Batıdan Doğuya
“DİN FELSEFESİ ÜZERİNE” (1)*
Celalettin Can, Independent Türkçe için felsefeci/yazar Mehmet Akkaya ile konuştu.
Kısa bir süre önce Din Felsefesi adıyla bir kitap yayınlandı. Kitap din, metafizik ve teolojiye tarihsel ve diyalektik materyalist açıdan felsefi açıklamalar yapıyor.
Kitabın yazarı “filozofça” üst başlığıyla yayımladığı kitaplarından tanıdığımız felsefeci/yazar Mehmet Akkaya.
Yazar yeni kitabında dinin kavramsal bir açıklamasını yaparken Batı Antik Çağ ve Ortaçağ din felsefesi ile Doğu Antik Çağ ve Ortaçağ din felsefesini açıklarken, daha da ilginç olarak, Kızılbaş/Alevi inancına da bu çerçevede geniş bir yer ayırmış.
Ayrıca kitapta Marksizm’in din felsefesi de Hegel ve Feuerbach’tan hareketle geniş bir biçimde kendisine yer buluyor. Kitabın Bedreddin Devrimi gibi kışkırtıcı bir bölümle bitiriliyor olması da dikkati çeken diğer bir husus.
Akkaya ile önceki kitaplarına da gönderme yapmakla birlikte, yeni çalışması olan Din Felsefesi kitabı üzerine konuştuk.
Celalettin Can (CC): Toplam dokuz kitap yazdığınız görülüyor. Kavramlarla sınırlı kitap yazmak kolay olmasa gerek. Nasıl bir metodolojiniz var? Din Felsefesi ‘ne hangi süreçlerden geçerek gelindi? Hangi ihtiyaçtan doğdu?
Mehmet Akkaya (MA): Bir önceki kitabım olan Bilgi Kuramı’nda toplumsal yaşam ile bilgi ilişkisini açıklamaya çalışmıştım. Aynı metodoloji ile ekonomik ve sosyal şartların dini belirlediği temel ilkesinden hareketle Din Felsefesi yazıldı. Din, Marksizm’in de kabul ettiği gibi dinamik bir yapı. Toplumlar değiştikçe dinler ve din yorumları değişiyor. Yani teologların iddia ettiği gibi dinler öncesiz ve sonrasız değil.
İhtiyaç meselesine gelince… Öncesinde, sistematik olarak felsefenin içinden yayınlarım oldu. Politika felsefesi, sanat felsefesi, dil felsefesi gibi. Din felsefesi ile ilgili bir boşluk olması önemli bir motivasyon kaynağım oldu, diyebilirim. Özel bir boyut da vardı. Son yıllarda “Bedreddin Devrimi” biçiminde bir kavramlaştırma yaptım ve bunun içini doldurarak yurt içinde ve yurt dışında pek çok sunum yaptım, konferanslar verdim. Okurlarım Bedreddin hareketinin din felsefesi içindeki yerini açıklayan bir kitap çalışması gerekliliği üzerinde yoğunlaşınca böyle bir çalışma kaçınılmaz oldu.
CC- Batı din felsefesini ele alış biçiminizi ifade etseniz.
MA- Antik Çağ filozoflarından Ksenophanes, Homeros ve Hesiodos’un Tanrı anlayışını eleştiriyor. Çünkü Homeros ve Hesiodos, Tanrı’yı antropomorfik (insan biçimli) tarzda betimlemişler. Yani Tanrı’yı insan gibi tasvir etmişler. Ksenophanes’e göre Tanrı öncesiz ve sonrasızdır.
Buna teosantrik bakış (teolojik) demek gerekir. Ortaçağ başında Augustinus adında bir filozof çıkıyor, felsefeyi neredeyse dine ve teolojiye indirgiyor. Hıristiyanlığın felsefesini yapıyor aslında. Feodalizmin başlangıcına denk gelmesi manidar.
Bu teolojik anlayışlar, Rönesans ve Aydınlanma döneminin kaba materyalist filozoflarından geçerek Hegel’in geist merkezli din felsefesine dönüşüyor. Feuerbach ise insan merkezli (antroposantrik) bir din felsefesi geliştiriyor. Marx ve Engels işte Hegel ve özellikle de Feuerbach’ın kurduğu din felsefesini eleştirerek başlıyorlar.
CC- Marx ve Engels’in din felsefesindeki özgünlükleri nedir? Engels bir yazısında “Feuerbachcı olduk” diye yazmıştı.
MA- Evet… Marx ve Engels gençken sol Hegelci olduktan kısa bir süre sonra da Feuerbach oluyorlar. Hem teolojinin yerine hem de Hegel’deki geist’ın yerine insanın konulması bir devrim gibi algılanıyor.
Ruh, tanrı, töz ve benzeri kavramların insan tarafından yaratıldığı Feuerbach aracılığıyla keşfedilmiş oluyor. Tabi Marx ve Engels kısa sürede Feuerbach’ı da eleştiri masasına yatırıyorlar. Çünkü Marx ve Engels’e göre yalnız kavramlar değil, kavramları icat eden insan da bir üründür.
CC- Kısaca açsanız…
MA-Feuerbach gibi Marx ve Engels için de fizik veya metafizik kavramların insan ürünü olduğu doğrudur ama onlara göre insan da ekonomik ve sosyal ilişkilerin bir ürünüdür. İnsanın zihinsel özellikleri, düşünce sistemi mevcut üretim ilişkileri ve mülkiyet şekilleri tarafından belirleniyor. Bu yüzden Marksizmin din felsefesi için sosyal santrik (toplum merkezli) terimini kullanıyorum.
Feuerbach için dinsel inançlar, insan ile birlikte var olmuştur, insan değiştikçe dinler de değişir. Oysa Marx ve Engels açısından dinler ekonomik ve sosyal koşulların ürünü olarak ortaya çıkmışlar. Yani sınıflı toplumun ürünü oldular. Sınıflı toplumlar sönümlendiğinde dinler de müzelik olacaktır.
CC- Doğu dünyasından devam edelim. Doğu felsefeleri biraz küçümseniyor galiba. Oryantalist görüş açısı baskın. Sizin kitabınız bu konuda yeni bir bakış getiriyor mu, özgünlüğünüz nedir?
MA-Evet, özgün bir yerde durduğumu düşünüyorum. Bilhassa Ortaçağ döneminde Doğu’da yapılan felsefeyi “İslam Felsefesi” olarak adlandırmanın yanlış olduğunu ileri sürüyorum. Çünkü El Kindi, Farabi, İbn-i Sina, Gazali ve İbn-i Rüşd’ün temsil ettiği felsefeyi teoloji gibi göstermek gerçekleri yansıtmıyor.
“Doğu Ortaçağı’nın Beş Büyükleri” olarak kavramlaştırdığım bu filozofların içinde yalnızca Gazali dinin ve teolojinin içinde kalıyor. Diğer dört filozof, teolojik özellikler gösterseler bile temelde “seküler” felsefe yaptıkları kanaatindeyim. Bu yüzden de yapılan düşünce çalışmalarına “İslam felsefesi” değil “Doğu Ortaçağ felsefesi” diyorum.
CC- Yine de bu filozofların dinden, İslamdan koptuklarını düşünmek bana zor görünüyor. Örtü neticede İslam oluyor. Batı felsefesinde dinin, teolojinin etkisini göremiyoruz ya da çok zayıf. Oysa Doğu’da din çok baskın…
MA-Batı felsefesinin de seküler olduğu tartışma kaldırır. Şu kadarını söyleyeyim ki, Descartes ne kadar seküler ise İbn-i Sina ya da İbn-i Rüşd de o kadar sekülerdir. Leibniz ne denli dinsel ise Farabi de o denli dinsel bir filozoftur. Mesela İbn-i Rüşd ile Spinoza’yı karşılaştırdığımızda, teolojinin etkisi bakımından ikisi arasında büyük farklar olmadığı görülür. Keza El Kindi ve Farabi’nin de söylendiği gibi dinci, İslamcı felsefe kurdukları doğru değil.
CC- Öyle diyorsunuz da sonuçta sizin tabirinizle Doğu Ortaçağ felsefesinin Yunan ve Roma felsefesinin devamı olduğu, onlardan etkilenerek ortaya çıktığı yönünde bir görüş, bir iddia var.
MA-Bu Batı ana akım felsefesinin iddiasıdır. Ne yazık ki İslam toplumları da bunu benimsiyorlar. Kitapta bu türden tezlere karşı, anti tezler ileri sürmekteyim. Çünkü felsefeler, diğer toplumların düşünce düzeneklerinden ancak etkilenirler ama onlar tarafından belirlenmezler. Felsefeyi belirleyen, filozofların yaşadığı çağlardır, topraklardır yani coğrafyadır.
Filozoflar Doğu toplumunda yaşayıp, Yunan ve Roma’nın düşüncesini almış olamazlar! Doğu Ortaçağ felsefesi, Anadolu-Mezopotamya coğrafyasındaki ekonomik, sosyal ilişkilerin bir ürünü, bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Aktüel bir örnek vereyim: Rojava Anayasası Sovyetik uygulamalardan veya Paris Komünü’nden etkilenmiş olsa bile asıl olarak Rojava toplumunun bir ürünü, Rojava gerçekliğinin bir yansıması olarak var olmuştur.
CC- İslam felsefesi ya da sizin tabirinizle Doğu Ortaçağ felsefesi ile Kızılbaş/Alevi inancı arasında nasıl bir bağ kurdunuz? Bu felsefe daha çok Sünni İslam’a gönderme yapıyor sanırım… Bir de Hallac-ı Mansur nerede konumlanıyor, sormak isterim…
MA-Aslında Gazzali hariç diğer dört filozofta akla, deneyciliğe, doğaya, bilime ve tıbba ilgi olduğu görülüyor. Tahmin edileceği gibi Kızılbaş/Alevi inancında katı, tutucu bir inanç söz konusu değil. İbadet olarak semahlar, deyişler, cemler, Dara Durma türünden ritüeller var. Doğa ve insan sevgisi ön planda.
Ben Alevi/Kızılbaş inancını “din olmayan din olarak” değerlendiriyorum. Bu açıdan Farabi, İbn-i Sina ya da İbn-i Rüşd’ün felsefesiyle Alevi felsefesi arasında bağ kurulabilir. Gazali farklı. O doğrudan Abbasi ve Selçuklu egemen sınıflarının yanında yer almış. Nizamülmülk’ün sözcülüğünü yapmış, Nizamiye Medreselerinde hocalık etmiş.
CC- Hallac-ı Mansur demiştim…
Batıni inancın zirvesi idi ve “Enel Hak” dediği için katledildi. Batıniliğin bir toplumsal düşünce biçimi olduğu yönünde düşüncem var. İnanç örtü gibi geliyor bana.
MA-İfade edeyim. Alevi felsefesi gibi bir ifade kullanırsak, varlığın birliği, bütünlüğü akla gelir. Batı’da Parmenides’te gördüğümüz bir anlayış. Doğu’da vahdet-vücut deniliyor. Tanrı ve doğanın hatta insanın birbirleriyle özdeş oldukları anlamına vurgu var. İşte Hallac-ı Mansur, bu düşünce bağlamında önem kazanıyor. Çünkü ona göre insan, Tanrı’nın özdeşidir. Alevi felsefesi bu düşünceyle ittifak içindedir.
Sizin vurguladığınız “En el hak” düşüncesinden dolayı öldürülmesine bir şerh düşmek isterim. Tarihte hiç kimse sırf dinsel nedenlerle öldürülmemiştir. Bu türden cinayetlerin nedeni ekonomik ve siyasaldır. Sokrates de Hallaç-ı Mansur da Şeyh Bedreddin de Pir Sultan da ekonomik ve siyasal nedenlerle katledildiler. Dinsellik bir kılıftan başka bir şey değildir.
Kitabımda Hallaç-ı Mansur tek olarak değil bir ekol olarak ele alınmaktadır. Tasavvufun “beş büyükleri” diyorum bunlara: Ravendi, Ebubekir Razi, Ş. Sühreverdi, İbn-i Arabi ve Hallaç-ı Mansur. Ravendi ateist özellikler gösteren bir filozoftur. Razi, deneyci ve materyalist bir “İslam” filozofudur. Sühreverdi de “laik” görüşleri yüzünden katledildi. İbn-i Arabi ise hem Alevi/Kızılbaş inancı için hem de Bedreddin hareketi için özel bir öneme sahipti. Bunlara tasavvufun devrimci kanadı da diyebiliriz.
CC- Kitabınızı Marksist bir bakış açısıyla yazdığınızı da düşünürsek, Alevileri bir biçimde yüceltmenizi nasıl anlamalı.
MA-Aslında kitapta özel olarak Alevilik yüceltilmiyor. Her türden din aynı kefeye konuluyor. Bunların sınıflarla birlikte var olduğu, sınıflar ortadan kalkınca dinlerin ve inançların da yok olacağı savunuluyor. Bununla birlikte “ezilen din ve inançlar” ile “ezen din ve inançlar” arasında ayrım yapılıyor. Kızılbaş/Alevi inancı “ezilen inanç” olarak betimlendiği için onun lehine pozisyon alınıyor. Üstelik “kurtuluş teolojisi” ve “devrimci din” türünden ibareler de kullanıyorum.
Engels de bazı dinlerin devrimci bir işlev gördüğünü söylemektedir. Örneğin Almanya’da köylü savaşlarını incelerken Thomas Münzer ve daha pek çok dinsel şahsiyeti yücelttiği görülmektedir. Ezilen uluslar için de durum aynı değil midir? Mesela Kürt, Filistin, İrlanda ve Bask uluslarını desteklemek nasıl meşru ise ezilen inançlara da pozitif ayrımcılık yapmak gerekir.
Çünkü bunlar emekçi mücadelesine yakın olan hareketleri temsil ederler. Örneğin 2013 yılındaki Gezi Direnişi sırasında kendilerine “Anti kapitalist Müslümanlar” diyen bir inanç topluluğu Gezi Direnişi’ne katılmıştı. Keza kitapta genişçe yer alan Şeyh Bedreddin Devrimi de esasen dinsel motifleri baskın olan bir harekettir.
ŞEYH BEDREDDİN’DEN ALEVİ-KIZILBAŞ TOPLULUKLARA, CUMHURİYET’E
“DİN FELSEFESİ” (2)
Celalettin Can: Bir önceki konuşmamızda Şeyh Bedreddin’e getirdiniz, buradan devam edelim. Birçok kişi ve kesim için dinci bir Osmanlı alimi olan Bedreddin’de ne buldunuz? Marksizm’le ve Kızılbaş/Alevi inancıyla nasıl bir bağı var?
Mehmet Akkaya: Kitapta da vurguladığım gibi Şeyh Bedreddin ve Marx arasında bir benzerlik var. Her iki filozof da teoriyi ve felsefeyi pratiğe uyarlamış. Her ikisi de kitleleri peşlerinden sürüklemiş. Felsefe tarihinde Platon, Aristoteles, Locke, Kant, Hegel, Nietzsche gibi nice filozoflar vardır. Bunların hiçbirisi için devrimci örgütler kurulmamıştır.
Entelektüel dünyada, kitaplarda ve raflarda devam etmişlerdir. Oysa Bedreddin ve Marx örnekleri çok farklıdır. Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi Şeyh Bedreddin “sosyal devrimleri” başlatan ilk filozoftur. Bedreddin’in devrimciliği dinsellikle örülmüştür ama onun felsefesi sonuçta devrimci bir felsefedir.
1410’lu yıllarda ayaklanmaları örgütlediği yerler, Alevi/Kızılbaş toplulukların yoğun yaşadığı yerlerdir. Bedreddin hem düşünce olarak hem de eylem olarak Alevilerle yakın bir ilişki ve ittifak içinde olmuştur. Ayaklanmalar Ege ve Trakya da gerçekleşir…
CC- Şeyh Bedreddin’in sosyal devrimciliğinin kaynaklarına ilişkin neler söylemek istersiniz?
MA-Bedreddin’in entelektüel yaşamı Edirne, Bursa, Konya, Halep, Kahire ve Tebriz gibi dönemin kültür başkentlerinde geçiyor. Yaşının olgunlaştığı dönemde teolojik görüşlerden sıyrılarak sosyal ve ekonomik sorunlara yöneliyor, politik bir aktiviste dönüşüyor.
Kitaplarını da Nil Nehri’ne attığı rivayet edilir. Kahire’de Kaygusuz Abdal’ı, İbn Haldun’u ve Hüseyin Ahlati’yi tanıdığı ve fikir teatisinde bulunduğu söyleniyor. Tabi Bedreddin’de devrimci damar arayacaksak Mazdekçiliği anmamız gerekir öncelikle.
Bedreddin’in dikey düşünce akrabaları ve yatay düşünce akrabaları var elbette. Mesela Mazdek ile başlayan dikey düşünce akrabalarını Babek, Karmat, Hasan Sabbah, Baba İlyas ve Baba İshak olarak sıralayabiliriz. Tabi kendisinden sonra düşünce akrabaları, onun devrimci değerlerini sürdürmüşlerdir. Şahkulu, Kalender Çelebi, Bozoklu Celal ve Pir Sultan olarak devam eder Bedreddin’in düşünsel akrabaları.
CC- Şeyh Bedreddin ‘sosyal devrimi başlatan derken’ anlatmak istediğinizi açsanız…
MA-Bedreddin ve önderlik ettiği kitleler bir nevi köylü devrimi yapıyorlar. Gerçi devrim başarılamıyor. Yenilgiyle sonuçlanıyor. Özellikle Ege bölgesinde halka toprak dağıtılıyor. Osmanlı ordusu alandan çıkartılıyor. Bilhassa Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa önderliğinde ayaklanmalar örgütleniyor. Börklüce Mustafa, Kızılbaş toplulukları arasında “Dede Sultan” olarak biliniyor.
Şimdilerde HDP’nin dillendirdiği demokratik özerk yönetimler diyebileceğimiz iktidarlar kuruluyor Manisa, İzmir ve Kütahya dolaylarında. Nazım Hikmet bunları Bedreddin Destanı’nda etkili biçimde estetize eder.
Demokratik-özerk yönetim uygulamasını Bedreddin de Balkanlar’da yapmak istiyor ama mümkün olmuyor. Tecrübe ve yeterince güç yok. Devrim yeniliyor. Önce Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa sonra da Şeyh Bedreddin Osmanlı egemen sınıfları tarafından katlediliyor.
Devrimden sonra “Bedreddiniler” adıyla örgütler kuruluyor ve günümüzde de kendilerini bu gelenek içinde değerlendiren anlayışlar ve çevreler vardır.
CC- Sizin ifadenizle devrimci dinlerin başlangıcı Mazdekçilik mi? Kitabınız için ulaştığınız en eski kaynaklar hakkında bilgi verseniz.
MA-Evet… Devrimci din kaynakları araştırdığımızda Mazdekçiliği görüyoruz. Bunun yanında devrimci olmayan din felsefeleri de var. Ben bunlara Doğu Antikçağ din felsefeleri diyorum. Mesela Buddha (Buda) var. Hindistan toplumu için olmazsa olmazdır. Sonuçta düzenle uzlaşmıştır ama…
Çin’de Konfüçyüs var. Mao Zedung’un, Konfüçyüs’e meraklı olduğu söylenir. İran’da Zerdüşt’ü görmekteyiz. Mezopotamya’da da Mâni etkili olmuştur. Biliyorsunuz o da katlediliyor.
Augustinus’u etkilediği söylenir Mani’nin.
Bu düşünürler ve bunların oluşturduğu gelenekler İslam dinini, diğer semavi dinleri ve elbette ki Alevi/ Kızılbaş inancını da etkilemiştir. Kitabımda Kızılbaş inancıyla Zerdüştlük arasında bağlar kuran literatürlere dikkat çekilmiştir.
Dikkat ederseniz burada da farklı bir anlamda “Beş büyükler”den söz etmiş oluyorum. Bunlar içinde yalnızca Mazdek’i devrimci olarak değerlendirmek mümkündür. Çünkü diğer dört gelenek çeşitli şekillerde, içinde yer aldıkları devletlerle uzlaşmışlar, hatta devlet dini de olmuşlardır diyebiliriz.
CC- Egemen sınıflarla uzlaşma konusunda Alevi/Kızılbaş toplulukları nasıl bir sınav verdiler, bugünkü durumla ilgili neler söyleyebilirsiniz…
MA-Birincisi bu toplulukların hiçbir zaman devlet dini olmadıkları anlaşılıyor. Yahudilik gibi Hıristiyanlık da gelişmeye başladığında devlet dini haline gelmiştir. Roma, başlarda Hıristiyanlığa karşı şiddet kullanmakla birlikte, bu din IV. yüzyılda imparatorluğun resmi dini haline gelmiştir. Keza İslam da aynı şekildedir.
Emevilerin dini olarak Arap egemen sınıfları ile uzlaşmıştır. Zaten Doğu’nun hiyerarşik krallıkları Batı’daki kent devletlerinden değişiktir. Din ve devlet iç içe olmuştur Doğu krallıklarında. İslam’ın sırasıyla Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu ile uzlaştığı görülmektedir.
Türkiye devleti kurulduğunda da İslam, devletin resmi dini olmuştur. Hatta Alevi/Kızılbaş toplulukları ötekileştirilerek, tekke/dergah ve zaviyeleri kapatılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla da yok sayılmıştır. Bu yüzden Alevi/Kızılbaş toplulukları Kerbela trajedisi ve Bedreddin trajedisinden sonra bir de Seyyit Rıza trajedisi ile karşı karşıya gelmişlerdir. Yani Kızılbaş toplulukları devlet kurmadıkları gibi devlet dini de olmamışlardır.
Devrimci ve direniş hattında konumlandıkları anlaşılıyor. Eşitlikçi uygulamalara da rastlanıyor. Bu da komünal toplumla bağlarını sürdürdükleri anlamına gelmektedir diyebiliriz. Bu noktada kitabımın, Spartaküs, Bedreddin ve Seyit Rıza’ya ithaf edildiğini de anımsatmak isterim.
CC- Marx ve Engels, bildiğim kadarıyla Kızılbaş inanç gruplarından ve Şeyh Bedreddin hareketinden haberdar değillerdi. Bu türden gruplar ve hareketler Marx ve Engels’in din felsefesinde nereye oturuyor… Son olarak “Din halkın afyonudur” sözünü de konuşalım…
MA-Evet, dediğiniz gibi Marx ve Engels Kızılbaş topluluklarından ve Bedreddin hareketinden haberdar değillerdi. Benim bildiğim kadarıyla da durum böyle. Aynı zamanda Marx ve Engels dönemin antropologlarını yakından izlediler.
Mesela Morgan’ın çalışmalarından dolayı da komün uygulamalarının izlerine rastladıkları için eski eşitlikçi toplumların varlığından emin oldular. Bu uygulamayı kendi teorilerine eklediler. Tarihsel materyalizm buradan doğuyor. Geleceğin komünist toplumuna geçiş düşüncesi de buradan gelişiyor.
Biraz önce de konuştuğumuz gibi Engels köylü ayaklanmalarını inceliyor ve eski toplumlarda bazı dinlerin ve dinsel ayaklanmaların ilerici bir rol oynadığını, kendi dönemlerinin devrimci eylemleri olduğunu söylüyor. 1848-1849 burjuva devrimlerinin yenilgiyle sonuçlanmasından sonra köylülüğün, özellikle Lenin’de işçi-köylü ittifakı biçiminde kavramlaştırılmasını ve Marksist teoriye eklenmesini bu çerçevede değerlendirmek lazım.
Kızılbaş topluluklarının Türkiye sol hareketinde ve benzer olarak Kürt özgürlük hareketinde etkili olmasının nedenleri bu “komünal” özelliklerden gelmektedir, denilebilir.
CC- “Din halkın afyonudur” sözünü değerlendirerek devam edelim…
MA-Marx, bu ifadeyi Hegel’i eleştirirken söylüyor. Aslında genel olarak sınıflı toplumları yani adına “uygar” denilen toplumları, özel olarak da kapitalist toplumu eleştiriyor. Uygar toplumların, komünal toplumdan farklı olarak yabancılaşma yarattığını, insanlara ceza veren bir sömürü ve zulüm düzenine dönüştüğünü ileri sürüyor.
Uygar toplumun, kapitalizmin dünyayı sevgisiz ve kalpsiz kıldığını, acıları çoğalttığını düşünmektedir. Böyle bir dünyada insanların acılarını dindirmek için ilaç aradığını ve bu ilacı da dinde bulduklarını düşünüyor. Yani Marx ve Engels’e göre din ilaç ve afyon işlevi görmektedir. Uygar toplum, yani sınıflı toplum var olduğu sürece de dinler hep var olacaktır!
CC- Buna göre Marx ve Marksizm için “din düşmanıdır” denmesi derin bir yanılgı yanı sıra kara propaganda oluyor.
MA-Evet… Marx asıl olarak uygar kapitalizmi düşman olarak görüyor ve dolayısıyla kapitalist dünyayı meşru saymıyor. Bu toplumu ters duran bir dünya olarak değerlendiriyor. Ona göre asıl olarak dinin değil dünyanın düzeltilmesi gerekir! Marx ve Engels’e göre dinin eleştirisi dönemi Feuerbach, Bauer ve Strauss ile sona ermiştir. Şimdi dinin değil “dünyanın eleştirilmesi” zamanıdır.
Marx ve Engels’e göre emek-sermaye çatışmasında kazanan emek/proletarya olması gerekirken sermaye olmaktadır. Toplumsal ilişkilerin zaten temeli bozuktur, terslik dinde değil bu ilişkinin kendisindedir. Ancak emeğin özgürleştiği koşullarda toplum dinden özgürleşebilecektir.
Dolayısıyla aslında Marx ve Marksizm, sanıldığı gibi din düşmanı değildir. Marx dini ortaya çıkaran uygar toplumun kendisine düşmandır.
CC- Laiklik bir kazanımdır denilir. Burjuvazi ilerici rol oynadığı için din ve vicdan özgürlüğünü savunduğu için onaylanır, ne dersiniz?
MA-Sorunlu ve zayıf bir bakış açısı. Burjuvazinin ilerici rol oynadığı abartılıyor. Sömürücü bir sınıf olarak burjuvazi özgürlük getirmedi, yalnızca yenilik getirdi. Laiklik ya da sekülerizm dediğimiz anlayış da bir din işlevi görmektedir. Kanaatim o ki dünyanın yeni dini laiklik ve ateizmdir.
Burjuvazi sanıldığı gibi klasik dinleri geriletmediği gibi onlara, çağın modern özelliklerine göre milliyetçilik, laiklik ve Kemalizm gibi yeni dinler ekledi. Türkiye’de olan da budur. Liberaller, sol Hegelciler ve Marx arasındaki fark kitabımda yaklaşık olarak şöyle izah ediliyor: Teoloji, bir dinin meşruluğunu savunmuştur. “Asıl din benim” noktasından hareketle bir dine özgürlük tanır. Liberalizm ise tüm dinlere, politik alandan ötede olmak kaydıyla özgürlük istemektedir.
CC- Röportaj yapıyoruz. Görüşlerinize müdahale etme olarak algılanmamalı ama okuyucuların sizi nesnel algılaması için şunu söylemek zorundayım: Din, laiklik-sekülerizm, ateizm, milliyetçilik, Kemalizm, liberalizm vb. bunların farklı kavramlar olduğunu bilen bir yerden bu kavramlara negatif vurgu bağlamında dinsellik yüklüyor olmalısınız. Yoksa Farazi bir dünyayı konu edinen bir kavramla, gerçek yaşanılan bir dünyayı konu edinen bu kavramlar arasındaki fark kıyas götürmez…
MA-Doğru… Bıraktığım yerden devam ediyorum. Sol Hegelciler ise “dinden kurtulma özgürlüğü”nü önermektedir. B. Baure’un başlattığı “Yahudi Sorunu” tartışması da bu dönemde söz konusu oluyor. Din sorununu çözen Marx ve Marksizm olmuştur. Çünkü bu teoriye bakılırsa toplumun dinden kurtulması için dini ortaya çıkaran “uygar toplum”dan kurtulmak gerekmektedir.
Aksi halde din özgürlüğünü savunmak çözüm olmadığı gibi dinden kurtulmak/özgürleşmek de mümkün olmayacaktır. Dinler, sınıflarla ortaya çıktıkları ve geliştikleri için ancak sınıfların ortadan kalkmasıyla ortadan kalkabilirler. Demek ki sınıflar olduğu sürece, halk afyona ihtiyaç duyar.
CC- Yolun açık olsun Mehmet Akkaya…
Özgeçmiş: Mehmet Akkaya, 1964 Malatya’da doğumlu. Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü mezunu. Maltepe Üniversitesi’nde Psikoloji, İnsan Bilimleri ve Felsefe Bölümü’nde yüksek lisans yaptı; dil ve kültür felsefesi konusundaki tez çalışması ile mezun oldu. Dil felsefesi, siyaset felsefesi, bilgi felsefesi, tarih felsefesi gibi konular üzerinde çalıştı ve çeşitli gazete ve kültür-sanat-felsefe dergilerinde bilim, sanat, felsefe ve politika içerikli makaleler yazdı, yazıyor. Bu arada sıra altı kitaba da katkı yaptı. 2008’den itibaren kitap çalışmalarına yoğunlaştı. Düşünceler/Söyleşiler, Bakış, Portreler, Dil Felsefesi, Politikanın Evrimi, Hayat ve Sanat, Epistemolojik Kopuş, Bilgi Kuramı kitaplarının ve en sonda konu yaptığımız Din Felsefesi kitabının sahibi.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.