site logo
  • ANASAYFA
  • FELSEFE
  • POLİTİKA
  • SANAT
  • HAKKINDA
  • KİTAPLAR
  • KONUK
  • ETKİNLİK
Aralık 14, 2025  |  By Mehmet Akkaya In Felsefe, Politika, Sanat

Yarım Kalan Öyküler

1111

Hatice Günday Şahman’dan:

YARIM KALAN ÖYKÜLER

Yarım Kalmasın Hiç Bir Öykü adlı eserde, kitap meraklısı Mutahhar amca ile terzi Mediha arasında geçen olayları izleriz. Mekan olarak Mediha’ya annesinden kalan bir terzi dükkanı ve ayrıca eski kitap satılan bir başka mekan daha var. Terzinin, kitabın ve kitaplardaki yarım kalan öykülerin öyküsünü okuruz eserde. Yaşamın ve alışkanlıkların nasıl değiştiği, üretim ilişkilerine bağlı olarak, özenli bir dil içinde anlatılır. Okuru, içine alan öyküde usta bir kalemin ve üslubun dikkat çektiğini, baştan anımsatmak isterim.

Gündelik yaşamın detaylarını gözümüze batıran Hatice Günday Şahman’ın öykülerinden söz ediyorum. (Yarım Kalmasın, H2O kitap, İstanbul, 2024). Şahman’ın kitaptaki entelektüel biyografisine bakılırsa daha evvel de “Kırmızı Etek” adlı bir öykü kitabı bulunuyor. Demek ki “Yarım Kalmasın”, yazarın ikinci eseridir. Eseri bana ulaştıran değerli arkadaşım Yaser Günday’ı da anımsatmak isterim. Kendisine gecikmiş olarak da olsa sevgilerimi iletiyorum. Hatice Günday Şahman’ın eserinde on iki öykü yer alıyor. Ben bu yazımda, sanatçının yalnızca üç öyküsünü esas alarak, kitaba ilişkin genel kanaatimi yazmak istiyorum: Yarım Kalmasın Hiçbir Öykü, Daha Ne Kadar?, İlmek İlmek.

“Yarım Kalmasın Hiçbir Öykü”yle başlamıştım yazıya. Devam edeyim. Mediha’nın annesi bir kazada, araç altında sürüklenerek can vermiştir. Öykü ölümlerle başlar daha ilk satırlarda. Sonra komşu bir kadının daha öldüğünü, buna katlanamayan kocasının da intihar ettiğini öğreniyoruz. Bütün bu kötü durumları, Mediha ile sahaf işi yapan Mutahhar amca arasında geçen ilişkiden anlıyoruz. Mediha kitap kurdu bir esnaf olarak betimleniyor. Öykü, Mediha’nın ağzından verilirken Sahaf ile aralarındaki diyalog, okuru öykünün içine çekecek denli etkili bir dille sunuluyor. Bu etkiye rağmen Mutahhar gibi bir ismin seçilmesi, bana zorlama gibi göründü. Öyküde sadeliğe zarar veren unsurlara oldum olası uzak duruyorum.

Öykü İçinde Öykü Yazmak

Şahman’ın diğer öykülerinde olduğu gibi bu ilk öyküsünde de, eser içinde eserlerin yazıldığına tanıklık ediyoruz. Öldüğü için evi boşaltılmış birinin kitapları da sahaf Mutahhar’a düşer. Terzimiz ise kitap kurdu olduğu için bu kitaplar içinden seçmeler yapıyor. Birisi ilginçtir: Yarım kalmış bir öykü kitabıdır. Mutahhar amca, Mediha’nın yeni edindiği bu kitabın türünü, roman mı, öykü mü, diyerek sorar. Yanıt ise şöyledir: “Sorma. Öykü de değil roman da. Tam anlayamadım. İlk öyküde, daha doğrusu öykü de değil aslında; adam karısıyla, Gelincik kadının adı, kendi hikayesini yazmış.” (Age, S. 3). Sahaf’a göre fedakarlık üzerine kurulmuş bir aşkı içeren kitap, tür olarak ölen birinden kalan mektup, bir hatırat veya belki de bir “günlük”tür.

Günday’ın öykücülüğü için ilk söyleyeceğim söz, onun gariplikleri, ilginçlikleri çok sevdiği. Elbette kurmaca metinler, esasen ilginçliklerle inşa edilir. Yine de böylesi tekniklere gereğinden fazla başvurulması, eserin gücünden de götürebilir. Dikkat ettiyseniz, bir öykü okuyoruz. Öykü içinde kahraman, bir öykü kitabı okuyor. Okunan kitabın içindeki kahraman da bir öykü yazıyor. Velhasıl, Mediha’nın kendisi de bir esnaf olarak, kitaptaki yarım kalmış hikayeleri birleştiren bir öykü yazarı olarak karşımıza çıkıyor.

Öyküyü kurmak ile yırtık sökük elbiseleri tamir etmek arasında da, okurun ilgisini çekecek bir benzerlik kurulmuş. Böylece bir esnaftan, amatör düzeyde bir öykücü çıkarılmış oluyor ki, son derece düşündürücüdür. Sonunda, yayınevlerinin bu öyküyü basmadığını öğrensek de, bu durum yazar Mediha, eser ve öykü gerçekliğini ortadan kaldırmıyor. Bu öykünün, dolayısıyla kitabın bir de sürprizi var. Onu yazının sonuna bırakıyorum. Şimdilik ipucu olarak şu kadarını belirteyim ki, ilk öykünün ilk cümlesi Mediha’nın ağzından şu sözlerle başlatılmış: “Büyük bir şehrin küçük bir pasajında en alt kattadır dükkanım. ‘Terzi Mediha’ yazar pencerede.” (Age, S. 1)

Daha Ne Kadar?

Daha Ne Kadar? adlı öyküde mikro alanlara projeksiyon tutulduğunu, detaylara girildiğini görüyoruz. Bu yüzden ben de bu öyküye ilişkin birkaç cümle daha fazla konuşmak istiyorum. Eserde, dünyaya değil, topluma değil, bir topluluğa da değil, toplumun en küçük birimi olan aile içine ve aile ilişkilerinin öyküsüne bakıldığını okuyoruz. Abla, ağabey, gelin, enişte ile anne – baba ilişkisinin sorunlu yanları birkaç öykücük biçiminde kurgulanmış görünüyor. Küçük kardeş ile baba arasındaki gerilim, öykünün lokomotifi olarak düşünülmüş.

Çocuk, üniversitesiteyi bitirip yeni bir dünyaya doğru yol almayı düşünürken, birden geriye dönüyor. Çünkü ağabeyden, annesinin rahatsız olduğunu belirten bir mektup almıştır. Dönüş yolculuğu küçük kardeş için iç sıkıntısıyla geçiyor. Monografik bir yöntem kendini gösteriyor burada. İç sıkıntısı ve geçmiş tecrübeler, özenli bir üslup içinde tasvir edilir. İlerledikçe, ağabey olarak kodlanmış kişinin, “küçük bey” olarak isimlendirdiği kahramanımızın babasıyla olan çatışmasından haberdar oluyoruz.

Bunun nedenlerini ise öykünün ilerleyen kısımlarında öğreniyoruz. Anlatıcının ifadesine bakılırsa uzun saçlı, küpeli, aykırı özellikleri olan Küçük bey, babasından birçok kez hakaret ve şiddet görmüştür. Bu çatışmanın öykü bitimine dek canlı tutulması, düşündürücüdür. Babayla bu denli çatışma içinde olan kahramanımız, söz konusu annesi olduğunda ise tam tersine anneye çok meraklı, düşkün ve saygılıdır.

Yatağa Mahkum Anne – Babalar

Yolculuk bitip de eve vardığında; kendisini, annesinin sıcak kolları karşılayacağını düşünürken ablasının soğuk kollarında bulur. Ağabey de mesafeli yaklaşır küçük kardeşe. Anne ve baba ise yatağa mahkum olacak denli ağır hastadır. Anlatıcı, anne ve küçük kardeş arasındaki sevgiyi öne çıkarırken babaya da bir gönderme yapılır. Annenin, babayı küçük kardeşe emanet etmesi de okurda bir soru işareti oluşturur.

Bu şüpheli durumdan sonra anne ölür. Onun mezara konuluş biçimi de büyütece alınır adeta. Kardeşler ve enişte birlikte resmedilir. Okul, yolculuk, ev, mezarlık… Öyküye ara verilmez adeta. Öyküde bir tek annenin adını net öğreniyoruz: Münire. Bunu da babanın iç konuşmalarından çıkartıyoruz. Ağabeyin adının ise Ali olduğunu varsayabiliriz. Burada da yazarın özgün bir tekniğe başvurduğu görülüyor. Özgünlüğü, diyaloglardan veya betimlemelerden ziyade iç konuşmalardan anlıyoruz.

Baba – Evlat Çatışması

Baba, küçük kardeşe karşı kin ve nefretini sürdürüyor. Oğulun, babaya karşı tavrı da farklı değil. Baba, yatalak da olsa, ölüm döşeğinde bile dediğini yaptırıyor. Ağabey, küçük oğulun uzun saçlarını kökünden kesiyor, küpeler çıkartılıyor. Abla ve yenge de olup biteni onaylıyor. Yaşlılara ve hastalara kim bakacak sorusu da, bu kişiler ve ilişkiler içinde yanıtını buluyor. Cinsiyete dayalı iş bölümünü, abla ve yengenin mutfak işi yapmasından anlıyoruz. Kavurma, helva kokuları ve sigara dumanı, gündelik yaşama ilişkin insan halleri, bu sosyolojik durumu netleştirmemize imkan vermektedir.

Bir başka gerilimin de abi – kardeş arasında yaşandığını anlamak zor olmuyor. Ayrıca okuyan kardeş – okumayan kardeş çatışmasını da buna eklemek yanlış olmaz. Dedim ya, yazar büyük sorunlar, büyük anlatılar alanında değil, sınıf mücadelesi, emek – sermaye çatışması da değil, sanat merceğini üstü örtülmüş alanlara tutuyor. Kamusal alan ve politik diyeceğimiz alanlarda değil, birbakıma özel alan içinde geziniyor ve belki de “özel olan politiktir” diyor.

Öykünün bu noktasında “küçük bey”in koluna yaptırdığı renkli kuş dövmeleri de anımsatılıyor. Ana kahramanın bir çırpıda değil, adım adım karaktere büründüğü görülüyor. Yazarın bir roman konusunu sanki öykü olarak ele aldığı gibi bir izlenim de ediniyoruz. Kısa roman demek istiyorum yani. Eniştenin betimleniş tarzı, keza ablanın konuşmaları, bir öykü için biraz fazla görünüyor. Ayrıca sosyolojik bir tahlil atmosferi de söz konusu oluyor ki, bilimsel bir inceleme izlenimi de edinmek olasıdır.

Estetik Bilinç ve Biçimcilik

Bence daha da önemlisi Şahman, öyküyü büyük bir estetik bilinçle kurmaya çalışıyor. Her türden edebi metni, başarılı kılan elbette teknik ve biçimsel yöndür. Burada aşırı biçimciliğe düşüldüğünü ileri süreceğim. Dolayısıyla benzer şekilde estetik kaygının da, abartıldığını ve bu yüzden de içeriğin zayıfladığını söylemek mümkündür. Şahman’ın öyküleri, edebiyat ve öykü geleneğinde klasiklerden daha ziyade “modernist” teknikle yazılmış metinleri anımsatıyor bana. Ayrıca yeni dönemin postmodern eserlerinden de izler taşıyor diyebilirim. Bu noktada benim klasikçi olduğumu da anımsatmak isterim.

Kanaatim o ki klasikler, temel insan sorunlarına yönelirken, “yeni” metinler özel alanın, mikro sorunların ve tekilin izini sürerler. Bu alanda abartı ve zorlama kendini belli eder. Misal, babanın yazılı olarak verilen fragmanlarına bakarak oğluna karşı duyduğu kini ve düşmanlığı ölene dek sürdürdüğünü görüyoruz. Sosyal gerçekliğe, baba duyarlılığına çok da tekabül etmiyor.

Zorlukları Aşan Bir Öykücülük

Dedim ya… Yazar, biçime büyük bir önem veriyor. Hatice Günday, bir yandan işini zorlaştırıyor, bir yandan da zoru başaran bir öykücü olarak çıkıyor okur karşısına. Dolayısıyla Şahman’ın eseri, “yeni”ye meraklı kesimler tarafından ilgi ve övgü de görecek cinsten. Nihayetinde edebi metnin, temel gerçeklerini “fazlasıyla” taşıyor. Gülümsemeler renklere benzetilirken, “Annemin kalan iplerle ördüğü.” biçiminde pek de alışkın olmadığımız cümle kalıplarını görüyoruz. Şu türden benzetmeli cümleler de öyküde hakim bir eğilim olarak kendini belli ediyor: “Vitrin: vitrin camına yansıyan kocaman bir ünlem işaretine dönmüş babama benzemeyen sureti seyrediyorum dakikalarca.” (Age, S. 35).

Vitrin camına yansıyan bir soru işareti ilginç olmalı. Böyle bir soru işaretine benzeyen bir babanın durumu da son derece düşündürücü. Vitrinin gösterildiği sahnede, anne, baba, nikah, düğün ve “paspas” birlikte tasvir edilir. İnsanı yadırgatan, alışıldık metinler dışına götüren, garip olanın öyküleri de diyebiliriz bunlara.

Klasikleri Aşan Öyküler

Klasikleri “aştığını” düşünen yazarlarda, dil tekniklerini, anlatım kalıplarını kırma eğilimi vardır. Benzer tutumu, Şahman’ın öykülerinde de görüyorum. Alıntı yapmadan belirtmek isterim ki, babanın iç konuşmalarını ifade eden fragmanlar, birkaç cümleden oluştuğu halde, yazım kurallarına ve imla işaretlerine uyulmuyor. Anlatıcının, geçerken Kafka’yı anması rastlantı mıdır, yoksa böylesi bir yazım tekniğinin mimarları içinde Kafka’nın da bulunmasından mıdır, bilemiyorum. (Bak. Age, S. 37).

Cümleler kısa, etkili ve sembolik özellikler gösteriyor. Benzetme ve metaforlar, yaşanan gerçeklerin önüne geçiyor. Ayrıntılar öykünün önünü kapatıyor da denilebilir. Yine de yaratılan merak duygusu, öyküden kopmak üzere olan okuru, bir kritik noktadan tutarak yeniden içine alıyor. Can sıkıntısı içinde öykünün sonuna kadar gidildiği gibi bir durum çıkıyor ortaya. Öykü, başlayıp gelişip genişleyerek sonra da inişe geçmesi gerekirken hep açılarak, genişleyerek devam ediyor ve öyle de bitecekmiş gibi görünüyor. Öyle bitmiyor elbette. Tersine sıkıntı, stres ve dram duygusu yaratarak; ölümcül, kötümser, umutsuz bir ruh durumu yaratarak bitiyor.

Öykünün “Kanlı Sonu”

Baba ve oğul, başbaşa kalırken her ikisi de birbirine yönelik duygularını açığa vuruyor. Bu durumları yazar, iç konuşma tekniğini kullanarak veriyor. Bu teknik Şahman için temel anlatım tekniği olarak görülüyor. Başarıyla da icra edildiğini izliyoruz. Kişi özellikleri bir anda bitmiyor: Ucu açık bırakılıyor. Zira kahramanlara dair sürekli yeni özellikler ortaya çıkıyor. Babanın, küçük kardeşe “karı gibi” demesi, onu iblise benzetmesi, kendisinin vakti zamanında kasaplık mesleği ile ilgili olması da ilerleyen kısımlarda ifşa ediliyor. Kasap, bıçak, ustura gibi objelerin işaret edilmesi, öykünün “kanlı sonu” hakkında da okuru hazırlıyor diyebiliriz.

Annesini kaybettikten sonra yaşlı ve ağır hasta babasının bakımını yapan kahramanımız, babasıyla olan gerilimli, çatışmalı, düşmanca olan ilişkiyi bir türlü ılımlı, uzlaşmacı ruh durumuna getiremez. Sonrası? Sonrasında kanlı ve kestirmeden bir yol bulur! Her zaman, babasının tıraşını yaptığı usturayı, traş sırasında bu defa babanın yüzünden, çenesinden kaydırarak gırtlağına getirir! Ölüm…

Öyküyü İntiharla Bitirmek

Baba katili olan kahraman, kendi yaşamına da son verir. Bu durum kahramanın ağzından duygu ve dram yüküyle birlikte tasvir ediliyor. Elinde ustura, baba – oğul belki de yıllardan sonra ilk kez göz göze bakarlar. Korku ve kaygı hakimdir. Babanın işini bitiren evlat “Öl artık, öl öl öl…” diyerek bağırır. Babanın cançekişen hırıltıları duyulur. Baba katili, elindeki usturaya bakarak şunları söyler: “Kazıyorum kazıyorum kazıyorum… Önce saçlarımı, sonra kolumdaki kırlangıcı. Sonra da kaydırıyorum usturayı ağzımın kenarından çeneme kadar…” (Age, S. 40).

Öyküyü, ana karakterleri öldürerek bitirmek, üstelik trajik ölümlerle, yani öldürmek ve intihar etmek yoluyla bitirmek bana göre sorgulanmalıdır. Keza kahramanları, “ötekilerden” seçmek, hasta, yaşlı, katil, norm dışı kişilerden seçmek de dikkat çekicidir.

Küçük İnsanların Öyküleri

Kitabın son öyküsü olarak düşünülmüş olan “İlmek İlmek” adlı eserde de yine küçük insanların dünyasına, gündelik yaşamlarına giriyoruz. Sosyal yaşamda geri planda görünen, sessiz, bazen de kimsesiz olan bu “küçük insanlar” canlı, zengin iç dünyalarıyla okur karşısına çıkartılır. Adalet adındaki yalnız yaşayan kadının, anne – babasını mezara gönderdikten sonraki hayatından kesitler görüyoruz eserde. Apartmanın giriş katında oturan Adalet hanım, apartmanın en üst katında oturan genç üniversite öğrencisi Emel ile dostluk kurar.

Yaşamda bazı insanlar vardır. Sıradan olayları, öykü tadında anlatırlar, hoş sohbettirler, kendilerini dinletirler. Ben kendi adıma söylüyorum, böyle kişilerin anlattıklarını dinleyince öyküye olan ilgim artar. “Bunları öykü olarak yazsam mı?” dediğim de olur. İşte Adalet hanımın anlattıkları da, Emel de böyle duygular yaratır.

Yarım Kalan Öyküler

Çevresinde Adoş hanım olarak da tanınan Adalet hanımın, yalnız anlattıkları değil Emel ile olan tanışma tarzı ve ilerleyen hukuku da bir öykü konusu olabilir. Adoş hanım, işe en yakınlarını tasvir etmekle başlar. İlk “kurban” kendi annesidir. Demiryollarında kömürcü olarak çalışan baba da eklenince öyküye; Emel’in, öykü iştahını kabartan sahneler çıkar ortaya.

Böyle bir yazın geleneği vardır sanat, edebiyat tarihinde. Birinci öykü için de söylemiştim: Film içinde film çekilir, öykü içinde öykü yazılır. Romanda, tiyatroda da benzer durumlar vardır. Bunu andıran bir olayı Şahman’ın metinlerinde de görüyoruz. Hatta son derece bariz bir yoldan bunlar gösteriliyor. Örneğin “İlmek İlmek” adlı bu öykü, ilk öykü olan “Yarım Kalmasın Hiçbir Öykü”nün girişi gibi olmuş. Okur, bunu ancak son öyküyü de okuduktan sonra anlayabilir. Zira Emel kızımız, Adalet hanımın, anlattığı her olayı bir hikayenin taslağı ya da girişi olarak not ediyor ama hiçbirini bitiremiyor: Yarım kalıyor öyküler.

Öykü Tadında Bir Eser

Adoş’un anlattığı, kendi çalışma hayatı olsun, babasının nasıl da para biriktirip konut satın aldıklarını anlatması olsun, komşuların hikayesi olsun, vekiller ve vekil karılarının yaşamları olsun… Emel, tüm bunları can kulağı ile dinler, notlar alır amma ve lakin tüm öyküler yarım kalır… Emel’in hareketleri şöyle betimleniyor: “Yarım Kalmasın Hiçbir Öykü, başlığını atıp ilk cümleleri yazıyor: Büyük bir şehrin küçük bir pasajında en alt kattadır dükkanım. ‘Terzi Mediha’ yazar pencerede.” (Age, S. 105). Sanırım bunu ilk öyküden anımsamışsınızdır. Sürpriz dediğim konu da böylece aydınlığa kavuşuyor.

Eserde biçimsel ilginçlikler bu kadar değil. Yine kenarda, kıyıda kalmış insanların durumunu görüyoruz. İntihar edenler, ölüler, diriler, tavla oynayanlar, ölü yıkayanlar, Deli Perihanlar, Nazım Hikmetler… Elbette iç monolog / bilinç akışı teknikleri burada da devam ediyor. Kısacası kent yaşamında, henüz eskimemiş komşuluk ilişkilerine mikroskop tutan yazar, Güllü anaları, onların yapıp komşulara ikram ettiği aşureleri, yalnız yaşayan genç – yetişkin insanları öyküye taşımaktadır. Öykü tadını, en çok duyuran eserin Adalet hanım ve Emel’in öyküsü olduğunu söylemem, umarım yanlış bir yargı değildir.

Previous StoryKomünist Kültür Geleneği
Next StoryGündelik Yaşamın Tiyatrosu

Son Yazılar

  • Gündelik Yaşamın Tiyatrosu
  • Yarım Kalan Öyküler
  • Komünist Kültür Geleneği
  • Felsefede Kitabi Kültür
  • Veganizm, Kitap ve Yayınevi

Arşivler

  • Aralık 2025
  • Ekim 2025
  • Eylül 2025
  • Ağustos 2025
  • Temmuz 2025
  • Haziran 2025
  • Mayıs 2025
  • Nisan 2025
  • Mart 2025
  • Şubat 2025
  • Ocak 2025
  • Aralık 2024
  • Kasım 2024
  • Ekim 2024
  • Ağustos 2024
  • Temmuz 2024
  • Haziran 2024
  • Mayıs 2024
  • Nisan 2024
  • Mart 2024
  • Şubat 2024
  • Ocak 2024
  • Aralık 2023
  • Kasım 2023
  • Ekim 2023
  • Eylül 2023
  • Ağustos 2023
  • Temmuz 2023
  • Haziran 2023
  • Mayıs 2023
  • Nisan 2023
  • Mart 2023
  • Şubat 2023
  • Ocak 2023
  • Aralık 2022
  • Kasım 2022
  • Ekim 2022
  • Eylül 2022
  • Ağustos 2022
  • Temmuz 2022
  • Haziran 2022
  • Mayıs 2022
  • Nisan 2022
  • Mart 2022
  • Şubat 2022
  • Ocak 2022
  • Aralık 2021
  • Kasım 2021
  • Ekim 2021
  • Eylül 2021
  • Ağustos 2021
  • Temmuz 2021
  • Haziran 2021
  • Mayıs 2021
  • Nisan 2021
  • Mart 2021
  • Şubat 2021
  • Ocak 2021
  • Aralık 2020
  • Kasım 2020
  • Ekim 2020
  • Eylül 2020
  • Temmuz 2020
  • Haziran 2020
  • Mayıs 2020
  • Nisan 2020
  • Mart 2020
  • Şubat 2020
  • Ocak 2020
  • Aralık 2019
  • Kasım 2019
  • Ekim 2019

Kategoriler

  • Etkinlik
  • Felsefe
  • Genel
  • Hakkında
  • Kitaplar
  • Konuk Yazar
  • Politika
  • Sanat
  • slider
  • Uncategorized

Sayfalar

  • #14 (başlık yok)
  • Biyografi
  • İletişim
  • Sample Page

Sayfalar

  • #14 (başlık yok)
  • Biyografi
  • İletişim
  • Sample Page

Son Yazılar

  • Gündelik Yaşamın Tiyatrosu
  • Yarım Kalan Öyküler
  • Komünist Kültür Geleneği
  • Felsefede Kitabi Kültür
  • Veganizm, Kitap ve Yayınevi

Kategoriler

  • Etkinlik
  • Felsefe
  • Genel
  • Hakkında
  • Kitaplar
  • Konuk Yazar
  • Politika
  • Sanat
  • slider
  • Uncategorized

İletişim

e-posta – akkaya44@hotmail.com Telefon - 0544694 5456
Bu site 2019 Tarihinde Mehmet Akkaya Tarafından Yapılmıştır