Sanata Marx ve Marksizm bağlamında bir felsefi yorum getirmek üzere seçtiğimiz yeni mekan İzmir-Seferihisar oldu. Tarihsel arkaplanı olan bir mekan olmanın yanında felsefenin de ata ve ana yurdu sayılır burası. Suyun/denizin kenarında bir ilçe. Birçok dost ve arkadaş burada ikamet ediyor. Çeşitli kültürel etkinlikler de yapılıyor. Bizimki de bunlardan biri oldu. Doğa, Sanat ve Felsefe Derneği ile Emekli-Sen’in daveti üzerine gerçekleşen etkinlikle ilgili olarak Veli Emektar adını da anmak isterim.
Üstü brandalı çevresi açık bir bahçede buluşmak ve felsefeyi, onu merak edenlerle inşa etme çabası içinde olmak güzeldi. Ayrıca bahçedeki bitkilere, çiçeklere, ayaklarımızı bastığımız taşa ve toprağa da temas etmek de not edilmesi gereken bir husustur. Doğadaki güzel ile sanattaki güzeli karşılaştırmaya çalışırken gün boyu devam eden yağmur damlalarının brandaya şıp şıp ses çıkararak düşmesi de sunuma eşlik ediyordu. Marksizm açısından sanat ve felsefe konularına açıklama getirdiğimiz programda, her ikisinin de ekonomik, sosyal altyapı üzerinde şekillendiğini özellikle belirttik.
Sanatın ve Felsefenin Yurdu
Sunumda bilim ve politika gibi sanat ve felsefenin de hayatın izinden yürüdüğü, kendi başlarına varoluşları ve tarihleri olmadığı üzerinde duruldu. Felsefenin kavramlarla yapıldığı, sanatın ise imgelerle ve figürlerle kendini kurduğu üzerinde de yoğunlaşıldı. Bilhassa sanatın “yurdu” araştırılırken ona bir sınır çizmek zor oldu. Oysa pek çok katılımcı gerek sanatı gerekse de felsefeyi Atina’da veya Ege’de başlatma eğilimindeydi.
Sanat ve felsefeyi Mezopotamya ve Kuzey Afrika’da başlatanlar da az değildir. Bir katılımcının Mısır ve İskenderiye’ye atıf yapması manidardı. Benim açımdan ise onun nerede başladığını anlamak için suyun izini sürmek en doğrusudur. Felsefe suyu sever temasıyla sürdürülen program, sanat ve felsefenin su uygarlıklarının bir ürünü olduğu iddiasında yoğunlaştı. Bu nokta sanırım izleyicilerden de ilgi ve destek görmüştür. Felsefe gibi sanatın da suyu sevdiğini yağmurun altında dillendirmek ilginç olmuştur.
Sanatın İki Evresi ve İcadı
Felsefenin Kızıl Işığı
Sanat derken zanaat-sanat diyalektiğini de anmak gerekiyor. Belki de başlangıçta zanaat vardı. Çünkü eski insanın estetik nedenlerle değil maddi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla sanata (büyü, sihir) başvurmuş olması kuvvetle muhtemeldir. “Sanatın İcadı” türünden eserler de yazıldığına göre sanat, kendini evrimsel süreçte inşa etmiş olmalıdır. İki evresi olduğunu düşündüğümüz sanatın, zanaat evresinde bir değiştirme dönüştürme işlevi söz konusu değildir.
Sanatın toplumsal bir işlev kazanması ve bilhassa etik-estetik incelik kazandırma fonksiyonunu üstlenmesi nispeten yenidir. Bahçedeki sunumda sanatın bu işlevini, aydınlatma rolünün önemini vurgulamak kaçınılmaz olmuştur. Programın gecedeki devamı boyunca yukarıdaki yıldızların bahçeyi aydınlatmasına paralel olarak felsefenin kızıl ışığı da buna eşlik ediyordu diyebiliriz.
Estetik Tavrı Saptamak Zordur
Yaşam içinde çeşitli eğilimler ve tavırlar gösteren insanın estetik tavrını saptamak kolay değildir. Ortamı betimleyerek meseleye yanıt arayalım. Üstümüzdeki tentenin altında estetik tavrı betimlemeye çalışırken çay servisi, fotoğraf çekimi birbirini izliyordu. Işıksız ortamda çekilen fotoğrafların bırakalım estetik olmasını, teknik açıdan bile fotoğraf özelliği taşımayacağı açıktır. Zira fotoğraf adından da anlaşılacağı gibi ışıkla yazı yazmaktır.
Fotoğraf sanat mıdır değil midir tartışmasına girmemek için bahçenin mimari yapısından söz etmek daha ilginç olabilir. Geçmeden belirteyim ki fotograf ya da resim, estetik duyarlılığa dokunarak duygusal bir haz verirken içmekte olduğumuz çaylar dil ve damağımıza çarparken duygusal değil duyusal bir haz verir. Üstelik ilkinin verdiği haz kalıcı, duyusal olanın bıraktığı haz ise geçicidir.
Sokrates “kentten uzaklaşmayalım” demişti. Biz de bahçeden uzaklaşmadan devam edelim. Kısaca söylemek isterim ki, bu bahçenin yerine bir beton bina dikmek isteyen aklı evvelin düşüncesi önemlidir. Birçok insanın temel ihtiyacını görür nihayetinde; ama bu tavır, estetik bir tavır değildir. Arkamızda çiçeklerin olduğu, yan tarafta kedilerin dolaştığı ve dikkatli bakıldığında gökkuşağının görüldüğü çardakta namaz kılma biçiminde dışlaşan tavır da gerekli, insani bir tavır olabilir ama estetik bir tavır değildir.
Cinsel, Etik ve Politik Tavır
Estetik Tavır Değildir
Bahçenin hangi hukuka göre düzenlendiğini sorun yapan hukuçunun tavrı da gereklidir ama estetik tavır için yeterli değildir. Fotograflar, resim, bahçe dedik; sahnedeki bir balerinden ya da baletten (plastik sanat unsurudur) cinsel uyarım alan kişinin tavrı da estetik değil olsa olsa cinsel tavır olabilir. Kısa söyleyeyim, etik ve politik türden tavırlar da son derece önemlidir, gereklidir fakat bütün bunlar da estetik tavır değildir.
Bu tavırlarla ilgili olmakla beraber estetik tavır, esasen güzel araştırması yapan tavırdır. Mesela İmmanuel Kant’ın “çıkarsızlık” tavrı sanatsal ya da eşdeyişle estetik tavır olabilir. Kant demişken hatırlatayım ki, zanaat ve sanat ayrımını da o yapmıştır. Sunumda bu konuyu da biraz açıklasak iyi olurdu. Eksik kaldı. Konuşmaların/konferansların bir özelliği var ki, her zaman birçok tema eksik kalabiliyor.
Sanat Yasaklanmadı:
Eleştirildi ve Tartışıldı
Marx, Marksizm ve sanat konusunda biraz fazla duruldu sanırım. Yaptığım konuşmaya yönelik ikinci oturumda ortaya çıkan soru, itiraz ve eleştirilerden de bunu anlamak mümkün idi. Tartışma Stalin ve Yudanov’un sanat karşıtlığına/düşmanlığına vurguya dek geniş bir alana yayıldı. Sovyetik ve sosyalist yönetimlerde sanatın yasaklandığına sanatçıların sürüldüğüne ilişkin örnekler verildi.
Eleştirilere verdiğim yanıtların mantığı kısaca şöyle oldu: “Sovyetik/sosyalist yönetimlerde sanat ve sanatçı dışlanmadı. Eski sanat anlayışları ve burjuvazinin yeni, avangard sanat anlayışları eleştirildi. Belki yasaklanması da “tartışıldı” ama yasaklamaya ilişkin hiç bir belgeye ve bilgiye sahip değiliz. Ayrıca Bogdanov, Gorki ve Lunaçarski gibi sanat ve düşün insanlarının önerdiği “sol sanat” anlayışı da eleştirilmiştir.”
Ekleyeyim. Sovyetik/sosyalist yönetimlerde ne yapılmışsa doğru yapılmıştır demek zorunda değiliz. Yanlışların yapıldığı muhtemeldir; ama bu yanlışları emperyalizmin manipüle ederek bilinç bulanıklığı yarattığı da kesindir diyebiliriz. Bu noktanın anlaşılması için sunumda “yüz çiçek açsın” anlayışına bir veya iki defa gönderme yapmak zorunlu olmuştur.
Mesayi Biter;
Sanat ve Felsefe Devam Eder
Akşam karanlığı yerini gece karanlığına bıraktığı saatlerde de program devam ediyor iken mekanın emekçileri, çay servisini bitirmişlerdi anlaşılan. Oysa bahçeye inen sanat ve felsefenin bitmesi söz konusu değildi. Neticede başlayan her sürecin, yerini yeni süreçlere bırakarak bitmesi gerekir. Katılımcıların yorumlarından birçok noktayı önüme yazmıştım ki çok azına ilişkin düşüncelerimi paylaşabildim. Eksik bıraktığım birkaç temayı işaret etmekle yetiniyorum.
Sanat ve felsefenin gelişmesinde Mezopotamya’nın ayrıcalığı konusu sorulmuştu, yanıt vermek için yeterince zaman kalmadı. Sanatın üstyapı kurumu olduğu tezine itirazlar gelmişti ki aynı nedenlerle yeterince açıklama imkanı olmadı. ‘Rönesans koşullarında neden sanat ve felsefe gelişti’ gibisinden bir soruyu da tartışmaya açamadık.
Dahası var… Toplum genellikle dinin, koşulları belirlediğine inandığı için sanat ve felsefenin gelişmesine de dinin engel olduğuna inanılıyor. Bunu konuşmak da yine zaman darlığı nedeniyle eksik kaldı. Karacaoğlan, Meftuni, Aşık Veysel’in “filozofluğu” gibi önemli bir başlık açıldığı halde konuya gönderme yapma imkanı bile bulamadık…
Sanat ve Felsefeye Dalmak
Toplantının tamamlanmasından sonra yeni konferans önerileri oldu. Şey Bedreddin sunumu bunlardan birisiydi. Zira Seferihisar’a ve bahçeye Bedreddin Devrimi’nin ruhu sinmiş gibiydi. Din ve bilgi felsefesi için de sunumlara ihtiyaç olduğu söylendi. Biz bitirirken bitişikte, toplantıyı dikkatle izleyen sanat tarihçisi de sanat ve felsefe tarihine dalmış gibiydi. Hem bahçede ve kitap standının çevresinde dolaşanlara bakıyor hem de Aristoteles’in yürüyerek felsefe yapmasını (peripatetikos) hayal ediyordu.
Derinlere dalan bizim tarihçi, Epikuros’un bahçesini ziyaret etmeyi de umarım ihmal etmemiştir. Biz ayrılırken bizim tarihçi de Stoa filozofları gibi revaklı, sütunlu galerilerde olmayı, sunumlar yapmayı ve sunumlar dinlemeyi hayal ediyordu.