“Modern siyaset teorisyenlerinden Machiavelli tüm yetkiyi Prens’e bırakmıştı. Yine bir başka siyaset teorisyeni olan Thomas Hobbes, çözümü güçlü bir devlette buldu. Günümüzdeki tüm devletlerin temelde bu kaide üzerinde durduğu söylenebilir. Faşist nitelikli olduklarına kuşku yoktur. Mesela ülkemizde 1920-1923’te kurulan devlet Hobbes’u anımsatırken Mustafa Kemal de Prens’e karşılık gelir. Buna göre feodalizm, kapitalizm ve emperyalizm koşullarında kurulan her ulusal topluluğun bir Prens’i (faşist bir Prens diye okuyun) ve bu Prens öncülüğünde inşa edilmiş bir Leviathan’ı (canavar, ejderha veya dev) vardır.” Tırnak işareti içine aldığım bu sözleri geçen hafta köyde karşılaşıp tanıştığımız bir genç ile konuşmamızda dile getirmiştim. Bu görüşmenin içeriğini kısaca konu ederek bir kaç noktaya işaret etmek istiyorum.
Yunan Rejimi, Platon, Marx, Sovyetler
Felsefi, entelektüel konular üzerine konuşacak ortam ve insan bulmak çoğu zaman kolay olmuyor. Ülkemiz için konuşursak kırsal alanda bu durum daha da zor oluyor diyebiliriz. Kırsal alan derken ülkemizin bütün kırlık bölgelerini aynı kefeye koymak elbette doğru olmaz. Kürdistan kırları ve kentleri için tersine bir düşünsel, politik gelişmişlik söz konusu olabilir. Oysa Malatya, Maraş, Sivas, Elazığ ve Erzincan gibi batıya açılım yapan kentlerde entelektüel durumun, bir hayli zayıf olduğunu söyleyebilirim. Bu kentlerin kırlarında durum daha da negatif bir özellik göstermektedir. Neyse ki bu hafta biri ergen olmak üzere iki genç arkadaşla buluştuk: Burak ve Cem. Cem ortaokul öğrencisi. Benim kitapları merak ediyor. YouTubeda çalışmalar yapmış, yapıyor. Benim çalışmalarımı takip etmeyi planlıyor. Asıl ilgili olan ise Burak.
Burak üniversite öğrencisi. Köy evinin önündeki topluluk içinde sandalyesini bana yaklaştırıyor, sorular soruyor, konular açıyor. Topluluğa mesafe koyarak biraz da sesini kısıp konuştuğu konulara, merak ettiği sorunlara bakılırsa okuyan, düşünen birisi olduğuna kuşku yoktur. “İdeal yönetim”, “demokrasi”, “doğrudan demokrasi”, “Yunan rejimi”, “Platon”, “Machiavelli”, “Marx” ve “Sovyet yönetimleri” gibi konular ve kavramları merak ediyor. Dolayısıyla da bunları ve daha bazı benzer konular üzerinde durduk Burak’la. Yeni nesil ile ilgili gözlemim ve tecrübem şudur ki, genç insanlar, ilerleyen yaşlarında çeşitli ve farklı eğilimler gösteriyorlar. İstikrarlı olanı nadirdir. Gençliğin dinamik bir eğilim ortaya koyduğunu biliyoruz. J. J. Rousseau (Emile) ve S. Freud gibi düşünürler de bu konularda yazmışlardır. Cem ve Burak için de zaman ne söyler bilemiyorum.
Aristoteles ve Demokrasinin Sefaleti
Sorular Burak’tan geldi ve tartışma derinleşti, soruları yeni sorular izledi. Önceleri yanıtlarıma eleştirel sorularla karşılık verdi. “Direndi” de diyebiliriz. Giderek daha az eleştiri yaparken anlamaya yöneldi. Burak, birçok insan gibi kapitalizmin koşullarında ideal yönetimlerle toplumların düzeleceğine inanıyor. Cumhuriyet, demokrasi, faşizm, demokrasi gibi kavramları kullanıyor, ideal olanı da -sanırım- bunlar içinde arıyor. İdeal düzen arayışının Antikçağ’da başladığını hatırlatarak konuştum önce. Platon’un ütopik devletine ilişkin bilgiler aktardım. Platon’un monarşiyi savunduğunu hatırlatınca Burak’ın canı sıkılır gibi oldu. Demokrasiyle karşı olduğunu da sözlerime ekleyince demoralize oldu.
Peşinden Aristoteles’i sorguladık. O konuda söylediklerim de Burak’ı moralize etmeye yetmedi. Çünkü Aristoteles’in de demokrasi karşıtı olduğuna vurgu yaptım. Oysa genç arkadaşım Aristoteles’e ve demokrasiye çok güveniyordu. Buradaki sefalete vurgu yapmam da dikkat çekti. Konuşmada Aristoteles’in siyaset felsefesine dair söylediklerimi özetleyeyim: Aristoteles üç iyi üç kötü yönetim belirler; iyi olanlar, monarşi, aristokrasi ve politai olarak sıralanır. Üç de kötü vardır. Şöyle diyeyim: monarşi kötü olunca tiranlık olur; aristokrasi kötüleşince oligarşi olur; politai ise kötüleşince demokrasi oluyor. Burak’ın soruları, eleştiri ve itirazları arasında “sınıf” meselesinin bulunmaması da beni düşündürmedi değil. Kendisine söylediğim gibi Aristoteles de Burak gibi sınıf gerçeğinden habersizdi. Haber olduğu durumlarda da filozofumuz, Yunan egemen sınıflarının temsilcisi gibi felsefe yapmıştır.
Cumhuriyet mi Krallık mı Daha Üstün?
Burak’ı yeni tanıdığım ve bu yüzden tavrındaki samimiyeti bilemediğim için bir iki defa başımı çevirip ilgisizlik izlenimi bıraktım. Nihayetinde bir soru sormuş genç insanı siyaset felsefesi anlatarak bıktırmamak gerekir diye düşündüm. Her seferinde yeni soru ve konularla uyarılınca istekli olduğuna kanaatim arttı. Tavrına bakılırsa bir yandan siyaset felsefesinin konularını anlattırmak istiyor, bir yandan benim bu konulara vereceğim yanıtları merak ediyor, bir yandan da kendisi konuşmak istiyor. Konuşurken de görüşlerini deneyip sınamak gibi bir amacı var.
Sorular yoğunlaşınca Burak’a, devlet biçimleri ile yönetim biçimlerinin farklı olduğunu anımsatarak durumunda kadım ve konuşmama devam ettim. Bu ayrımının da ilgisini çektiğini düşünüyorum. Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının ideal yönetime işaret ettiğine inanıyor olabilir. Bu açıdan bakılınca Burak’ın üzerinde liberalizmin ve resmi ideolojinin etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Oysa, kavramlarla uygulamalar arasında doğrudan bir bağ olmadığını bilmek gerekir. Bu argümanı biraz detaylandırınca kendisi devam etti ve cumhuriyetle krallık olan ülkeleri hatırlattı. Öyle ya Türkiye, İran, Libya gibi ülkeler cumhuriyet iken İsveç, Hollanda, Belçika, Danimarka krallık olarak bilinir. Halbuki, demokrasi, insan hakları ve hukuk açısından krallık olan devletlerin daha ileride olduğu söylenebilir.
Burak ve Kavramsal Düşünme
Karşılıklı diyalog sırasında Burak’ın güncel politik meselelerden söz etmediği dikkatimden kaçmadı. Belki de bilerek bu yola başvurmuştur. Konu güncele gelince, bir de karşıt fikirler söz konusuysa sorunlarda yeterince derinleşme olmuyor. Bunu birçok tecrübemde gördüğümü anımsatmak isterim. Dolayısıyla konuları kavramsal çerçevede ele almak daha manalı olabiliyor. Burak da bunu tecrübe etmiş olmalı. İhtimal ki kavramsalı yani felsefi ifadeleri somuta uyguluyor. Bilerek ya da bilmeyerek siyasete filozofça bakıyor diyebiliriz. Son bir konuya geçmeden bir gözlemimi daha yansıtsam iyi olur. Çok sayıda genç arkadaşın erken yaşlarda çok yönlü, yaratıcı ve kavramsal düşünme yeteneğine sahip olduğu halde ilerleyen yıllarda tüm bu yetenekleri kaybettiklerini saptamak zor olmamıştır. Keza bunun tersine de rastlanabiliyor: Erken yaşta pasif, yeteneksiz olduğu halde ileri yaşlarda yeteneksizliği yeteneğe çeviren örnekler de söz konusudur. Neyse, Burak’la yaptığım konuşmaya döneyim.
Rönesans ve sonrasını araştırırken yine siyaset felsefesinin tarihine girdik. Baştaki alıntıyı kastediyorum, biraz değinmiştim. Anladığım kadarıyla Burak Machiavelli ve T. Hobbes’un adını duymuş ama bu filozoflara dair bilgisi yoktur. Dolayısıyla Prens ve Leviathan adlı kitapları bilmiyor. Mutlak monarşilerin nasıl kurulduğunu, anayasal monarşilere hangi koşullarda geçildiğini konuştuk. Sonra sıra modern demokrasilere geldi. Zor bir konuya girdik. Temsili demokrasi ve doğrudan demokrasi konularını tasvir etmek kolay olsa da örneklendirmek o denli kolay olmadı. Doğrudan demokrasi örneği olarak Sovyetler meselesini açtım. Burak’ın soruları somut ve net olunca yanıtlar da net olmak zorundaydı. Biraz zorda kalmadım desem yanlış olur.
Sovyetler ve Doğrudan Demokrasi
Sovyetlerle SBKP’yı birbirinden ayıran bir yorum yaptım. Partiye karşı Sovyetleri savundum ve bunun doğrudan demokrasi olduğunu ileri sürdüm. Sovyetlerin yıkılmasını sordu Burak. Partinin yozlaştığını, bürokratik bir burjuva sınıfı çıktığını, bu sınıfın da burjuva mülkiyetini yeniden inşa ettiğini söyledim. Burak, “özel mülkiyet” kavramı üzerine yoğunlaştı. Yaptığım ayrım ilgisini çekti. Nihayetinde özel mülkiyet, insanın kişisel eşyalarıdır. Dolayısıyla esas olarak Marx’ın vurgusu “burjuva mülkiyeti”nedir. Eski toplumlar için feodal, köleci mülkiyet denilebilir.
Burak’ın düşünce dünyasında devlet, yönetim biçimleri, özel mülkiyet gibi konuların merkezi bir yer işgal ettiğini gözlemledim. Bu konuları aile meselesi izliyor. Engels’in yalnızca adını duymuş olmasına rağmen devlet, özel mülkiyet ve aile’ye dikkat çekmesi düşündürücüdür. Tartışma doğrudan demokrasi ve aile/miras üzerine yapılan konuşmalarla devam etti. Ben konuşmanın ana hatlarından bir kesiti paylaşmakla yetiniyorum. Unutmadan aile ve mirasa ilişkin aklımda kalan bir görüşü de not edeyim: Maddi manevi bütün miras kimsenin hakkı değildir, bir aileye veya kişiye kalmamalıdır; topluma ve tüm insanlığa kalmalıdır. Çünkü değerler başta emekçi sınıflar olmak üzere insanlığın ortak mirasıdır.