Doğal Yangınları Sosyal Yangınlara Çevirmek:
MARKSİZMİN DOĞA FELSEFESİ
Varlık doğanın, doğa da insanlığın evidir. Varlığın önemli bir bölümünü doğa oluşturur da diyebiliriz. Bu yüzden de doğanın varlıkla aynı şey olduğu bile söylenebilir. Doğanın büyük bir bölümü ise dağlardan, ovalardan, denizlerden ve ormanlardan oluşur. Eski insan için doğa bunlarla birlikte Tanrı, insan, akıl ve toplumu da kapsayan tüm varlıkları içeren bir kavramdı. Şimdi, insan sözünü ettiğimiz doğaya yabancılaşmış görünüyor. Dolayısıyla komünal dünyaya -sınıfsız topluma- gidiş süreci aynı zamanda “doğaya dönüş” sürecine eşlik edecek ve belki de yeni Marksist Paul Burkett’in deyimiyle pastoral bir dünyaya imkan verecektir.
Doğa, Üretilen Mekandır
Marksizm açısından bakıldığında doğa yalnızca üretim yapılan mekan değildir; aynı zamanda üretilen mekandır da. Marx açısından doğa, basitçe bir üretim aracı olarak değerlendirilmez. Altyapı olduğu kadar onun bir uzanımı olarak üstyapı özelliği de taşır. Buradan baktığımızda diyebiliriz ki doğanın insan karşısına konulması yani insanın doğaya yabancılaşması nispeten yenidir. Belki de yabancılaşmanın ilk örneğini doğa-insan uzaklaşması teşkil ediyor. Mesafenin ve yabancılaşmanın asıl olarak endüstri (burjuva) toplumuyla gerçekleştiğini söylemek yanlış olmaz.
Doğa, Physis ve Natura’dan Gelir
Doğanın ana kıtaları olan dağlar ve ormanlar tanrılara ve peygamberlere ev sahipliği yaptıkları için de ilginç mekanlardır. Yunan tanrıları Olimpos dağlarını mekan tutmuşlardır. Musa, İsa ve Muhammed gibi peygamberlere vahiylerin de dağlarda gelmiş olması manidardır. Çünkü göklerde olduğu düşünülen tanrıların dağlara yakın yerlerde ikamet etmesi gerekir.
Doğanın çok anlamlı bir kavram olduğunu biliyoruz. Grekçedeki “physis” (fizik) kelimesinden gelen doğa kavramını Cicero, Roma’ya ve Latinceye ‘natura” olarak aktarır. “Natürel ürünler” biçiminde kullandığımız da söz konusudur. Köken bakımından “natura”nın da anlamı, sürekli bir doğma, açma ve belirme etkinliğidir ve tüm varlık buradan oluşmuştur. Anlamı daha da genişlemiştir bugün. Bir şeyin doğası, özü, fıtratı derken de doğa sözcüğünü kullanabiliyoruz.
Çevreci Sol ve Ekolojik Marksizm Değil
Marksizm ve Sınıf Mücadelesi
Marx’ın doğa merakı çok eskidir. Doktora tezi Demokritos ile Epikuros’un doğa felsefelerinin karşılaştırılmasıdır. Yine de Marx’ın çevre sorunlarını görüp görmediği tartışması bir hayli aktüel bir konudur. Marx’ın doğayı gördüğünü ve görmediğini iddia edenler eksik olmuyor. Bu yüzden de ekomarksizm (ekolojik Marksizm) türünden anlayışlar gelişmiştir.
Marx’ın insanı ve toplumu doğaya içkin olarak ele aldığını söyleyebiliriz. Bu yüzden doğayı konu etmediği söylenemez. Ama kendi çağında çevre sorunları günümüzdeki kadar kötü ve çekilmez değildi. Bu yüzden de çevre bağlamında bir kuram geliştirmediği anlamlıdır. Yine kapitalizmi her türden varlığa yabancılaşmanın kaynağı olarak tespit etmiş olması, bu sistemin doğanın da düşmanı olduğunu söylediği anlamına gelir. Bu yüzden “çevreci sol” veya “ekolojik Marksizm” gibi anlayış ve kavramlar gereksiz oluyor.
Yine gereksiz olan kavramlar arasında “iklim krizi”, “doğal afet” ve “vahşi doğa” gibi olgular da yer almaktadır. Çünkü bunlar sisteme bağlı olgular olarak varlık kazanırlar. Komünal topluma değil sınıflı topluma özgü “gerçeklikler”dir. Dolayısıyla Marx ve Marksizm açısından yalnız ekonomik krizler değil “doğal kriz” olarak da sunulan her türden krizin sistemsel olduğu bir realitedir. Bu yüzden de ekolojik sorunlar sınıf mücadelesi teorisinden ayrı ele alınamaz.
Doğal Yangınları
Sosyal Yangınlara Çevirmek!
Marksizm açısından sosyal doğaya, eş deyişle kapitalizme müdahale etmeden doğanın talanını, çevrenin kirlenmesini, eko sistemin bozulmasını, ormanların yakılmasını önlemek mümkün görünmüyor. Doğanın tüm ana parçaları gibi ormanlar ve orman yangınları da toplumsal/sosyal karakterlidir. Bu yüzden orman yangınları ancak, bu yangınların sosyal yangınlara çevirilmesiyle engellenebilir. Yani Lenin’in emperyalist savaşları önlemenin yolunu, bu savaşları iç savaşlara çevirmekte bulması düşüncesini biz de orman yangınları sorununa uygulayabiliriz. Bu yüzden de yangınların neden çıktığına dair kuşkulu açıklamalar da değerini yitirmektedir.
Proto çevreci Marx’ın, Kapital’de söylediği gibi: “İnsan kendi gereksinimlerine uygun biçimdeki doğanın ürünlerini ele geçirmek için kollarını, bacaklarını, kafasını , ellerini, yani vücudunun doğal güçlerini harekete geçirerek doğanın kendi güçlerinden biri olarak onun karşısına çıkar. Böylece dış dünyaya etki ederek ve onu değiştirerek, aynı zamanda kendi doğasını değiştirir.”
Komünist Toplumda
Özdeşlik ve Zıtlık Sorunu
Marx ve Engels açısından toplumda, düşüncede ve doğada zıtların hem birliği/ özdeşliği hem de farklılığı/savaşımı söz konusudur. Komünist bir dünyada zıtlıklar, savaşlar sönümlenir özdeşlik baki kalır. Keza sosyal eşitlik gereği düşüncedeki birlik ve çatışma karşıtlığında da karşıtlık elenir birlik/özdeşlik baki kalır. Doğadaki zıtların özdeşliği ve çatışma ilkesi ise sonsuzdan geldiği gibi sonsuza dek devam eder. Adorno diyalektiğin bu tarzı için “negatif diyalektik” terimini kullanmaktadır. Ayrıca birey-toplum arasındaki diyalektik ile toplum-doğa arasındaki diyalektik de varlığını sürdürür.
Marx ve Engels, sosyal ve politik süreçlerin hızlı ilerleyeceğine, kapitalist uygarlığın hızla yıkılacağına inandılar; tarımsal ve kırsal yaşamın son bulacağına inançları tamdı. Onlarda, keza proleterleşmenin de buna eşlik edeceği kanaati baskındı. Sürecin yönü doğruydu ama hız konusunda aynı şey söylenemez. Bu duruma bağlı olarak Marx’ın birçok konuyu eksik bıraktığı iddiası vardır. Bunları sıralamak gerekirse Marx’ın ulus sorunu, demokrasi sorunu, doğa sorunu, çevre meselesi, kadın meselesi, bunları görmediği, daha doğrusu yeterince görmediği ileri sürülür. Keza estetikte, devlette ve hukuk alanında da güçlü ve kapsamlı teoriler oluşturmadığı, eserler yazmadığı da savunulmaktadır.
Doğa Manzaraları Yoktur
Kar, Rant ve Faiz Manzaraları Vardır
Doğa kırdan bakınca farklı kentten bakınca farklı görünür. Kır insanı doğayla içli dışlıdır. Bütün doğa olayları kır yaşamını yakından ilgilendirir. Yağmurlar, su baskınları, güneş, ay ışığı, yıldızlar sosyal ve gündelik yaşamın bir uzantısıdır. Sulu ziraat, kuru ziraat tekniklerini anımsatmaya bilmem lüzum var mı? Oysa yağmur kent insanı için lüzumsuz ve kontrol altına alınması gereken bir doğa olayıdır, bazen de “doğal afet” rolündedir. Kent yaşamında kerpiç/toprak evlerin yerini alan çok katlı beton binalar, gökdelenler yüzünden yıldızı, ayı görmek de mümkün olmaz çoğu zaman.
Kapitalist kent yaşamında olduğu gibi Yabancılaşmış birey ve burjuvazinin de doğayı, yıldızlı gökyüzünü, ırmakları, su şelalerini görmesi, doğanın sesini duyması, görmesi olası değildir. Burjuvazi doğaya bakar ama orada bir manzara, canlı bir yaşam, bir sanat ve estetik güzellik de görmez. Komünist toplum için, insanın, toplumun, üretimin ve her türden güzelliklerin bir parçası olan doğa, kapitalist için yatırım alanı ve bunun sonucu olarak da kar, rant ve faiz olarak görülür. Burjuvazi yanan, yakılan ve yok edilmesine göz yumulan ormanları, yaşayan, canlı mekanlar olarak değil endüstriyel (kapitalist) ürünler için paha biçilmez imkanlar ve manzaralar olarak görür. Yalnız burjuvazi değil doğaya yabancılaşmış her birey bu durumdadır. Misal, orman yangınlarını gören bir marangoz, orada canlı bir yaşamın, kendisinden bir parçanın yandığını, yakıldığını değil kapı, pencere, koltuk, mobilya türünden hammadeler ve kuru ağaç yığınları görür. Bu örnekleri tüm mesleklere uygulayarak çoğaltacağımız açıktır.
Doğa, Tarihsel Bir Olgudur
Doğada olup biten vardır. Doğadaki durum için “kendinde şey” ifadesini kullanmak mümkündür. Emek aracılığıyla “kendisi için” haline getirilir. Doğaya ve doğadaki varlık durumlarına anlam veren biziz. Bu anlamları sınıf olgusu dışında verdiğimizi ve dolayısıyla da “doğal yargılar”a sahip olduğumuzu ileri sürmek zordur. Marksizm açısından yalnız sosyal ve iktisadi kategoriler değil doğa da bir tarihsel olgu olarak vardır. Bu nedenle doğal yaşam ile sosyal yaşam birbirinin hem içindedir hem dışındadır. Analitik felsefelerde olduğu gibi sosyal dünya ile fiziksel dünyayı birbirinden ayırmamız mümkün değildir.
Her toplumun doğa anlayışı, bu yüzden de her toplumun doğası değişik olmuştur. Eski toplumlarda doğanın canlı olarak düşünülmesi söz konusudur. Doğanın insan için bir barınma alanı hatta doğanın doğuran bir varlık olduğu “doğa ana”, “toprak ana”, “tabiat ana” örneklerinde olduğu gibi insandan ayrı olmadığı düşünülmüştür. Doğanın çağlara göre değişmesi ve farklı biçimlerde tasvir edilmesi Collingwood gibi burjuva filozofları tarafından da savunulur: Yunan doğa felsefesi, Rönesans doğası ve modern doğa tasarımı.
Eski Çağlarda Doğa
Kapitalizm Koşullarında Doğa
Sınıflı toplumların doğa anlayışında ondan yararlanmak vardır. Kölecilik ve feodalizm koşullarında doğa, yararlanılması gereken bir varlıktır. Ondan iyi sonuçlar, ürünler alınması için de onun korunması gerekir. Bunun sonucu olarak da doğa kutsallaştırılır, yüceltilir. Oysa kapitalizm koşullarında doğa yalnızca ve yalnızca sömürülmesi gereken bir mekandır, ötekidir. Kapitalizmin yarattığı yabancılaşmış bilincin doğadan anladığı eski toplumlardaki gibi olmayacaktır. Doğayla barış içinde yaşamak da doğayı kontrol altına almak da yetmez. Doğa da neredeyse bir metaya, onun birikmiş ve soyutlanmış biçimi olan sermayeye dönüşmüştür. Alınıp satılmasında, kar mantığına uygun olarak kullanılmasında bir sakınca yoktur.
Buradan bakıldığında “doğal afet” olarak lanse edilenlerin de aslında “doğal” olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü örneğin sel baskınlarını, muhtelif yangınları, olası depremlerin yaratacağı yıkıcı sonuçları dikkate almadan yerleşim yerleri kuran mantık, kapitalizmin kar mantığından başkası değildir. Keza orman yangınları meselesinde de gündeme gelen yangınları söndürmek için gerekli araç gereçlerin önceden sağlanmamış olması, sağlanmışsa da bunların iyi yönetilmemesi ve daha da önemlisi, kasıtlı olarak gerekli müdahalelerin yapılmaması, yıkım ve yok oluşların “doğal” olmadığını kanıtlar niteliktedir.
Doğa, doğal haline bırakıldığında kendisinden aldığınızı tekrar almasını bilir. Sahil doldurularak yani deniz çalınarak üzerine yapılan binalar depremle yıkılmış, deniz kendisinden alınanı tekrar almasını bilmiştir. Dolayısıyla son zamanlarda orman kayıplarına paralel olarak yaşanan sel ve su baskınları neticesinde ortaya çıkan kayıpların sorumluluğunu da “vahşi doğa”ya yüklemek doğru değildir. Zira her türden sosyal yaşam mekanlarının doğaya, dahası doğanın doğasına ve mantığına uygun olması gerekir/gerekirdi.
Doğayı Değiştirmek ve Özgürleştirmek,
Sosyal Doğayı Değiştirmekle Mümkündür
Evrenin büyümeye devam ettiği zamanla küçülmeye başlayacağı iddiasına uygun olarak sosyal doğanın/dünyanın da büyümesini tamamlayıp küçülmeye başlayacağını düşünebiliriz. Evrenin sonsuza dek büyümesi nasıl ki mümkün değilse kapitalizmin de sonsuza dek büyümesi mümkün olmayacaktır. Sosyal doğadaki değişimin fiziksel doğadaki değişime eşlik edeceğini söylerken Engels, önemli bir belirlemede bulunmuştur. Sosyal doğayı değiştirmeden fiziksel doğayı değiştirmek yani onu burjuvazinin talanından ve yağmasından kurtarmak imkansızdır. Bu yüzden de Marx sosyal dünyaya vurgu yapmıştır. Marx’ın ünlü tezlerinden birisine göre “filozoflar şimdiye dek dünyayı yalnızca yorumladılar oysa esas olan onu değiştirmektir.” Buradaki dünya esasen sosyal dünyadır. Konumuz açısından önemi ise fiziksel dünyayı da içermesidir.
Doğa-Toplum Birliğine Doğru
Marksist teoride içkin olarak sosyal dünya, proletaryanın müdahalesiyle değişip özgürleştiğinde doğanın da değişip özgürleşeceğine inanç vardır. Doğanın insanileştirilmesi ve sosyalleştirilmesi diyebiliriz buna. Bütünsellik ve bütünselleşme zorunlu görünüyor. Marksist bütünselleşme anlayışı Spinozacı monizmi aştığı gibi Descartescı düalizmi de aşan bir anlama sahiptir. Hatta Marksçı monizmin eski tarz pluralist doğa anlayışlarını da aştığını söylemek gerekir. Bu yüzden de modern devletler tarafından doğaya çizilen tüm sınırların zerre kadar geçerliliği ve meşruiyeti bulunmuyor.
Kır toplumlarının doğayı insan ve canlı ile özdeşleştirdiklerini de anımsamak gerekir. Bu anlamaya göre doğada toprak canlıdır, üretendir, yorulandır; dinlenmesi gereken, sulanması gereken, suni ve doğal gübreleme yoluyla beslenmesi gereken bir varlıktır. Bu canlı doğa, insanın insanlaşma sürecine ev sahipliği yaparken insanın da bir uzantısı konumundadır. İnsan bu doğayı emek aracılığıyla değiştirir. Bunun neticesi olarak da -yukarıda değinmiştim- kendisi de değişir ve dönüşür. Bu diyalektik gidişat için sonsuzdan gelip sonsuza gider ifadesi kullanılabilir.
İnsanlığın yolu uzun soluklu olsa da, her zaman eşitlikçi ve güzel bir dünyaya doğru eğilim kendini dayatmaktadır. Doğa-toplum dostluğuna/birliğine dayanan eşitlikçi/güzel günlerin birçok kez bize göz kırptığını kendi coğrafyamızdaki örneklerden de biliyoruz. “Gezi” ya da “Haziran günleri” olarak tarihe geçen tecrübeleri anımsatmakla yetiniyorum. Bu tecrübe de göstermiştir ki, doğayı savunma mücadelesi temelde sınıf mücadelesinden başka bir anlama gelmiyor.