“Beğendik” köyünde doğan Nazlı kızımız, ancak evlenirse mutlu olacağına inanır. Köyün adına bakarak Nazlı’nın köyde beğenildiğini düşünmeyin. Saf birisi, biraz da deli dolu bir kızcağız olarak görülür. Aile ve çevre baskısı ve yönlendirmesi sıradan, rutin şeylerdir. Hatta alışıldığı ve kanıksanmayı tekrar olduğu için baskı bile denilemez bunlara. Ergenlik çağına girdiğine göre her kadın ve erkek “zaten” evlenir, evlenmek zorundadır! Birisinin yönlendirme yapması bile gerekmez. Çünkü görünenin, yaşayanın, yaşanılanın kanıksandığı bir sınıflı kültür içindeyiz. Böyle bir giriş yaptım. Bu giriş, Ortaköy Kültür Merkezi’nde izlediğim bir tiyatro oyunundan kısa bir kesittir. Bu yazıda oyunun felsefi bir eleştirisini yapıp, merak edenler için paylaşmak niyetindeyim.
Kendimi sıklıkla gündelik yaşamın felsefesini yapan birisi olarak düşünürüm. Çoğu zaman, bu yaşamın bilimini, sanatını, siyasetini, şiirini, edebiyatını, tiyatrosunu yapanları da izler ve bunların da felsefesini yapmaya çalışırım. Gündelik hayata dair entelektüel uğraşları olsun, dinsel, ahlaki, hukuki tespitleri, tasvirleri, oyunları olsun merakla takip eder, her fırsatta izlemeye çalışırım. Çoğunuzun bildiği gibi bu oyunlar, şiirler, inançlar, siyasi ve hukuki görüşler üzerine de yazar, paylaşımlar yaparım.
Şimdi de bu hafta içi birkaç arkadaşla birlikte izlediğim ve enteresan bulduğum bir tiyatroya ilişkin yazmak istiyorum: Zeytinyağlı Yaprak Sarması. Yazan ve oynayan, Sanem Gençalp. Oyunun perde/sahne arkasını da unutmayalım. Yönetmen Şenol Önder, dramaturg Arzu Önder ve Kordine eden Ahmet Sarsılmaz… Kadro, oyun ve sanat dünyasından tanıdık isimler. Oyunun başındaki yargımla sonraki yargımın birbirinden farklı olduğunu öncelikle bilmenizi isterim. Oyuna davet edildiğimde, ilk dikkatimi çeken oyunun adı oldu. Bana hiç de yaratıcı gelmedi oyunun ismi. Bu konuda oyunu izledikten sonra da kanaatim değişmiş değil. Oyunda içilen kızılcık şerbeti meselesi de dikkat çekiciydi. Bir yanıyla Sanem Gençalp, gerçekten sahnede bir şeyleri “kızılcık şerbeti” diyerek afiyetle içiyor ve hem de dinleniyor. Adeta oyun dışı bir unsuru oyuna katmış oluyor. Güzel bir buluş. Öte yandan sık tekrar eden bu sözler ve sahneler bir klişeye dönüşüyor ve izleyiciyi, emin olamadım ama, belki de biraz sıkıyor.
Şimdi biraz oyunun içeriğinden söz edeyim. Aile, evlilik, güzellik gibi her değer, içinde yaşadığımız kültür tarafından belirlendiği halde insanlar, seçimlerini kendilerinin yaptığını zanneder. Oyun, buradan hareketle kuruluyor. Nazlı da özgürce seçimler yaptığını zannedenlerden birisidir. Hani derler ya, nikahta keramet var. Nazlı da, istisna birkaç kadın hariç, böyle düşünür. Hatta kerametten de ötesine inanır, bu sevecen kızımız. Özgürleşmek umuduyla Hakan isimli bir gençle evlenir. Bir de manken olma arzusu vardır! Fakat yaşamının, ilerleyen süreçlerinde kendisini küçümser, ev işleri içinde, mahalle ve komşu dedikoduları içinde bulurken kendinden de silik kişilikli bir erkeğin, değersiz bir karısı olarak bulur. Gerçek durum da budur aslında. Bu hayat hikayesi yalnızca Nazlı’nın hikayesi değil bence, kapitalizm koşullarında bütün kadınların hikayesidir. İstisnası var mıdır, bilemiyorum. Nitekim oyunla ilgili basına verilen bir mülakatta şu ifadelere yer verilmiş:

“Biraz senden biraz benden aslında her evden birer hikaye. Büyük evlere sığamamış, küçük evlerden taşmış, yasaklarla azalmış, neşesine sığındıkça çoğalmış bir kadın: Nazlı. Neşeli bir trajedi az biraz da Trakya esintili.”
Oyun, öylesine bir hayati meseleyi sahneye taşıyor ki aslında, farkında olmadan hayatımızın nasıl, hangi ilişkiler ve alışkanlıklar içinde biçimlendiğini de yüzümüze okuyor. Kır hayatı olsun kent hayatı olsun herkesin, değişikmiş gibi görünen bir hayat hikayesi var. Oysa hikayelerin özü aynı, konuları ve biçimleri farklı olabiliyor. Üstelik böylesi bir hayat hikayesi, yalnız Nazlı veya kadınlar için değil bir ölçüde erkek emekçiler için de geçerlidir. Sömürücü erkeklerin de özgür ve mutlu oldukları ayrı bir inceleme konusudur. Özgür ve mutlu tipoloji açısından Gençalp’in canlandırdığı Nazlı karakteri, incelenmeye değer. Toplumun “yarım akıllı” diyebileceği karakter, hep gülerken tasvir ediliyor. Tesadüf mü? Sanmıyorum. Böyle bir dünyada sanırım akli özelliklerle yaşamak belki de akıllıca bir durum değil.
Oyunun beş-on dakikasında içine girmek zor oluyor. Sonradan, adının Nazlı olduğunu öğrendiğimiz karakterin, neden sürekli güldüğünü, kahkahaya boğulduğunu anlamak da kolaylaşıyor. Neyse ki Gençalp’in dinamik oyunculuğu, seyrekte olsa kulağa çarpan müzik, izleyiciyi, oyunun ortalarına doğru içine almayı başarıyor. Başlara ilişkin söylenmesi gereken bir konu da, oyuncunun salona laf atarak başlamasıdır. Rastgele bir durum olduğu sanılabilir ama bana “iyi düşünülmüş” bir buluş gibi göründü. Rastgele olmuş bile olsa, oyunun bir parçası gibi görünüyor. Bu durumun oyun boyunca devam ettiğini de hatırlatayım. Karakterin, salondan gelen sözlere hızlı ve ustaca cevap vermesi de manidardır. Gerek böylesi uygulamalar ve gerekse kostüm, dekor ve ışık sistemindeki yalınlık dikkate alındığında B. Brecht’in oyun anlayışından izler ve etkiler taşıdığı da söylenebilir. Oyunda Frans Kafka’nın adı geçmesine rağmen ben “Brecht” diyorum.
Kendim, şahsen oyunun içeriğini fark ettikçe sanatçının nasıl oynadığından ziyade, neyi oynadığına odaklanmaya başladım. Halbuki gerçek tiyatro izleyicisi, içeriğe baksa bile esasen oyunculuğa odaklanır. Belki de estetik ve felsefe arayışı bazen beni, sanat eserlerinden haz almanın da ötesine götürüyor. Zeytinyağlı Yaprak Sarması adlı oyunun içeriği ortaya çıktıkça ben sahnelerden sıklıkla koparak 1950’lere dek gerilere gittiğimi fark ettim. Gerçi metindeki zaman, mekan ve olay nispeten geniş ve zengin düşünülmüş. Perde ve halı yıkamalar, köyden kente göçler gibi Trakya’dan İstanbul ve Erzurum’a kadar yayılan mekan, bu zenginliği gösteriyor. Keza evlilik, iş yaşamı, genç-yetişkin kadınların iç dünyaları da bu zenginliğe katkı değeri taşıyor.
Gençalp’in ev içindeki alışkanlıkları, kişisel tercihlerdeki motivasyonları, yemek, mutfak, mobilya, perde, sarma gibi “basit” temalar üzerinden oynadıkça kişiliğimizin, inanç ve hayat felsefelerimizin, bu basit ve sıradan görünen mikro alanlarda nasıl şekillendiğini düşünmeden edemiyor insan. Bu yönüyle oyunu çok yaratıcı ve mükemmel bulduğumu belirtmek isterim. Birkaç kez oyundan kopup, 1960’ların sosyal ve siyasal felsefelerine dek gittiğim de oldu. Çünkü bundan 50-60 yıl önce Lefevbre, Habermas, Adorno, Bourdieu gibi sosyal filozoflar tarafından felsefesi, siyaseti, estetiği yapılan konuların bugün – haklı olarak- güncellenmesi, benim için merak konusuydu. Merakım, oyun bitip de afişte, oyunculuk yanında metnin yazarı da olan Gençalp’in “siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler” okuduğunu öğrenene dek sürdü diyebilirim.
Gündelik yaşam deyip geçmemek lazım. Sarma, perde, markalı mobilyalar, yemek, mutfak, reklamlar… Özellikle de oyunda öne çıkarılan zeytinyağlı yaprak sarmasının nasıl olması gerektiği, perdenin sarı renkli olmasının, büyük hadise yaratması… Bu türden görünürde fındık kabuğunu doldurmayacak ev içi tartışmaların sorgulanması… Sanem Gençalp’in sanatsal form kazandırdığı bu hadiselerin hiç de masum olmadığı bilinir. Küçük, önemsiz, basit ve özelmiş gibi görülen bu sorunların, sosyal, siyasal ve iktisadi sorunlar olduğu oyun boyunca hissettiriliyor. Bununla birlikte oyunun siyasi bir bildirisi var mı, anlaşılmıyor. Yine de ben içerik olarak “epik tarz”ın, oyunculuk anlayışı olarak da “dramatik tarz”ın belirgin olduğu kanaatindeyim.
Sesli düşündüğümde, doğruluğundan emin olmadığım bazı eleştirel de yapmak isterim. Gülmenin dozu düşürülebilirse nasıl olurdu? Bu, bende bir soru işaretidir. Tekrarlar fazlaydı ve dolayısıyla oyunun süresi gereğinden fazla uzunmuş gibi göründü bana. Oyunun temposu hızlıydı, sahne geçişleri de hızlı olduğu için içeriği takip etmek zorlaşıyordu sanki. Tempo, sahne araları verilerek düşürülebilir miydi, bilemiyorum. Sorunların başarıyla estetize edildiğini söyleyebiliriz. Çözüme ilişkin bir de küçük ışık yakılsa bilmem nasıl olurdu? Netice itibariyle hoca olsaydım ya da bir tiyatro jürisinde bulunsaydım oyunun metnine yüz üzerinden 95, oyunculuğa da 80 puan verirdim.
Çoktandır aynanın karşısına geçmeyi, kendimizle yüzleşmeyi, kitabi ve sanatsal kültürle yaşamayı unuttuk. Medyada, sosyal medyada, evde, odada, kahvede, stadyumda, sevmede, aşık olmada, evlenmede, boşanmada kendi özgür irademizle karar verdiğimizi zannediyoruz. Peki gerçek böyle mi? Sanem Gökalp’in oynadığı Nazlı’nın hayatı, durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Oyun, kullandığımız alet ve edavatların, telefonların, giydiğimiz, yediğimiz, içtiğimiz ürünlerin, üretilen algıların esiri olduğumuzu ve üstelik bunun da asla farkında olmadığımızı yüzümüze vuruyor. Bunu test etmek hiç de zor olmasa gerek. Mesela kaç kişi, bu oyun eleştirisini okuduktan sonra her günkü alışkanlıklarına söz geçirip oyunu izlemeye gider veya izlemeye gitme ihtiyacı duyar? Kaç kişi alışkanlıklarını sorgular dersiniz? Gündelik yaşamın, kuşatıcı koşullarından özgürleşmek kolaymış gibi görünür ama çok zordur. Kapitalizm, çağımızda yalnızca kaba sermaye gücüyle veya silah ve şiddet gücüyle değil aynı zananda gündelik yaşamın alışkanlıklarıyla da insanlığı esir almış durumdadır.