Zürih’te;
HUKUK FELSEFESİ VE EŞİTLİK
Eylül ayı programları içinde bir buluşma da Zürih’te yapıldı. EKM ve Xeta Sor’dan arkadaşların olduğu bir toplulukla bir araya geldik. Hukukun ve hukuki toplumun ne olduğunu tartıştık. Emperyalizm koşullarında hukukun nasıl bir işlev gördüğü üzerinde duruldu. Hüseyin İşli’nin moderatörlüğünü yaptığı sunumda öncelikle hukuk sistemlerinin neler olduğunu ve tarihçelerini açıklamakla söze başladım. Başlıca hukuk sistemleri olarak Anglosakson hukuk sistemi, Kara Avrupası hukuk sistemi, İslamcı hukuk sistemi ve sosyalist hukuk sisteminin altı çizildi. Şu iddia edilebilir ki, bu hukuk sistemlerinin hiç biri kendi toplumlarını özgürleştirebilmiş değil.
Roma ve Osmanlı imparatorlukları gibi diğer toplumlar da çöküşten kurtulamamıştır. Kara Avrupası olsun kıta Avrupası olsun faşizmlerin, Nazizmlerin, emperyalist savaşların mekanı olmuştur. Hukuk, Sovyetik rejimleri de çöküşten kurtaramamıştır. Sınıflı toplumları (devlet) kuran da yıkan da hukuk olmuştur. Hukuk kurumu, bunu ekonomik olgulara bağlı olarak gerçekleştirir. Burjuvazi hukuku, toplumun adil bir şekilde yönetilmesi olarak değerlendirir. Bu yüzden de adalet mülkün (siyasetin /yönetimin) temelidir denilir. “Adalet olmayan bir devlet, adi bir çetedir” diyen Aurelius Augustinus’un sözlerini de bu çerçevede düşünmek gerekir.
Hukuk, genellikle eşitlikten söz ederken eşitliği de yasalar önündeki matematiksel eşitlik olarak anlar. Aynı suça, her yurttaş için aynı cezanın verildiği ileri sürülür. Oysa matematiksel eşitliğin, toplumsal, ulusal ve cins eşitliği getirdiği tarihsel süreçlerde görüşmüş değildir. Toplumsal eşitlik, sınıf olgusunun ve sömürü mekanizmasının ortadan kaldırılmasını gerektirir. Bu yüzden sunumda da belirtildiği gibi Kant ve Hegel gibi filozoflar, eşitliği yasalar karşısındaki eşitliğe indirgedikleri için yanılmaktadır. Bu türden filozoflar, toplumsal sözleşmelerin, demokratik tarzda yapıldığını söylerken de olguya ters bakan idealistlerdir. Zira ekonomik, sosyal ilişkilere demokrasi ve eşitlik ilkesi egemen olmadıkça kültürel düzlemde eşitlik söz konusu olamaz.

Sınıf olgusunun daha da belirgin hale geldiği, sermayenin sınır ötesi alanlara ihraç olduğu, sosyal dünya yanında tüm doğanın da talan edildiği emperyalizm koşullarında ise toplumsal eşitlik hepten imkansız hale gelmiştir. Üstelik, her çağda egemen sınıflara hizmet eden hukuk, emperyalizm ve proleter devrimler çağında bu hizmeti daha da derinleştirip genişletmiştir. Bu yüzden olsa gerek Şeyh Bedreddin ve Karl Marx gibi toplumcu filozoflar, hukuku sorgulama yoluna gidip onu savunmak yerine hukuka ihtiyacın olmayacağı bir dünyanın kurulmasını savunmuşlardır. Teorinin gücünü pratiğin geliştirilmesine bağlayarak değiştirme kültürüne odaklanmışlardır. Dolayısıyla Bedreddin için de Marx için de hukuka ilişkin motto şudur: Bugüne kadar hukukçular, dünyayı yalnızca yorumladılar, oysa aslolan dünyayı değiştirmektir.
Sunumda hukukun doğuşundan, varlığından, işlevinden söz ederken felsefe, bilim, din, sanat, ahlak, siyaset kurumlarına da projeksiyon tutuldu. Sınıflı toplum koşullarında bunların da egemen sınıflara ve burjuvaziye hizmet ettiği ileri sürüldü. Felsefe, bilim, din, devlet veya sanat yoluyla insanlığın özgürlüğü ve eşitliği gerçekleştirmediği vurgulandı. Gerçekten de felsefenin ve bilimin hüküm sürdüğü Antik Yunan dünyası olsun Fransız aydınlanma çağında olsun eşitlikçi bir toplum kurulmadığı, tam tersine Greklerde köle sömürüsü Fransa ve Avrupa’daki burjuva toplumlarında işçi sömürüsüne dayalı toplumların kurulduğu biliniyor. Bu yüzden eşitlik, özgürlük için kültürel üst yapı kurumlarını ihya etmek değil, sınıf mücadelesine dayanmak zorunlu görülüyor. Kaldık ki eğer insanlık bugün birtakım haklar ve özgürlükler kullanıyor ise bunun bedelini ödediği için kullanmaktadır.
Zürih toplantısında önemli temalardan birisi de “hukuki mücadele”nin işlevi üzerine yapıldı. Bunu da estetik mücadele, demokratik mücadele ve en nihayet felsefi-ideolojik mücadele yönünde genişlettik. Bu bağlamda itiraz, eleştiri ve tartışmalar da oldu. Hukuk mücadelesi, hukuk devleti ve hukuk toplumunu inşa etmek üzere yapıldığı sürece bunun, düzene hizmet edeceğini ileri sürdüm. Buna göre hukuk mücadelesi veya felsefi mücadele gibi kulağa hoş gelen retorikler, burjuvazi tarafından inşa dedilen söylemlerdir. Retoriktir, çünkü hukuk ve yasaları, çoğu zaman burjuvazi bile paçavraya çevirip uygulamıyor. Hatta hakim sınıf klikleri, bilhassa bizim gibi ülkelerde hukuku kendilerine bile uygulamaktan imtina edebiliyor.
Son yıllarda ülkemizde hukukun uygulanmaz olduğu, Anayasa ve Avrupa mahkeme kararlarına bile uyulmadığı söyleniyor. Bu durum, bir kişinin ve bir hükümetin tavrıyla ilgili olsa bile esasen hukukun doğası ve sermayenin çıkarı ile ilgilidir. Elbette hukuk, temel de sınıf mücadelesi baskılamak için vardır. Öte taraftan eğer emperyalizm koşullarında hukuk, demokrasi, felsefi veya bilimsel mücadeleye pozitif bir rol verilecekse bu rolün eşitlikçi bir dünya yaratma mücadelesiyle bağının kurulması gerekir. Hukuk mücadele, sınıf mücadelesini geliştirdiği oranda değerli olabilir. Bu yüzden hukuk mücadelesi ile sosyalizm mücadelesi arasında diyalektik bir bağ olduğu açıktır. Bu korelasyonda sosyalizm mücadelesinin esas, hukuk mücadelesinin tali olduğunu söylemek istiyorum.
Tartışma kısmındaki temaları hatırlatarak bitireyim: Hukuksal, sosyal ve siyasal haklar emekçileri ve ezilenleri aldatmak içindir! Hukuksal ve siyasal eşitlik, gerçek eşitlik değildir. Bunlar çoğu zaman ekonomik hakların üstünü kapatmaya yarar. Kadınların soyadı hakkı gibi eğitim veya seyehat hakkı gibi haklar da böyledir. Ekonomik özgürlüğünüz ve eşitliğiniz yoksa diğer haklar sistemi ayakta tutmaya yarar. Kürtlerin hukuki bakımdan eşit yurttaşlık hakkı da ulusal eşitliği belki sağlar ama ekonomik eşitliği sağlamaz.
Hukukun burjuvazi ile somutluk kazandığı, eski toplumlara göre daha çok özgürlük geldiği, bunun mimarının da burjuvazi olduğu söylenir. Bu da, doğru değil. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıflar ve ezilenler, kullandıkları tüm hak ve özgürlüklerin bedelini tarih boyunca ödemiştir.
Hukuk değiştiği için toplum değişmez, tersine toplum yani üretim güçleri değiştiği için hukuk da değişir. Hukuk mücadelesi yoluyla yani masabaşı fikir tartışmalarıyla dünyanın hiç bir yerine eşitlik ve özgürlük gelmemiştir.