Sanat, günümüzde formunu ve sınırlarını genişleten bir etkinlik olarak yaşamımızdaki yerini koruyor ve üstelik bunu sıklıkla artırmakta olduğu da görülmektedir. Yaşama etkisi bakımından düşünüldüğünde belki de kültürün diğer disiplinleri olan bilim, politika ve felsefeyi de öncelediği ileri sürülebilir. Sanatın, tarihi ve işlevi bakımından düşünüldüğünde, ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. Zira onun yalnızca modern sanattan ibaret olmadığını bildiğimiz gibi yalnızca güzelin taşıyıcısı olmakla yetindiğini de söyleyemeyiz. Sanat tüm bir tarihin taşıyıcısı olarak da eskiyi bize getirir ve bizi eskilere götürür. Bu yüzden sanatı, yalnızca sanattan ve güzelden ibaret olarak görmek meselenin bir kısmına hatta özüne yabancılaşma sonucunu doğurur.
Her sanat eseri geçmişi, şimdiyi ve hatta geleceği bize gösterme özelliği taşımaktadır. Mona Lisa ile Rönesans’a gitmemiz, Fidias ile Antik Yunan’a temas etmemiz, Piramitlerle Mısır uygarlığına dokunmamızın anlamını burada aramak gerekir. Sanatın bir bellek (hafıza) işlevi gördüğünü ileri sürmemizin yeterlice örneğinin olduğunu söylemekle kalırsak da, mesele anlaşılmış olmayacaktır. Zira her sanat eseri tarihsel ve toplumsal ilişkilerin estetik bir form kazanmış halidir. Alman filozofu Leibniz’in monad anlayışıyla ilişkilendirerek söyleyecek olursak ‘her sanat eseri geçmişin izlerini ve geleceğin taslağını kendisinde taşır’ diyebiliriz. Aynı zamanda onun diğer disiplinler gibi bir üstyapı kurumu olduğunu söylüyoruz. Bilim, politika ve felsefe gibi sanat da iktisadi faaliyetlerin üzerinde konumlanır. Dolayısıyla bir toplumsal bilinç formu özelliği taşırken elbette ki toplumsal bir bellek olarak da yaşamımızda merkezi bir yer işgal etmektedir.
Hem Üretimin Bir Sonucu, Hem de Üretim Olarak Sanat
Sanatın, toplumu ve tarihi bize açıklayan bir olgu olması, onun yalnızca estetik bir ürün olmadığının da kanıtı olarak düşünülebilir. Daha da önemlisi pek çok kavram gibi sanatın kendisinin de tarihsel oluşu bir realitedir. Belki de politika ve felsefeden daha da dinamik olduğu söylenebilir. Klasik sanatlar, modern sanatlar ayrımı da, sanat tarihinde üsluplar dönemi ve akımlar dönemi gibi konuların varlığı da sanatın dinamikliğinin göstergesi olsa gerek. Sanatı tartışmaya açmak ve onu en eski toplumların bir uzantısı olarak değerlendirmek bizi ister istemez üretim olgusuna götürür. Çünkü sanatın ortaya çıkışı, üretimin ortaya çıkmasını izler. Bugün de sanatın çeşitlenmesi, derinleşmesi ve etkinleşmesinin temelinde üretim ve buna bağlı olarak da üretim ilişkilerinin karmaşıklaşması yatmaktadır.
Üretim derken insan türünün hayvana yabancılaşarak farklılaştığı çağlardan söz ediyorum. Aynı çağların en belirgin özelliği sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçiş çağları olmasıdır. Sınıflar öncesindeki sanatsal ürünleri “sanat olmayan sanat” veya zanaat nitelikli ürünler olarak değerlendirmek mümkündür. Şunu söylemiş oluyorum ki sanat, sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla insan yaşamına eklenmiş, daha doğrusu yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olmuş, sınıfların ortadan kalkmasıyla da son bulacak olan bir etkinliktir. Gerçi Hegel gibi filozoflar, kendi dönemlerinde sanatın son bulduğunu ileri sürmüşlerse de kanaatimce bu bir yanılgıdır. Tersine Hegel’den sonra sanat daha da çeşitlenmiş, fotoğraf ve özellikle de sinema gibi çok etkili bir sanat daha yaşamımızın bir parçası haline gelmiştir.
Sanatın üretimle olan ilişkisi sınıfsallık fenomenine gönderme yapar. Sanat güzel, yüce, iyi, hoş, trajik, komik türünden pek çok unsuru kendinde barındırsa da olmazsa olması, sınıfsallık kategorisine tabi olmasıdır. Sanatın sınıfla olan ilişkisi, güzel ve diğer temel kavramların da sınıfsal bir içerik taşıdıklarını duyurmakla birlikte taşıdığı değerlerin de sınıfsal olduğunu işaret eder. Bir genelleme içinde söylenirse sanat, yalnız egemen sınıfların değil emekçi sınıfların kültürel/manevi değerlerini de taşır. Her ne kadar egemen sanat, egemen sınıfların sanatıdır gibi bir yargıda bulunsak da, egemen sınıflarla çatışma halinde olan köle, serf ve proletaryanın da duygu ve düşünceleri, egemen sanat içinde kendisine yer bulabilmektedir.
Marksizmin ortaya çıkışı ve emekçi sınıfların kendilerine özgü düşün ve sanat adamlarını yetiştirmesinden sonra başlı başına “proletarya sanatı” diyebileceğimiz türden ürünler de yaşama ağırlıklarını koymaya başlamıştır. Sanatın gelişmişlik düzeyine bakıldığında her ne kadar Marksist sanat ve estetik kuramlarında da genel ve evrensel bir sanatın geçerliliği ileri sürülüyor olsa bile sınıfsallık kategorisi hemen dikkati çekmektedir. Dolayısıyla şu soruyu sormak kaçınılmaz görünüyor: Eğer sanat kuramlarının ve akımlarının çokluğunun motivasyonu, toplumun farklı sınıflardan oluşmasının bir sonucu değilse neyin sonucudur? Sanatın düzen ve iktidar ile çatışmasını da bu çerçevede ele almak gerekir.
Altyapı: Sosyal ve Estetik Düşünme Formları
Her sanat eserinin değil de belirli içerik ve biçimde ortaya konulmuş sanat eserlerinin iktidar ile çatışma halinde olduğu düşünülürse “proletarya sanatı” gibi bir kavramı neden kullandığımız da daha anlaşılır hale gelecektir. Buna göre Alman düşünürü İmmanuel Kant gibi filozofların “sanat, sanat içindir” diyerek sanatı yalnızca estetik duyguların taşıyıcısı olarak değerlendirmek yanlış olur. Dolayısıyla tek tarz bir sanat ve sanat felsefesi olduğunu düşünemeyiz. Ayrıca felsefe gibi sanat da Aristoteles’in zannettiği gibi bir boş zaman faaliyeti değildir. Metin boyunca vurguladığım gibi sanat, asıl olarak üretim faaliyetinin ve üretim ilişkilerinin bir neticesi olarak vardır.
Üretimi ekonomik ve sosyal temel olarak düşündüğümüzde sanatın bir üstyapı kurumu olarak ortaya çıktığı hemen fark edilecektir. Sürekli değişme ve dönüşme özelliği taşımasını da bu noktada aramak gerekir. Demek ki sanatın kendi başına bir tarihi olduğu da iddia edilemez. Sanat, ekonomik, sosyal temele bağlı olarak ortaya çıkmış ve temel yapının değişmesine paralel olarak da değişip dönüşen bir olgu olmuştur/olmaktadır. Şöyle de söyleyebilir: Her ekonomik, toplumsal ve tarihsel yapı kendisine uygun sosyal ve estetik düşünme formlarına kaynaklık eder. Buna göre sanatın evrenselliği, tek yapılı, tek tarz ve ideolojisiz olduğu tezi, estetik gerçekliği yansıtmaktan uzaktır diyebiliriz.
Sanat tartışması, onun toplumsal bir ürün olması ve bir bellek işlevi görmesi, konunun yalnızca antropolojik/psikolojik bir ürün ve uğraş olmadığını göstermektedir. Sanatın, yansıtma kuramından hareketle kendini var ettiği düşüncesi, Platon ve Aristoteles’ten beri bilinen bir kuramdır. Zira bizatihi antropoloji ve psikolojinin bir ürün olduğunu hesaba katmak gerekiyor. Meselenin psikolojik süreçleri ancak sanat etkinliğinin sonuçlarıyla ilgili olabilir. Oysa aşağıda bu süreçlere, gerçekte ekonomik unsurların temel teşkil ettiğine işaret edeceğim. Sanat olayını psikolojik süreçlere indirgemek insanı, hayvanla aynı düzeyde görmek anlamına gelir. Kuşkusuz hayvan ile benzer özelliklerimiz olabilir, vardır da. Yine de insanın sanat yapan bir varlık olarak hayvandan ayrıldığı da daha güçlü bir realiteyi işaret etmektedir.
Eğer insan, hayvan ile aynı düzeyde kalsaydı sanatın yalnızca “güzel”i yansıtan bir etkinlik olduğu ileri sürülebilirdi. Bu da bizi doğa durumundan ileri taşımazdı. Tıpkı kompleks yapılı bir hayvan gibi armonik bir ses duyduğumuzda, uyumlu bir renkler kümesi veya simetrik biçimler gördüğümüzde, ışık-gölge imgelerini fark ettiğimizde mutluluk psikolojisine girerdik. Oysa sanatın bundan çok daha dinamik olduğunu, onun sınıf mücadelesinde merkezi bir rol oynadığını biliyoruz. Bu yüzden de “sanat, sınıf mücadelesinin estetik araçlarla sürdürülmesidir” tezinin yabana atılamayacağını ileri sürüyoruz.
İnsanın Fiziksel ve Estetik İhtiyaçları
Sanatın oluşum süreçlerinin başlangıcında ya da temelinde insanın üretme etkinliği bulunmaktadır. Üretme etkinliğinin de tek tarz olduğu söylenemez. Marx’ın iktisadi analizlerinden yola çıkarsak üretimin kullanım değerine göre ve değişim değerine göre yapıldığını fark ederiz ki, bu temel iktisadi bakışı dikkate almadan sanatın toplumsal, antropolojik ve psikolojik işlevini açığa çıkartmak neredeyse imkansızdır. Buna göre sanatların mantığında bulunan bir evrensellikten, genel geçerlilikten söz etsek bile biricikliğinden, zamana, mekana ve sınıfa göreliğinden de mutlaka söz etmemiz gerekir.
Akdeniz uygarlığının ortaya çıkardığı sanat ile Avrupa uygarlığının ya da Ada Avrupası olan İngiltere ve Amerika’da ortaya çıkan sanatın benzer olduğunu kim iddia edebilir? Bir sanat sosyoloğunun dediği gibi sanatın bir yurdu ve sınıfı yoksa bile sanatçının bir yurdu, yaşadığı bir coğrafya ve mensubu olduğu bir sınıf vardır. Bu yüzden de ‘sanat eseri duygu ve düşünceleri estetize eder, dışlaştırır’ demek yerine ‘her sanat eseri belli bir sınıfın duygu ve düşüncelerini estetize eder’ demek daha anlamlı görülmektedir.
Politika, bilim ve felsefe gibi sanat da tesadüfen ortaya çıkmış olamaz. Tesadüfen de varlığını sürdürüyor değildir. İnsan, ihtiyaçları olan bir varlıktır diğer canlılar ve özellikle de hayvanlar gibi. Öte yandan ihtiyaçlarını doğadan hazır olarak alan bir varlık değildir. Kendisi üreten bir varlıktır. Keza insan, ihtiyaçları olan ve ihtiyaçları da sürekli çeşitlilik gösteren bir canlı türü olarak diğer canlılardan ayrılmaktadır. Sanat, insan ihtiyacını karşılayan bir etkinliktir. İhtiyaçları ise kapitalizm koşullarında ve daha da genelleyerek söylersek sınıflı toplum uygarlığında üç kategoriye ayırabiliriz.
İnsan ihtiyaçlarından birisi maddi ve fiziksel ihtiyaçlardır. Maslow, bu ihtiyaçları, ünlü piramit kuramının temeline yerleştirmektedir. Bunlar hayati önemdedir. İkicisi entelektüel, kültürel ve konumuz olan estetik ihtiyaçlardır. İddia edebiliriz ki, insan ekmeksiz, susuz yaşayamayacağı gibi estetik ihtiyaçlarını karşılamadan da yaşamını sürdüremez. Hiç değilse insan, sanatsal haz almadan yaşamını “insani bir şekilde” sürdüremez diyelim. Uygar toplumun ve çağımızdaki insanın üçüncü ihtiyacı ise sahte ihtiyaçlar dediğimiz gereksinmelerdir. Moda, magazin, sigara, alkol, uyuşturucu, profesyonel spor, bilhassa futbol, markalar, ün, ünvan, teknolojik uyarıcılar… Konumuz sahte ihtiyaçlar ve maddi ihtiyaçlardan ziyade sanatsal ihtiyaçlar olduğu için yalnızca estetiğe vurgu yapmakla yetiniyorum.
Araç ve Amaç Diyalektiğinde Sanat
Gereksinimlerin koşulladığı insanı, ihtiyaçlarını karşılamak için mücadele eden bir canlı türü olarak betimlemek mümkündür. Bu yüzden bir amaç gibi görünen yani amaçsal bir özelliği de olan sanatın aynı zamanda bir araç olduğu da hemen dikkati çeker. İlk sanat ürünlerinin üretime yönelik olduğu; büyü, sihir işlevi görsün diye yapıldığını ve yaratıldığını anımsatmak isterim. Onun aynı zamanda bir araç haline gelmesi sınıfların icadından sonradır. Dolayısıyla sanatın avcılık toplumunda, avlanmayı kolaylaştırmak için yapıldığı, avlanacak hayvanın resminin duvarlara çizildiği ya da danslarla taklidinin yapıldığı bilinir. Hayvanın kendisine sahip olmanın yolu, öncelikle onun simgesine sahip olmaktan geçer! Eski insan tam da bu noktada konumlanmıştır.
Mitolojik düşüncenin etkili olduğu bir dönemi anımsamak gerekir. Sanatın araçsallık özelliğinin sınıf mücadelesi geliştikçe daha da keskinleştiğini düşünmek yanlış olmasa gerek. Demek ki başlangıçta sanat, insanın doğaya karşı bir mücadelesinin zorunlu sonucu olarak ortaya çıktığı gibi uygar toplumlarda ve günümüzde ise sosyal dünyanın, -feodal, kapitalist, emperyalist- değiştirilmesinde büyük bir araç işlevi görmektedir. Bu yüzden Fransız şairlerinin, sanatı ve şiiri ateşli silahlara ve bombaya benzetmeleri manidardır. Dolayısıyla da sanatın amacı, kendisini aşmaktır da diyebiliriz. Kendisini aşması içinse, kendisine zemin teşkil eden dünyanın değiştirilmesi gerekir. Ancak bu çaba içine giren sanatın amacı dünyayı değiştirmek olabilir.
Sanatın, bilim, politika, felsefe gibi geçmişi günümüze taşıyan bir bellek olduğunu düşünmekle birlikte bu bellek olma işlevinin diğer disiplinlere oranla sanat için daha da güçlü olduğu varsayılabilir. Çünkü sanat, açık ilişkilerle birlikte “gizli ilişkiler”i de kendi bağrında taşıma yeteneğine sahiptir. Filozof, bilimci ve politik aktörün yürüdüğü yol, yürüttüğü ilişkiler ve sırtladığı değerler açıktır, doğrudandır… Mesela Sokrates (filozof) ve Galilei (bilimci) örneğini ya da Babeuf’u (politik aktör) düşünelim. Kurulu düzen karşıtlığı, bu disiplinlerde açık ve doğrudandır. Oysa sanatta anlatma, gösterme, dile getirme, itiraz etme, eleştiri ve yeni olana vurgu çoğu zaman kapalı ve “gizli” yöntemlerle illegal diyebileceğimiz çizgilerle, seslerle, renklerle ve imgelerle söz konusu olmaktadır. Bu yüzden toplumsal bellek için de her ne kadar bilim, politika ve felsefeyi de örnek versek bile belleğin en güçlü olduğu alanın sanat dünyası ve estetik ürünler olduğunu söyleyebiliriz.
Sanat Tarihinin Emekçiler Cephesinden Yazılması
Sanatın toplumsal bellek olduğunu bu çerçevede açıklayıp bırakırsak eksik hatta yanlış olur. Çünkü “hangi sanat ve sanat ürünleri?” sorusunun yanıtı verilmemiş oluyor. Sanatı genelleştirip peşinden de sanatı ve sanatçıyı yüceltmek gerekmez. Çünkü sanat dünyası, son çözümlemede sınıf savaşının yürütüldüğü bir alandır. Bu sınıflar illa ezen ve ezilen biçiminde olmak zorunda da değildir. Zira sanat aynı zamanda iki egemen sınıf arasındaki çatışmaya da tekabül edebilir, günümüzde buna örnekler vermek mümkündür.
Biraz geniş bir sunumla denilebilir ki öncü, ilerici, muhalif ve devrimci diyebileceğimiz bir sanat anlayışı her çağda söz konusu olmuştur. Bu türden sanat gelenekle çatışır. Bunun yanında şimdi bir soru daha ortaya çıkıyor: Geleneksel bir özellik kazanmış düşünsel formlar gibi geleneksel sanat da her zaman gerici midir? Sanat tarihinde ve günümüzde pek çok öncü sanat olma iddiasıyla ortaya çıkan sanat akımlarının veya tek tek sanat ürünlerinin eskide kalmış sanat ürünlerine göre daha gerici bir rol oynadığı da mümkün olabiliyor.
Sanat ürünlerine geleneksellik sorunu bakımından yöneldiğimizde pek çok devrimci uygulama ve örneklerle karşılaşabiliriz. Bu bağlamda sanat tarihinin emekçiler açısından yazılmasının da önemli bir ihtiyaç olduğunu unutmamak gerekir. Henüz diğer disiplinler gibi sanatın tarihinin de egemen sınıfların bakış açısıyla yazıldığının (yukarıdan sanat tarihi yazımı) bir sorun olarak not edilmesi gerekir. Bu noktada İngiliz burjuva düşünür F. Bacon’u anmak gerekiyor. Ona göre zihnin, idollerden (hurafe) temizlenmesi gerekir!
Elbette hurafe değeri taşıyan unsurların zihinden, bellekten atılmasını savunabiliriz. Öte yandan zihnin geleneklerden getirdiği devrimci unsurların muhafaza edilmesi gerektiğini de göz ardı edemeyiz. Bu türden geleneksel değerler en çok da emekçi sınıflar içindir. Bu unsurların içinde kuşkusuz ki estetik ürünlerden gelenler de vardır. Hatta bizim gibi toplumlarda sözlü kültür geleneği denilen bir olgu vardır ki, zihinden/bellekten “eskiyi atalım” demenin büyük bir sorumluluk getirdiği açıktır.
Uzlaşan Sanat ve Devrimci Sanat
Marx ve Engels, her ne kadar sosyal sorunların çözümünde sınıf mücadelesini görmüş olsalar da, estetik mücadeleyi de bunun bir bileşeni olarak düşündüklerini varsayabiliriz. Bilhassa proletaryanın manevi silahlarını, felsefede bulduğu ileri sürülmüştür. Biz de aynı proletaryanın estetik silahlarını ise sanatta bulduğunu iddia edebiliriz. Keza felsefe ve sanatın da maddi silahlarını proletaryada ve daha geniş manada söylersek emekçi sınıflarda bulduğunu ileri sürmemiz yanlış olmayacaktır. Bu çerçevede bakıldığında sanata, ona en çok sorunu ağır sınıfların ve halk katmanlarının ihtiyaç duyduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla “devrimci sanat” uygarlığın her çağında ve zaman diliminde kendisini göstermiştir.
Sanat tarihine bakıldığında sıklıkla baskılanan, sansürlenen, imha edilen sanat ve sanatçı türü de muhalif çerçevedeki sanat ve sanatçı tipolojisi olmuştur. Çünkü egemen sınıflar sanatın, gerçekleri yansıtan bir araç olduğunu görmekte gecikmemişlerdir. Bu yüzden kaba bir genelleme içinde belirtmekte fayda var ki, iktidarların sanata ilgisi yoğun olmuştur, olmaktadır da. Yanı sıra iktidarların sanata ve sanatçıya karşı olduğu tezi de doğru değildir. İktidar asıl olarak “devrimci sanat”a karşıdır. “Uzlaşan sanat”, tam tersine egemen sınıflar ve onların iktidarları tarafından desteklenmiştir/desteklenmektedir. Bu durum bilim, politika ve felsefe için de geçerlidir. Son yıllarda, ülkemizde bu anlayışın çok bariz uygulamalarına tanık olmaktayız.
Sanatın tartıştığımız bağlamda iki işlevi olduğu dikkat çekmektedir: Gerçekleri yansıtmak ve gerçekleri değiştirmek. Aristoteles’in mimesis kuramından ayrıldığımız nokta da burasıdır. Egemen sınıfları ve iktidarları asıl rahatsız eden sanatın bu “değiştirme” kategorisini içeriyor olmasıdır. Gerçeklik ve değiştirme kavramlarının ayrıntısına girmek metnimizin sınırlarını aşar. Şu kadarını söylemek gerekir ki, gerçek olan üretim güçlerinin durumudur. Üretim ilişkileridir bir bakıma. Nihayet ekonomik sosyal temelde üretimin nasıl olduğu, ürünün nasıl paylaşıldığı, hangi sınıfların hangi yöntemlerle toplumsal artığa el koyduklarıdır. Gerçek olan ve sanatın yansıtmakla mükellef olduğu budur. Bu anlayışı E. Fischer’in eserlerinde ve M. Gorki’nin sanat anlayışında ziyadesiyle bulabiliriz. Benim Üniversitelerim adlı eseri anımsatmakla yetiniyorum.
Yalnız Açıklayan, Gösteren Değil Değiştiren Sanat
Tarihsel materyalizm açısından düşünüldüğünde gerçek olan hukuk, ahlak ve dinsellik olmadığı gibi demokrasi, eğitim, laiklik, ve aydınlanma türünden kültürel kategoriler de değildir. Daha da ilginci gerçeklik, sanat ve düşün disiplinleri de değildir. Zira konumuz açısından sanatın önemi büyük olsa bile tarihsel materyalizm açısından hayat, sanattan daha güçlüdür. Pratiğin teoriden daha evvel geldiğini de anımsatmak isterim. Şöyle de söylenebilir: Yaşam/hayat sanatı önceler. Dolayısıyla sanat, ekonomik ve sosyal gerçekliği açıkladığı sürece, ona müdahale ettiği sürece ve dahası mevcut gerçekliği devirme gücü taşıdığı sürece sanattır.
Yalnızca anlayan, açıklayan, gösteren ve yorumlayan bir düşün disiplini gibi sanat da gereksizdir. Sanat eseri kendi çağının, toprağının ve coğrafyasının ürünüdür. Bu yüzden sanat eserine baktığımızda, onu algıladığımızda kendi çağının, önemini, değerini, güzellik algısını, aynı zamanda üretildiği çağdaki politik özelliklerin de bilgisine ve bilincine ulaşırız. Bu da sanatın, aynı zamanda bir toplumsal bellek/hafıza işlevi gördüğünün göstergesidir. İzini sürdüğümüz sanat örneği buradadır.
Kısacası önemsediğimiz sanat, geçmişin devrimci değerleri için güzellik duygusundan daha da önemli olmak üzere geçmişin devrimci değerlerini günümüze taşıyan sanattır. Önerdiğimiz sanat ise mevcut gerçeklikten hareket eden ama geri dönüp onu dönüştürme potansiyeli taşıyan, bu özelliğini sürekli kılan ve devrimlerin ürünü olurken yeni devrimler için yalnız emekçi sınıflara değil bir bütün olarak tüm insanlığa yol haritası veren sanattır. İşte bu sanat kuşkusuz ki insanı etik, politik ve estetik bakımdan inceltme işlevi gören, görecek olan sanattır.