Sanat, düşüncenin form kazanmasına paralel olarak ortaya çıkmış entelektüel bir etkinliktir. Kendi başına değil karşıtlarıyla birlikte ve karşıtlaşarak yoktan/hiçten var edilmiştir. İttifak içinde olduğu diğer düşünce formları politika, bilim ve felsefe de aynı biçimde insan tarafından icat edilmiştir. Başlangıç itibariyle felsefenin, sanat da dahil olmak üzere bilimi ve politikayı içine aldığı varsayılabilir. Sanat, mevcut gerçekliği deforme etmesinden dolayı öbür düşünce ve bilim etkinliklerinden ayrılıyor ve aynı zamanda da bunları önceler diyebiliriz. Buna göre sanatçının yoktan var ederken Tanrısal bir özellik gösterdiği ortaya çıkar. Bu özellik büyük dinlerin yoktan var etmesi gibi değil Platon’da da örneğini gördüğümüz gibi inşa edici Tanrı olan Demiurgos’un özelliğine benzer.
Sanat, varlığın ve mevcut olay ile olguların üzerine giden onları değersizleştiren, hiçleştiren, yıkan bir etkinlik olarak var olur. Sanat tarihine bakıldığında sanatın, bu devrimci/radikal özelliğinden dolayı, açtığı kapıdan diğer disiplinlerin de ilerlediği gözlenebilmektedir. Bu yazıda sanat tarihi bağlamında bu sürecin nasıl işlediğine ilişkin bazı detaylar vermek niyetindeyim. Sanat, varlığı, varlığa ilişkin algıyı değiştirirken görülmektedir ki, tarihsel süreçte kendisini de radikal değişikliklerden geçiriyor. Bu yüzden de “sanatın inşası” gibi terimleri kullanmak durumunda kalabiliyoruz.
Sanatın kaynaklarını, Güney Fransa’da (Altamira) bulanların olduğu gibi Mısır’da (Hegel: Piramitler) bulanlar da vardır. Her halükarda sanatın, hayvan ile değil de insan etkinliği olarak başladığı düşünülürse üretim olgusuna parmak basmak kaçınılmaz olur. İnsanın hayvandan ayrıldığı moment olarak, pek çok düşün insanının da işaret ettiği gibi üretim olgusunu düşünüyorum. Üretim etkinliği, o güne kadar varlık kazanmamış bazı etkinliklerin de varlık kazanmasını beraberinde getirmiştir.
Politika, bilim ve felsefe için geçerli olan üretim faaliyetinin belirleyiciliği sanat için de geçerlidir. Bu yüzden baştan itibaren sanat ile güzel kavramının örtüştüğünü ileri sürmek zor görülüyor. İnsanın güzel ile ilgisi hayvan olduğu dönemlerde içkin olsa da onun sanatta merkezi bir kategori haline gelmesi, insanın maddi ihtiyaçlarını karşılamasından sonraya tekabül eder. İnsan kendisine yeteninden fazlasını üretmeye başladığında “güzel” duygusuyla yüz yüze gelmiş olmalıdır. Bundan önce sanatın, sihirsel ve büyüsel bir işlev gördüğü, özellikle de avcı ve toplayıcı üretim tarzının zorunlu bir sonucu olarak geliştiği ve var olmaya devam eden bir etkinlikten ibaret olduğu söylenebilir.
Sanat: Varlığa Reddiye Yazmak
Diğer disiplinler gibi sanatı açıklarken de varlık ve düşünce birliğinden ve ilişkisinden söz etmek gerektiği gibi teori ve pratik ilişkisinden de söz etmek gerekir. Buna göre pratik sanat ve teorik sanat kavramları da konunun açıklanmasında işlev görebilir. Çünkü teorik sanattan önce pratik sanatı görüyoruz. Bunun aslında –başlangıç itibariyle- zanaattan ayrıldığını ileri sürmek de zor görülüyor. Güzelin değil de maddi çıkarın belirleyici olduğu tarz için zanaat terimi daha uygun düşmektedir. Düşünce ya da özellikle felsefe var olan üzerine yapılan bir etkinliktir. Var olan ise, mutlaka ontolojik formda olması gerekmez. Varlığın olduğu gibi yokluğun/hiçliğin de felsefesi yapılabilir.
Söylediğimiz düşünce çerçevesinde varlığın evreni geniştir. Dildeki ve düşüncedekiler de varlık sayılır. Sanat düşüncesinin ortaya çıkması, pratik veya somut sanatın varlığını izlemiştir denilebilir. Homeros, Hesiodos ve Sahpo’nun Antikçağ başlarında varlık dünyasına bir direnç göstererek var olduklarını, ya da varlığın görünen yüzlerinden birisini estetize etmeye kalkıştıkları anlaşılmaktadır. Antik Yunan’ın ilk kuşak üç sanatçısının, varlığa karşı bir duruş ortaya koyduğu, ona bir ölçüde reddiye yazdığı ve kendi ilkelerini ona dikte ettirdiğini ileri sürebiliriz.
M.Ö. 8 ve 7. yüzyıllarda ortaya çıkan düşünürler kuşağının açtığı kapıdan Yedi Bilgeler ve pre Sokratik olarak da bilinen filozofların ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Sanatın doğayla bağlantısının boyutunu doğa felsefesiyle de ilişkilendirmek mümkün görünüyor. Thales ve Herakleitos’u anmakla yetiniyorum. Sanatın, üretim olgusunun koşullamasından uzaklaştığı varsayılabilir. Güzellik duygusunun temellerinin atıldığı ve sanatla güzel arasındaki bağın geliştiği bir süreçtir. Bu süreç aynı zamanda sanatın felsefesinin de yapılmaya başlandığı bir süreçtir. İddiam şu ki, sanat felsefeyi öncelemiştir. Bu iddiaya bağlı olarak trajedi çağını ikinci moment/uğrak olarak tespit etmek yanlış olmaz.
Trajedi yazarları olan ve yine üç isim olarak tanınan sanatçıları anmak gerekiyor: Aiskilos, Sophokles ve Euripides. Komedi yazarı Aristophanes’i de bu çerçevede anmak lazım gelir. Varlık dünyasına sanat alanından bir duruş, hesaplaşma ve itiraz örneği sergilemişlerdir. Bu tavırların sınıfsallıkla ilgisini kurmak elbette mümkündür. Egemen düşünce gibi egemen sanat da hakim sınıfların çıkarını merkeze koyan sanattır. Bu ilke günümüzde de geçerlidir. İkinci uğrak açısından bakıldığında felsefenin üç büyükleri denilen Sokrates, Platon ve Aristoteles tiyatro sanatçılarının açtığı kapıdan ilerlemişlerdir. Schelling’in yorumuna bakılırsa Homeros, Hesiodos epik türün inşacıları oldular. Sapho ise lirizmin kurucusu olmuştur. Trajediler ise dramatik türe örnek veriliyor bu çerçevede. Bu tespitler üzerinden Antikçağ’ı bırakıp Ortaçağ’a geçebiliriz.
Pre Rönesanslar: Dante, Boccacio ve Petrarca
Antik dönemin başındaki sürecin bir benzerini Ortaçağ sonunda pre Rönesans denilen momentte görüyoruz. Gerek ön Rönesans’ta ve gerekse olgun ve geç Rönesans’ta kapıyı aralayanın yine sanat olduğu anlaşılıyor. Sanatçı, Tanrı’nın en büyük rakibi olarak ortaya çıkmaktadır. Çağın özelliğinden dolayı bazı terslikleri de vurgulamak gerekiyor. Yine Schelling’in tespitine balkırsa Pre Rönesansları Dante, Petrarca ve Baccacio’yu anmak zorunlu görülmektedir. Antiktekinden farklı olarak dramatik, lirik ve epik biçiminde bir süreci görmekteyiz. Sanattaki epik özelliğin olgun Rönesans döneminde de sürdüğü anlaşılmaktadır. Mesela Cervantes örneği bile tek başına yeterlidir.
Sanatın pek çok bakımdan içerik kazandığı anlaşılıyor Rönesans yıllarında. Aristokrasinin ve feodal kültürün sanat üzerindeki etkisi, yerini yeni sınıflara ve dolayısıyla yeni değerlere bırakır. Konumuz ve tezimiz açısından daha önemlisi, Rönesans sanatının açtığı kapıdan sızarak ilerleme eğilimi gösteren ve zirveye yerleşen felsefedir. Nasıl ki, edebiyatın üç büyükleri olarak Cervantes, Rabbelais ve Shakespeare’den söz edebiliyoruz. Keza plastik sanatların üç büyükleri olan Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Rafaello’dan söz edebiliyorsak felsefenin de üç büyüklerinden söz edebiliyoruz: Descartes, Spinoza, Leibniz. Kıta Avrupası’nın üç büyülerine karşılık da, Ada Avrupası’nın üç büyükleri vardır: Locke, Berkeley, Hume.
Rönesans’ın sanatla başladığı gibi genel bir kabul vardır. Burada yeniden doğuşun sanatla başladığını kabul etmek aynı zamanda doğuşun da sanatla başladığını kabul etmek anlamına gelir. Sanatın zanaatla bağını iyiden iyiye kopardığını görüyoruz bu yüzyıllarda. Sanatçıların statüsünde değişiklik olduğunu da eklememiz gerekiyor. Burjuvazinin aristokrasi ile çatıştığı bir süreçtir. Aristokrasi, krallık ve kilise arasında ikiye ayrıldığı/bölündüğü için zayıflamıştır, dolayısıyla burjuvazinin karşısında varlık gösteremez. Sanat, Aristoteles ve benzeri düşünürlerin sandığı gibi boş zaman işi olmadığından bu sınıf çatışmalarına eşlik etmekten geri kalmaz.
Sanatın içerik ve biçim olarak değiştiği anlaşılıyor. Sanatın ve sanatçının manevra kabiliyeti ve siyasi tecrübesi de artış göstermektedir. Mevcut düzene karşı adeta gerilla taktiği izlenir. Sonuçta “vur kaçlar” yapma yeteneği kazanır sanat. Dolayısıyla sanat ve sanatçı G. Bruno misali kelleyi kaptırmaz ve ayrıca böyle bir risk doğarsa Galilei’nin “af dileyen” durumuna da düşmez. Sözcüklere, seslere, renklere, kurgulara, çizgilere ve imgelere sığınır sanat. Nihayetinde sanat bir kurgudur, uydurmadır! Edebiyat tarihinden de tanıdığımız dönemin ütopyalarını da unutmamak gerekiyor. Siyasal baskıyı atlatabilmek için More gibi Campenella da, F. Bacon da “ütopya” ile “olmayan yer”i betimlemek durumunda kalmışlardır.
Sanatçı var olana saldırı ve hücumlarını Yeniçağ başlarında da devam ettirmiştir. Yoktan var etme anlayışı bir ilkeye dönüşür adeta. Engizisyonun hukuki yaptırımları karşısında olup bitenin reel değil fiction olduğunu ileri sürerek kendisini savunma yoluna gitmiştir. Sanatın bu boyutunu “sanat, sanat içindir” özdeyişinde de görüyoruz. Sanatın bu dolaylılık boyutu günümüzde de değişmiş değildir. Bu özellik aynı zamanda sanatın sınıfsallık özelliğine de karşılık gelir. Bu yüzden tek boyutlu bir sanat ve sanat felsefesi düşünmek zordur. Bu bağlamda sanat tarihinin de nesnelliğinden ancak kısmen söz edilebilir. Mesela ana akım sanat tarihinin emekçi sınıflar açısından değil de egemen sınıflar açısından yazıldığı iddiası yabana atılır bir iddia olarak düşünülemez.
Teolojik Figürler Yerine Seküler Unsurlar
Yeniçağ ile birlikte ekonomik, sosyal altyapının değiştiği anlaşılmaktadır. Marksist jargonla söylenecek olursa ekonomik temel değişirse sosyal bilinç formları da değişir. Sanat düşüncesi de son tahlilde değişik bir sosyal bilinç biçimi olduğuna göre mevcut değişiklikten etkilenecektir. Sanatın hammaddesi ve tekniğinin de değişeceği, daha elverişli araçların ortaya çıkacağını anlamak da zor olmaz. Matbaanın icadı, edebi metinler için büyük olanaklar yaratır. Boya, fırça, tual türünden imkanlar da gelişme gösterir. Sanatta teolojik figür, kavram, konu ve imgelerin yerini seküler ögeler alır. Tanrı ve melek türünden içerikler yerini insana ve insani olana terk eder. Bir bakıma sanatçının, Tanrı’yı da öncelediği bir süreç söz konusudur. Sanatta ortaya çıkan bu antroposantrik bakış açısı çağın felsefesine de yansır. İcat edilen yeni sanat eserlerine paralel olarak hümanist felsefeler kurulur.
Aydınlanmaya geçmeden önce ileri süreceğim şu yargı ilginç olabilir: Sanat sınıf mücadelesinin estetik araçlarla sürdürülmesi oluyor. Her ne kadar sömürülen, emekçi sınıflar lehine de rol oynamış olsa da sanat, son çözümlemede sermaye sınıfına hizmet eder. Sanat, doğal olana yaptığı müdahalenin çok azını bile sosyal alana, kurulu düzene yapamıyor. Sınıflı toplumun koşullamasından dolayı kendi potansiyelini açığa çıkaramadığını ileri sürebiliriz. Doğal biçimleri bozduğu ve değersizleştirdiği kadar sosyal formları bozup, yıkıp değersizleştiremiyor. Hatta sıklıkla kurulu düzene yaslanıyor onunla uzlaşabiliyor. Günümüzde pek çok sanatçının hükümetin yanında saf tutuyor oluşu tesadüfi olmadığı gibi yalnız bize ve günümüze özgü de değildir.
Rönesans sanatının açtığı yoldan ilerleyen sanat düşüncesi bilimsel, siyasal ve felsefi alanlarını da koşullarken kendisine yeni sanat formları katmayı da eksik etmedi. Roman, opera ve operet gibi türler tarih sahnesine çıkarken, eş deyişle yoktan/hiçlikten var edilirken varlık düzlemine karşı yeni direnç odakları da filizlenmiş oldu. Bazı sanat tarihi metinlerinde Leonardo’nun veya Shakespeare’nin doğuşunun modern sanatı başlatması türünden yaklaşımlar vardır ki, bunlar yabana atılamaz. Sanatın bir imparatora (kral) dönüşmesi içinse Aydınlanma çağını beklemek gerekmiştir. 18. yüzyılın mantığına egemen olan ise sanat yoluyla dünyanın özgürleştirilmesidir. Bu aydınlanma ve özgürleşme talebinin 30 yıl savaşlarını izleyen zaman diliminde ortaya çıkması manidardır.
Aydınlanmanın kapısını sanatçıların açtığını ileri sürmek, ana akım düşünce tarihi yazımında yadırganabilir. Tezimiz gereği mevcut varlık düzlemine ilk olarak sanatın ve sanatçının reddiye yazdığı düşünüldüğünde bunun anlaşılır olduğu ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz ki burjuvazinin lehine bir sınıfsal fonksiyon üstlenmiştir sanat. Voltaire’den Direrot’a ve J. J. Rousseau’ya dek uzanan yelpazedeki düşünürlerin sanat eserleri yazdıklarını ve yaptıklarını biliyoruz. Çünkü dönemin “ilerlemeci” söylemine de paralel olacak biçimde toplumun ancak sanat ile aydınlanacağı, dünyanın sanat yoluyla özgürleşeceği düşünülmüştür. Fransa başta olmak üzere tüm Avrupa’yı etkileyen bu aydınlanma düşüncesi ve etkinlikleri emekçi sınıfların ruhlarını da okşamasını bilmiştir. Çünkü emekçi sınıfların varoluş biçimleri ve talepleri bu sanat eserlerinde reformist düzeylerde de olsa dile getirilmiştir.
Marx: Sanatçılar Dünyayı Yalnızca Yorumladılar
Ekonomik ve sosyal alandaki değişiklik sanat alanında da zorunlu sonuçlar ortaya çıkarır. Birisi altyapıda diğeri ise üstyapıda olmak üzere iki devrimden birisi İngiltere merkezli endüstri devrimidir. Diğeri de Fransa merkezli Fransız ihtilalıdır. Bu devrimler bağlamında Tanrı’nın yerini entelektüellerle (sanatçılar) birlikte toplumun büyük bir kesiminin aldığı iddia edilebilir. Her iki devrimde de sanatın rolünün açığa çıkartılması önemli bir tema olarak görülmektedir. Kant ve Hegel gibi dönemin filozofları sanata merkezi bir yer vermekle birlikte Hegel’in felsefe siteminde sanat, yerini kavramsal olana bırakacak bir tür olarak ele alınır. Schiller ve Lessing gibi yine Alman düşünürleri, sanat ile dünyanın özgürleşeceği, toplumun etik ve estetik incelik kazanmasıyla mutluluğun geleceğine inanma eğilimi taşırlar.
Bir başka Alman düşünürü Marx ise felsefeye verdiği rolü sanata transfer etmiş gibidir. Onun bu konuda kullandığı ünlü cümlenin semantiğini ve sentaksını değiştirerek şöyle söyleyebiliriz: Şimdiye kadar sanatçılar yalnızca dünyayı yorumlamakla yetindiler oysa esas olan dünyayı değiştirmektir. 19. yüzyılın fonetik, plastik ve dramatik sanatlar bakımından zengin bir yüzyıl olduğunu bilmem anımsatmaya lüzum var mı? Klasik romantizmin ve devrimci romantizmin bütün sanat türlerine nüfuz ettiği ve politikayı olduğu kadar bilimi ve felsefeyi de etkilediğini ileri sürebiliriz. Goethe, Balzac, Tolstoy, Baudelaire, Tolstoy ve Augen Delacriox’ı anımsatmakla yetiniyorum. Bu dönemde de sanatçıyı yine Tanrı’yla ve Kant’a göre doğayla rekabet ederken görüyoruz. Çünkü yeni sanat türlerinin icat edildiği görülüyor.
Sanat türlerinde genişlemenin en yüksek olduğu çağ 20. yüzyıl olmuştur. Fotoğrafçılık ve özellikle de sinema, sanatın alanını iyiden iyiye genişletmiştir. Sanat diğer düşün disiplinleri içinde, tabir yerindeyse bir adım daha öne geçmiştir. Sanat türlerindeki ve akımlarındaki bu genişleme felsefe dahil olmak üzere diğer disiplinleri de tetiklemiştir. Çok sayıda felsefe akımının ve okulunun kendisine alan bulması buna işaret etmektedir. Varoluşçuluk, hermeneotik, yapısalcılık, Frankfurt okulu, Marksizm, postmodernizm bunlardan bazılarıdır.
Kuşkusuz sanat akımları bundan çok daha fazladır. Nietzsche gibi filozofların felsefeyi sanata yaklaştırdığı ya da felsefeyi, sanat yapar gibi yaptığı görülmüştür. Merleau Ponty, Brecht, Sartre, Picasso gibi düşün insanları ise hem felsefe hem sanat yapma yolunu seçtiler. Bu örneklerden hareketle sanatçı bakışının 20. yüzyılda da, bir adım önde yürüdüğü gibi bir savı ileri sürebiliriz. Politika gibi bilim ve felsefe de günümüzde sanatın açtığı kapı aralığını gözetleme gibi bir anlayış içindedir. Proleterleşme, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak dünya ölçeğinde genişlediği müddetçe sanatın da bu genişlemeye eşlik ettiği/edeceği ve ondaki proleter yanın gelişmekte olduğu iddiasında da bulunabiliriz.
Hegel sanatın son momentini romantik sanat formunda ve şiirde gerçekleştiğini düşünmüştü. Sonraki gelişmelere bakılırsa yeni momentlerden ve sinema gibi yeni biçimlerden söz etmek mümkün olmaktadır. Çünkü sanat, yaşam sürdükçe dışlaması, reddiye yapması, deforme etmesi gereken olay ve olgular evreni bulacaktır/bulmaktadır. Bu olgulara etik ve estetik biçim ve düzen verirken de insanileşme çabasının bir uzanımı görünümündedir. Şöyle bitirebiliriz: Sanat için uygarlık, doğanın ve doğal olanın bir yadsınması olarak düşünülürse günümüzdeki sanatın da, yadsınmanın yadsınması olduğu sonucuna ulaşmak mümkün olmaktadır. Kısacası sanatçı Marx’ın düşündüğü gibi bir devrimci olarak dünyanın karşısında olduğu gibi bazen de Kaustki’nin dediği gibi bir anarşist olarak rol oynayabilmektedir. Bu durumda varlık kendisini hiçlik olarak gösterme imkanı bulurken hiçlik de kendisini varlık olarak (sanat eseri olarak) görünüşe çıkarma olanağı bulmaktadır.