyle ilgilidir. Aynı olgu durumu neden farklı kişilere değişik görünür? Çünkü kişilerin dünya görüşü, bakma tarzı, algılama düzeyleri değişiktir. Algılar sınıfsaldır da diyebiliriz.
Seçilen dünya görüşü belirleyici olsa da sanat, daha geniş ve derin planda yetenekler ister. Nihayetinde gerçek olan sürekli değişme halinde olduğuna göre gelişme sürecini kavramak ve sanatı ona göre kurmak zorunludur. Ancak bu yolla inşa edilen toplumcu sanat, geleceğin müjdecisi olabilir. Fischer’in belirlemesi oldukça ilginçtir: “Bu sanatın dokusunda yalnız geçmiş olan belli bir tarihsel dönem değil, aynı zamanda gelecek olan dönem de vardır.” (s. 135).
Gerçekliğe Sınır Çizilemez
Toplumcu sanatçının gözardı edemeyeceği durumlardan birisi de sınırsızlık ve sonsuzluk olgusudur. Gerçekliğe sınır çizilemez. Gerçeklik olmuş, bitmiş, tamamlanmış değildir. Sosyalizmle veya sınıfsız toplumla da tamamlanmış olmayacaktır. Dolayısıyla “Toplumcu sanatçı insanın gelişme yeteneğinin sınırsız olduğuna, bir ‘cennet düzen’in gerçekleşeceğine inanmaksızın, çatışmaların verimli diyalektiğinin sona ermesini istemeksizin inanır: Sen hiç gelmeyeceksin, ey Altın Çağ! Gene de uçarak yeryüzünde sürükle bizi de ardından!” (s. 136).
Toplumcu sanatçı, toplumcu düzenin kuruluşunu yakından izlerken kişisel gelişimi ile de ona eşlik eder. Aynı zamanda bu eşlik etme durumunu toplumcu sanatçıyı, -gerektiği hallerde- sosyalizmi eleştirmekten geri bırakmaz. Eleştiri kurumu sanatçının vazgeçilmezidir. Kaldı ki eleştirel gerçekçiliğe, sosyalizmin benimsenmesini ve olumlu bir toplumsal görüşle beslenmeyi eklersek toplumcu sanatı ortaya çıkarmış oluruz. (s. 137).
“Ben” ile dışdünya arasındaki gerilim süreklidir, gerçeklik bu gerilim sürecinde, durmaksızın oluşur ve değişir. Toplumcu sanatçı bu gerilimi ve değişmeyi yakından izlemekle mükelleftir. Ancak o zaman gerçekliğe karşı “romantik bir ayaklanma” çıkarmak yerine onu öfkelenmeden kavrar ve aşar. Böylece yeni gerçeklikle yeni sanat anlayışları getirir. Brecht’in dediği gibi yeni gerçekleri eski biçim ve üsluplarla yansıtma olanağı yoktur.
Toplumcu sanatçı yeni biçimleri deneyen, yeni olanaklarla zenginleşerek çalışan kişidir. Aslında düşüncenin değişmesi; gerçekliğin değişmesi ve biçimin değişmesiyle bağlantılıdır. Gerçeklik değiştikçe bilgi de değişiyor. Bunun gibi gerçekliğin değişmesi kaçınılmaz olduğuna göre sanatta yeni biçimlerin ortaya çıkması da kaçınılmazdır.
Yeni Biçimler Gerçeklik Algısını Değiştirir
Brecht’e göre yeni biçimler de tersine gerçeklik algısına etki eder. Yani biçimle gerçeklik (öz) arasında zorunlu bir ilişki kurulur. Yeni biçimler gerçeklik algısını değiştirir. Biçimsel yenilikler sanat ve edebiyata yeni konular, kavramlar ve gerçekler taşır. Bu yüzdendir ki, evleri eski evler gibi yapmadığımız gibi tiyatroyu da eskisi gibi kurmuyoruz. Eski düşünme gibi olsaydı, İkinci Dünya Savaşı’nın nedenini bir adamın bayağılığına, onu da adamın kolunun kısalığına veya burnunun uzunluğuna bağlardık. Shakespeare’in oyunları da aynı (tek ilke) düşünce tarzına dayandığından olduğu gibi sürdürülemezdi. Tiyatro bugün daha gelişmiş özelliklerden hareketle kurulmaktadır. Koşulları ve gerçekliği dikkate almadan biçim ile sanatı kurmak ise deyim yerindeyse kötü biçimciliktir. Buna göre biçimcilik ifadesini verimsiz eserleri anarken de kullanabiliyoruz.
Biçimci dediğimizde, özden uzaklaşmış eserleri kastederken haklıyız. Zira sanat, öz ve biçimin diyalektiğinde kuruluyor. Biçimciliğe yani kötü biçimciliğe başvuran sanatçılar çoğu zaman söyleyecek sözleri olmayanlardır. Çağımızda ise söyleyecek sözü olmayan sınıfın burjuvazi olduğunu hatırlatmak isterim. Yeni doğan ve gelişmekte olan emekçi sınıflar ise tersine, söyleyecek çok sözü olan sınıflardır. Bu noktada Lukacs ile Brecht’e bir kez daha gönderme yapmak gerekiyor. Lukacs biçimi önemsiyor, klasik biçimin sürmesinden yana. J. Joyce, Musil ve Kafka örneklerine bakarak yeni biçimi verimsiz buluyor. Brecht ise özü önemser. Yeni sorunlar, yeni biçimleri gerekli kılıyor.
Kesin Değildir Kesin Olan!
Kısacası toplumcu gerçekçilikten, Rönesans’ın, burjuva sanatının, Rus gerçekçiliğinin ve 19. yüzyıl sanatının izlediği biçimciliği uygulamasını bekleyemeyiz. Yeni gerçekler yeni biçimleri gerektirmektedir. Yine de toplumcu sanat bu anılan sanat anlayışları yanında Mısır’da Aztekler’deki sanattan beslendiği gibi doğu frişka’nın desen ve resminden, gotikten, ikonlardan, Manet’ten, Cezanne’den, Moore’dan, Picasso’dan da yararlanmasını bilir.
Keza toplumcu yazar; Tolstoy ve Dostoyevski’den tutalım da Homeros, Shakespeare, Rimbaud, Yeats, Stendhal, Brecht, Proust’tan da yararlanmasını bilir. Amaç, bir üslubu taklit etmek olamaz, üslupların sentezi, geliştirilmesi ve yeni biçimleri daha gelişkin bir sanat olarak ortaya çıkabilir. Kanun ve kuralların katılığı gibi kesinliğe de yer yoktur toplumcu sanatta. Brecht’in dediği gibi “Kesin değildir kesin olan” (138).
“Toplumcu düzende bu konuların tartışılmasına artık önlenemeyecek bir yolda başlanmıştır. Görüşlerin çatışmasıyla özgürlüğe kavuşan sanat, yani özüyle toplumcu olan sanat, inanıyorum ki, biçimiyle çabasıyla, değişik akımlarıyla, geçmişteki her türlü sanattan daha zengin, daha korkusuz, daha tümü kapsayan bir sanat olacaktır. Direnmelerden, yanlışlardan, engellerden, dönüşlerden yılmayalım.” (s. 138).