Mehmet Akkaya ile
DİN FELSEFESİNE BAKMAK
Mehmet Akkaya’nın, “Din Felsefesi” adlı eserini yeni okudum. Eser, Batı ve Doğu Antik ve Ortaçağların dinsel inanç ve anlayışlarından başlayarak, aydınlanma döneminin ve özel olarak Marksizmin din incelemesine ve oradan Alevi ve Şeyh Bedreddin’in tasavvuf-felsefesine ve devrimci girişimine uzanan kapsamlı bir içeriğe sahiptir. Kitabın büyük bir bölümü Marksizm, Alevilik ve Şeyh Bedreddin üzerine yoğunlaşmış ve bu disiplinler arasında bir paralellik kurulmaya çalışılmıştır. Akkaya, eserinde, genellikle dinsel düşüncelerin tarih içindeki üretimi, topluma etkileri, farklı formlara bürünmesi ve sönümlenmesini sorgulamaktadır.
Eserin önemli tezlerinden biri, dinin “kötü niyetli kişilerin” bir icadı olmadığı, ekonomik-toplumsal ilişkilerin bir sonucu olduğu ve bu ilişkilerin değişmesiyle değişebileceğini ileri sürmesidir. Ayrıca Mehmet hoca, kitabında doğaüstü varlıklara inananların da “aptal”, “akılsız” olmadıklarını ortaya koymaktadır. Ortaçağı karanlık bir dönem olarak değerlendirmenin de anlamsızlığını belirtip Ortaçağ’a geçişin nedenlerini de sorgulayan yazarımız, vahiylerin kendi döneminin koşullarına uygun olduğuna da dikkat çekmektedir. Çünkü Akkaya açısından “Bu metinlerin bilim karşıtı, zırva ve saçma olduğu yönündeki yargıların da sorgulanması gerekir.” Kısacası yazar, bu türden dinsel tepkisellikle, dinlerin toplumsal kökeninin ayırt edilemeyeceğine işaret ediyor.
Dinci-Laik Çatışması Sunidir
Ortaçağın düşünce dünyasına değinen Akkaya, “Ortaçağ felsefesinin insandan uzaklaşıp Tanrıya yaklaştığı” Tanrı merkezli düşünceye özgü doğa, ahlak, bilgi ve varlık anlayışı geliştirdiğini; bunun özdekçi varlık anlayışına ters, hiyerarşik olduğunu belirtip “din gibi peygamberleri de ortaya çıkaran…doğal ve dünyevi güçlerdir.” diyerek uhrevi görünen şeylerin gerçekte dünyevi olduğunu belirterek toplumdaki sosyoekonomik ilişkilere dikkat çekmektedir.
Mehmet hocamız, Ortaçağ-Yeniçağ çatışmasının dinci-laik, gerici-ilerici savaşı değil feodalizm ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşı olduğunun altını çiziyor. Aynı zamanda kadınlara yönelik sorunlara da değinip çağımızda kadınlara karşı beslenen zihniyetin ve katliamların Ortaçağdan farklı olmadığını ileri süren yazar, bunun nedenlerini dinsellikte, ekonomik olgularda olduğunu savunmaktadır.
Yazarımız bilim, felsefe ve din arasındaki ilişkiye değinerek dinin gericiliği, felsefenin ve bilimin ilericiliği temsil ettiği tezinin tartışmaya açık olduğunu iddia etmektedir. Ona bakılırsa; din ile diğer disiplinler arasında “özde” bir fark bulunmuyor, hatta bazı durumlarda dinin devrimci bir işlev gördüğü bile olmaktadır. Akkaya’nın bazı durumlarda dinin devrimci felsefe, sanat, bilimin ise karşı devrimci bir rol oynadığı görülmüştür demesi bence tartışması gereken bir görüştür. Sorunlu ve tartışılması gereken bir başka tez de: laikliğin de irticanın diğer bir biçimi olduğunu belirtmesidir. Yazara bakılırsa laiklik de din olduğu için o da gericidir. Toplumu ilerleten güç ise sınıf mücadelesidir. Bunun gibi kitabın bir çok tezi sanırım tartışma yaratacaktır.
Din Olmayan Din
Yazarımızın özellikle tartışılacak düşüncelerinden biri de Alevilik üzerinedir. Alevilik, başlangıcı belli olmayan, sürekli değişiklik gösteren bir inanç ve yaşam biçimi olarak betimleniyor. Akkaya’ya bakılırsa tek tarz Alevilik yoktur, “Neredeyse Alevi sayısı kadar Alevi tanımı vardır.” Oysa böyle bir açıklama Aleviliği tanımsız kılar.
Yazarımızın, “…İslam’ın şiilik kanadından ilerleyen … yasaklı kültürlerle ittifak içine giren bu genel süreç içinde Kızılbaşlık, İslamın şartlarından ve birçok ibadet tarzlarından da kopmuştur” tespiti ve “Tarihsel Ali’den gönüllerin Ali’sine” doğru gidilen bir süreç olarak görmesi, Aleviliği İslam içinden kopan bir mezhepe indirgerken; ayrıca “Anadolu Aleviliğinin kökeninin Hatti/Hitit halklarının bir mirası”na bağlanmasıyla da çelişiktir. “Egemenlerce yıkılan ‘Rıza Devleti’ni yeniden kurmak Alevi/kızılbaş toplumunun asıl motivasyonudur” sözleri ise eski eşitlikçi kabile toplumlarına bir göndermedir.
Alevilikteki hoşgörü felsefesinin Mevlana’ya bağlanması ve Aleviliğin “devrimci-demokratik bir boyutunun olduğu ileri sürülebilir” diyerek bunun Hz. Ali’ye, Ehlibeyt’e dayandırılması; Aleviliği diğer semavi dinlerle ve sünnilikle “özünde aynıdır” diyerek bir torbada anması ve son kertede “din olmayan din” olarak tanımlanmasını da tartışmaya dahil etmek gerekir.
Din Halkın Afyonudur
Marks’ın “Din halkın afyonudur” sözüne de açıklık getiren yazarımız, sınıflı toplumun ortadan kalkmasıyla dinin de sönümleneceğinin, dinin eleştirisinin esas olarak düzenin eleştirisine yöneltilmesi gerektiği Marksist tezin altını çizerken;
“Teolojiyi eleştirmek de zaman kaybı olacağından ve daha da önemlisi hedef saptırmak anlamına geleceğinden, ona yön veren burjuva siyasetini eleştirmeye geçilmelidir”
“Marks açısından teolojik açıklamalar dönemi (1850) sona ermiştir. Dolayısıyla teoloji ile çatışmaya lüzum kalmadı, onların uzanımı olan ve kapitalizme uygun olarak daha da gelişmiş ‘din’ biçimlerini görmekteyiz.”
“Marks ve Marksizm açısından teoloji ile laiklik arasında özde bir fark yoktur diyorum. Teolojinin tersine Marks açısından asıl mesele toplumun sermaye ilişkilerinin bir üst yapısı, kültürü ve inanç biçimi olan laikliğin ortadan kaldırılmasıdır.” sözleriyle de tartışılacak bir yorum getirmektedir.
Lenin ve Din
Din üzerine Lenin’in düşüncelerine de yer veren yazarımız; “Lenin’e göre din sorunu devlet açısından özel sorun olarak kabul edilmelidir. Bu açıdan tipik laiklik sistemi savunuluyor…Parti, egemen sınıflara hizmet eden dine karşı felsefi-ideolojik mücadele yürütmelidir.” diyerek konuya farklı bir açılım kazandırır.
Akkaya, kapitalizmin dinleri ortadan kaldıramayacağını, kendine uygun yeni bir din icat ettiğini; modernizm, sekülerizm, aydınlanma, laiklik, demokrasi, milliyetçilik gibi fenomenlerin de günümüzün yeni dinleri olduğunu üzerine basarak dile getirmektedir. Bu düşüncenin devamı olarak da yazar; Marksizmin ateizm olmadığını, ateizmin de Hıristiyanlık ve İslam dini gibi dinlerden biri olduğunu söylüyor ki buna katılmam mümkün görünmüyor. Çünkü bu sözler, bana, liberallerin “Marksizm de bir dindir” sözünü hatırlatmaktadır.
Yazarımız Hegel ve Feuerbach’ı konu ederken de, Hegel’in idealist, Feuerbach’ın kaba materyalist olduğuna dikkat çekiyor. Akkaya’ya göre birisi Tanrı’nın insanı yarattığını söylüyor. Diğeri de insanın, Tanrı’yı yarattığını. İkisinde de maddi koşullar, gerçek dünya, toplumsal insan yoktur. Dolayısıyla teizm ile ateizm arasında özde bir fark kalmamış oluyor. Bu noktada da eser, ekonomik ilişkilerin belirleyiciliğini mutlaklaştırırken, din-ideoloji gibi üst yapı fenomenlerini etkisizleştirdiği anlaşılmaktadır. Bu eksikliği yazarımız da hissetmiş olacak ki “Marks ve Engels ekonomik alana etki eden üstyapıya da yer vermek zorunda kalmışlardır” biçimindeki görüşe yer veriyor. Buna göre Akkaya, dinin toplumsal gelişmeleri frenleyen, düzeni onaylayan gerici yönünden hareketle dine karşı felsefi-ideolojik mücadelenin gerekliliğine de işaret etmek zorunda kalıyor.
Felsefenin Pratiğe Evrilmesi
Akkaya’nın, Atatürkçülüğü yeni bir din, Atatürk’ün de yeni bir peygamber olarak Anadolu’ya dayatıldığını ileri sürmesi de dikkat çeken bir husustur. Keza yazarın; ‘aşk’ın da sınıflı toplumun icadı olduğu ve sınıfların ortadan kalkmasıyla aşkın da ortadan kalkacağını belirtmesi eserdeki ilginç düşüncelerden biridir.
Varlığın birliği felsefesinin Doğu düşüncesinin merkezi bir karakteri olduğunu belirten yazar, diyalektik din felsefesinin bunu tek yanlılığından dolayı eleştirdiğini söylüyor. Buna göre, Bedreddin hareketi ve düşüncesinin teorideki tutuculuğu devrimci pratikle aşmanın yolunu izlemiştir. Dolayısıyla bir yandan teori ve pratik arasındaki çelişkiye dikkat çekilirken, diğer yandan da Lenin’in ve Mao’nun pratiğiyle bir paralellik kuruluyor ve “Bedreddin’in varlığı bir bütün olarak ele alması, sınıf gerçeğinin farkına varması, olanı aşma gücü taşıması bakımından özgündür” denilmektedir. Akkaya, Bedreddin hareketinin Doğu felsefesi içindeki farklılığını da teorinin pratiğe evrilmesinde görüyor.
Bedreddin ayaklanmasını tipik bir halk ayaklanması, köylü devrimi olarak değerlendiren Akkaya, düşüncelerinden dolayı değil eyleminden dolayı Bedreddin’in katledildiğini savunuyor. Bu çerçevede yazarın, fikirlerinden dolayı tarihte kıyımların yaşanmadığını söylemesi ise izaha muhtaçtır.
Klasik Materyalizmden Modern Materyalizme
Mehmet hocamız, Bedreddin’de materyalist bir boyut olduğunu söylüyor. Bedreddin hareketinin materyalist ve diyalektik yanının görülmesi gerektiği vurgulanırken bunun “klasik materyalizm” olarak adlandırıldığı görülmektedir. Akkaya bunu savunurken Sipinoza ve Hegel’in varlık felsefesine atıfla da “Bedreddin’i Yeniçağ felsefesine ya da modern felsefeye bağlayan filozof olarak değerlendirmek yanlış olmaz” demektedir.
Akkaya’nın Bedreddin hareketinin doğrudan komünizmi hedeflendiğini; Kıvılcımlı’dan referasla örgütlü ayaklanma olarak Doğu’nun tarihinde ve Osmanlı’da ilk halk ayaklanması olduğuna işaret etmesi de not edilmelidir. Bedreddin hareketiyle Alevilik-Aleviler arasında temel bir aidiyete işaret edilmemesi ise bir eksiklik olarak görülmeli diyorum.
Eserin tartışılacak birçok yönü var; ben, çarpıcı bulduğum kimi yönlerini işaretlemeye çalıştım. Her okur da kendine göre bir değerlendirme yapacaktır. Şahsen, kimi düşüncelere katılmasam da bu çalışmayı önemsediğimi ve değerli bulduğumu belirtmek isterim. Mehmet Akkaya hocamıza bu eserdeki değerli görüşleri ve verilen büyük emekleri için de kendisine teşekkür eder çalışmalarında başarılar dilerim.
Biyografi (Mehmet Akkaya)
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Akkaya