Eylül ayı içinde Avrupa’da gerçekleşecek olan toplantılarda sosyal, tarihsel, felsefi, hukuki, inançsal olmak üzere birkaç temayı mercek altına alıyoruz. Toplantı içeriklerini merak edenler için kısaca da olsa konulara değinmek yararlı olabilir. Toplantılar emperyalizm koşullarında yapılıyor. Dolayısıyla hukuki, felsefi, entelektüel çalışmalar, bu gerçeği dikkate almadan anlamlı, bilinçli, devrimci sonuçlar ortaya koyamaz.
Ebedi Barış Olanaklı mı?
Barış, özellikle de ebedi barış deyince İmmanuel Kant’a ayrı bir sayfa açmak icap ediyor. Stoacılar gibi Dante gibi kozmopolitizm öneriyor Kant. Avrupa Birliği’nin fikir babası denilir onun için. Gerçi buna benzer bir düşünceyi, Thales, Persler’e karşı Yunan devletlerine önermişti. Kant’ın özgünlüğü, barış konusunu ilk defa felsefi sorunsal yapıyor ve Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme adlı kitabı yazıyor olmasıdır. Barış demiyor, ebedi barış diyor. Geçici barış, ateşkes yetmez. Sürekli barış olmalı. Birçok filozof, “ancak mezarda barış olur” dediği halde Kant, barışa inanır. Bu yüzden de günceldir. Bugünkü dünyada ana akım barış düşüncesi Kantçı’dır diyebiliriz. Ona göre profesyonel ordular terhis edilirse savaşlar son bulur. Oysa sermaye birikimi ve devletler var olduğu sürece yeni saldırgan, işgalci ordular kurulur. Nitekim kendi yaşadığı yıllarda yedi yıl savaşları vardı, Fransa’da iç savaşlar, Fransız ihtilali vardı, Amerikan bağımsızlık savaşları devam ediyordu.
Almanya deyince Kant’ın dışındaki ikinci önemli savaş teorisyeni Carl Von Clausewitz’tir. Savaş Üzerine eseri ün yapmıştır. Lenin’in ona gönderme yaptığı söylenir. Clausewitz, savaşı politikanın devamı olarak, siyasetin silahlarla sürdürülmesi olarak görüyor. “Başka araçlarla” diyor. Bu araçlardan kasıt, silah teknolojisidir.
Almanya’da savaş teorisyeni denince üçüncü olarak Hegel akla gelir. Herakleitos gibi o da savaşı, çözüm olarak görüyor. Her ikisi de barışı, kendi sınıflarının iktidara gelmesi olarak anlıyor. Hegel için ya köle ya da efendisindir. Ona göre yasa karşısında eşitseniz, eşitlik savaş getirmez. Onun mantığından hareket edersek misal, Kürtler ile uzlaşma olursa Kürtler köleliği kabul edecek ama hukuk, anayasa karşısında eşit olacak. Hegel, Alman burjuvazisinin sözcüsü olduğu için o da feodalizme üstün geldiği için Hıristiyan – Cermen dünyasına özgürlük geldiğine inanıyor. Herakleitos ise aristokrasinin sözcüsü olduğu ve muhalefette olduğu için herşey değişir, değiştirmek için de sürekli savaş diyor.
Almanya’nın dördüncü savaş teorisyeni Marx’tır ve dolayısıyla Engels’tir. Onlara göre tarih sınıf mücadelesi tarihidir. Savaşın sebebi sermayedir. Engels, yakın bir gelecekte dünya savaşının çıkacağını söylüyor. Öyle de olmuştur. Barış için sermayenin son bulması, proletarya da dâhil olmak üzere tüm sınıfların ortadan kalması gerekiyor.
Hukuksuz Toplum Mümkün mü?
İktisadi sorunlar, ancak iktisadi tavır alışlarla çözülür, hukuki yollarla çözülmez. Hukuk kurumu, iktisadi ilişkilerin nedeni değildir, tersine o ilişkilerin bir sonucudur. Birikmiş bir maddi değer olması gerekir ki onun için hukuksal bir kurallar dizgesi oluşsun. Bu yüzden de hukukun her zaman var olan bir kurum olduğu düşünülemez. Onun mülkiyetle birlikte doğduğunu gösteren pekçok kanıt bulunuyor.
Hukukun tarihini insanlık tarihi kadar eskilere götürmek yanlış bir görüştür. Belki de egemen sınıfların bilerek, isteyerek yaydıkları bir ideolojik argümandır. Çünkü onbinlerce yıl süren komünal toplumlarda hukuk sistemi yoktu. Ona bağlı olarak hapishane ve gardiyan da yoktu. Bu noktada hukuk kuralları ile sosyal yaşam kurallarını birbiriyle karıştırmayalım. Sosyal yaşam kuralları, insanın doğası gereği her zaman vardır. Hukuk kuralları ise egemen sınıfların, emekçileri baskı altında tutmak için geliştirip sistemleştirdikleri bir silahtır.
Hukuk sisteminin doğuşu için birçok araştırma sonucu, Mezopotamya uygarlıklarını işaret ediyor. Çünkü üretime öncelikle burada geçiliyor. Dicle, Fırat gibi ırmaklar üretime imkan veriyor. Bereketli hilal burada oluşuyor. Toplumsal artık, sınıflar ve devletin tohumları burada atılıyor. Hamurabi burada ortaya çıkıyor. Nil’in imkanlarından dolayı Mısır’ı unutmayalım. Hukuk, sömürüyü meşrulaştırmak için var oluyor. Hukukun tüm topluma eşit uygulandığı görüşü büyük bir yalandır. Sömürücü sınıflar, kendi sınıf çıkarları sözkonusu olursa hukuk mukuk, yasa masa dinlemezler. Uzlaşma masallarını yıkıp kırmaktan geri kalmazlar. Darbe cunta yıllarında bunlar açıkça görülür. İnsanlığı kurtaracak olan “gelişmiş” hukuk kuralları değil hukuka ihtiyaç duyulmayacak bir dünya toplumudur.
Devrimci Tutsaklarla Dayanışma
Marx ve Marksizmin ceza teorilerine göre idam cezası, suçu önlemez. Hapis yatırma cezası da suçu önlemiyor. Bunlar bin yıllardır test edilmektedir. Ceza teorisi açısından ölen, kırılan, dökülen değil yaşayan temel alınmalıdır. Ölen ölmüştür, geri getirilemez ama yaşayan yaşama dönebilir. Bu yüzden yalnızca politik mahkumların yaşaması değil adli mahkumların da yaşama kazanılması önemlidir. Nitekim adli denilen mahkumlar da siyasidir. Politik mahlukların değişik bir formudur. Tutsakların yaşama kazanılması, onları böylesi bir pozisyona iten dünyanın değiştirilmesi anlamına gelir. Zira ıslah edilmesi gereken politik mahkumlar değil, kapitalist / feodal düzenin kendisidir.
Kapitalizm koşullarında proletaryanın politik hareket tarzına suç deniliyor. Emeğin gaspına, sömürüsüne itiraz etmek hapis sebebi oluyor. Yani proletarya için meşru olan burjuvazi için gayrimeşru oluyor. Burjuvazi için meşru olan da proletarya için gayrimeşrudur. Dolayısıyla politik suç, hakları ve özgürlükleri geliştiren bir suçtur! Bu suç meşrudur. Bu yüzden de pekçok politik mahkum asla af dilememiş, pişman da olmamıştır. Pir Sultan’ın direnişini örnek vermekle yetiniyorum.
Günümüzde hapishaneler deyince hemen Foucault ve Büyük kapatma konusu (1656) akla gelir. Genaral Hospital’dan ve Bentham’ın panoptikon binasından günümüz hapishanelerine… Şimdi her taraf mobesa olduğuna göre panoptikon yalnızca tutsaklar için değil tüm toplum içindir. Daha fazlası da var: İha, Siha vs. Dolayısıyla tutsaklar, hapishane içindeki hapishanede bulunuyor.
Tutsaklarla dayanışma mücadelesi, onlarla diyalog içinde olmayı, onların maddi, manevi, kültürel ihtiyaç ve sorunlarıyla ilgilenmeyi gerektirir. Fakat çok daha önemli olarak burjuva / feodal hukuk ve hapishane sistemini ortadan kaldırmayı hedefleyen sınıf mücadelesini yükseltmeyi gerektirir.
Aleviler ve Eşitlikçi Yaşam
Türkiye’de iki gelenek çok etkili oluyor: Kürtler ve Kızılbaşlar. Dersim travması, Kürtleri ve Kızılbaşları olumsuz etkiledi. O travmayı atlatan halklar adeta ayağa kalktı. 30-40 yıldır onları konuşuyoruz. En çok Kürtler ve Aleviler adını duyuruyor. İşçi sınıfı ve emekçileri ayrıca ele almak gerekiyor. En çok görünür olan, gösteri yapan bunlardır. En çok panel, konferans, kitap yayını bu alanlarda oluyor. Önümüzdeki on yıllar içinde Aleviler ve Kürtler gündem olmaya devam eder sanırım.
Aleviler deyince öncelikle eşitlikçi toplumlar akla gelir. Uygarlığın sömürücü, yabancılaştırıcı unsurlarına uzak bir topluluk akla gelir. Bu yanıyla ilkel / yalın ve sade bir topluluktur denilebilir. Kuşkusuz ki Aleviler, bu özelliği bir dinden, bir kutsal kitaptan, bir peygamberden öğrenmiş de değildir. Kızılbaşlar da içkin olan eşitlikçi kültür ve dünya görüşü, kuşkusuz ki kaynağını klan / komünal toplumlarından alır.
Eşitlikçi geleneğin köklerini klan demokrasilerinde aramak mümkündür. Sıktı Baba’nın, deyişlerinde de geçtiği gibi “On dört bin gezdim pervanelikte) Alevi tarihini, sınıfsız toplumların erdemli, sade geleneklerinden başlatmak doğru olur. Alevilerin, zaman içinde taşıdıkları bu eşitlikçi davranış ve düşünüş tarzları, çağları da etkilemiştir. Dolayısıyla Alevilik coğrafya, kültür ve tarihsel olgulardan etkilenmiş olsa da esasan etkileyen bir inanç ve kültür geleneği olmuştur.
Kızılbaş topluluklarının, diğer din ve kültürlerden etkilenmesi doğaldır. Örneğin elini, belini, dilini mühürle yaklaşımı için Manicilik adres olarak gösterilir. Yaşam tarzı, dünya görüşü, inanç ve ibadet biçiminde eski dinlerden etkiler almıştır. Örneğin oruç tutmak gibi. Oruç tutma, eski çağlardan beri söz konusudur. Aleviler, bu etkiye rağmen daha çok etkileyen, pasif değil aktif bir toplum olmuştur. Örneğin büyük felsefelerdeki, Platon gibi filozoflardaki eşitlikçi düşüncelerin kaynağı, Alevi kültürüyle taşınan değerlerdir.