Savaş tartışmalarının yapıldığı her platformda konu mutlaka hukuka gelir. Ona büyük ve kutsal bir rol yüklenir. Felsefe tarihinde bunun örnekleri az değildir. Birçok filozof, savaşı hukuk ile çözmenin felsefesini yapmıştır! Felsefe devam etmiştir ama hiç bir savaş da hukuk yoluyla veya felsefeyle sona ermiş değildir. Çünkü savaş, kaynağını hukuktan değil, sermayeden, sınıflardan ve mülkiyet ilişkilerinden alıyor / almaktadır. Bu yüzden savaşların hukuki yollardan çözüleceğini düşünmek filozofların idealist yaklaşımları ile ilgilidir. Bunlardan birisi de Kant’tır. Alman burjuvazisinin en güçlü ve gözde filozoflarından sayılan Kant, hukuk ve barış konularında da yazmış birisidir. Dolayısıyla hukuk kurumunun devrimci, sosyalist analizini de yapmak zorunlu oluyor.
Kant, “Ebedi Barış” adlı yazısında, haklı olarak savaşın son bulması için profesyonel orduların terhis edilmesini savunmuştur. Buna göre savaşın son bulmasının asgari koşullarından birisi ordu kurumunun lağv edilmesidir. Oysa şimdilerde dünyanın en güçlü ordularını arkalarına almış devletler, bölgesel güçler ve emperyalizm, ezilen halklara ve emekçi sınıflara “silah bırakın, teslim olun” diyor. Bunu da ciltlerce yazılmış hukuk kitaplarına, yasa veya anayasa kanunlarına uydurmaya çalışıyorlar. Buna karşın sosyal tarih gösteriyor ki dünya sorunları, hukuksal düzenlemelerle değil, dünyanın değiştirilmesiyle çözülüyor.
Ayrıca tarih açıklıyor ki, sınıfsal ve ulusal sorun gibi büyük toplumsal problemler, -kanaat önderi olsa bile- bireylerin mektuplarıyla veya “perspektif” ya da önerdikleri “paradigma” türünden kavramlarla çözülmemiştir. Sosyal, sınıfsal ve ulusal mücadele tarihi şuna da işaret ediyor ki, sınıfsal ve ulusal savaşlar, mevsimsel değişikliklere uğrasalar da, dönüp dolaşıp yatağını bulmaktadır. Görüldüğü gibi konu geniş. Tarihsel ve aktüel sorunların hukuk felsefesini yapmak üzere pazar günü (bugün) Türkiye saati ile 21.00’de Kürdistan TV’de buluşuyoruz.
İlk akla gelen ve görünen şu ki, bölgenin ve ülkemizin gündemi bir anda değişti. Türk egemen sınıfları, (devlet partisi ve hükümet partisi) kendi aralarında bir iç çekişmeye girerken sol görünümlü, sosyal şövenist çevrelerde de bir hareketlilik başladı. Kürt düşmanı yeni bir dalga daha siyasal arenayı işgal eder oldu. Bu noktada Kürt dostlarıyla, resmi ideoloji yörüngesinde cereyan eden Kürt düşmanlarının konuya yaklaşımını birbirinden kalın çizgilerle ayırmak gerekiyor. Kürt hareketinin hatalı politikalarını eleştiren komünistlerle, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddeden, resmi ideolojinin uzantısı olan devletçi, milliyetçi akımları aynı kefeye koymak yanlış olur.
Hukukun Tarihi ve Toplumsal Barış
Hukukun tarihi ile toplumsal barış talebinin tarihini birbirine eşitlemek yanlış olmaz. Her ikisinin de, öznel nedenlerle değil birer tarihsel olgu olarak ortaya çıktıklarını ileri sürmek ve ilan etmek yanlış değildir. Hukuk, kuşkusuz ki sınıfların, mülkiyet ilişkilerinin ve sömürünün ortaya çıktığı koşullara paralel olarak doğmuştur. Bu yüzden de tarihini, kökenini üretimin gelişkin olduğu coğrafyalarda aramak gerekir. Sosyal yaşam kurallarının ileri bir evresi olarak insan ilişkilerine yön vermesi üzerine, onun felsefesini yapmak da elzem olmuştur. Buna göre komünal toplumlarda sosyal yaşam kurallarından, sınıflı toplumlarda ise hukuk kurallarından söz ediyoruz.
Üretime geçişin, ürün artışının ve emek verimliliğinin yükselişe geçtiği coğrafya olarak Mezopotamya, Anadolu, Mısır gibi coğrafyaların altını çizmek elzemdir. Mülkiyet ilişkilerinin, sınıfların, hukuk, aile ve devletin temelleri de öncelikle bu türden coğrafyalarda atılmıştır. Toplumsal zenginlik, yani topluma yeteninden fazlasının üretildiği yerlerden söz ediyorum. Felsefe, sanat, siyaset ve bilim gibi hukuk da zenginliğin mirası / hukuku olarak doğmuştur. Dolayısıyla hukuk, diğer düşünce disiplinleri yanında din ve ahlak gibi sınıflarla birlikte ortaya çıkmıştır. Sınıfların son bulmasıyla da sönümlenir!
Devletin Doğuşu ve Sözleşmeler
Kabile ve komünal ilişkilerden uygar ve modern dünyaya, yani hukuksal dünyaya nasıl geçildiğine ilişkin çeşitli teoriler vardır. Platon ve Aristoteles’te olduğu gibi aile ve organizmacı teoriler, Hobbes, Locke ve Rousseau’daki sözleşmeci teoriler, Oppenheimer’ın zor teorisi, Marx / Engels’in ekonomik teorisi sayılabilir. Bütün bu teoriler, hukukun, insan toplumu için yapısal bir kurum değil tarihsel bir olgu olarak meydana çıktığını göstermektedir. Eşitlikçi dönemdeki sosyal yaşam kuralları, hukuk kurallarına dönüşür. Devlet de bu sürece eşlik ederek zemin bulur. Hukuk, nihayetinde sosyal yaşam kurallarının zor yoluyla düzenlenmesini gerekli kılan bir dizgedir. Bu zor da devlettir, günümüzde ise ulus devletten başkası değildir. Buradan bakıldığında hukukun, mülkiyeti, aileyi, sınıflı yapıyı, sömürü düzenini koruyan bir ideolojik aygıt olduğu düşünülebilir.
İdeolojik silahlar, egemen sınıfların bin yıllar öncesinden keşfettikleri en etkili aygıtlardır. Hukuk, de facto olarak, konjonktürel olarak, kısmi ve tali planda tüm toplum için söz konusu olmakla birlikte, esasen egemen sınıflara hizmet için vardır. Dolaysıyla gerek ulusal hukuk gerekse uluslararası hukuk, sözde barış, adalet ve demokrasi için vardır, gerçekte ise sömürü ilişkilerini, devleti, saldırı ve savaşları hukuki kılıflara sokup savunmak için vardır. Bu yüzden “umut hakkı” gibi retoriği olan sözlere itibar etmek yanıltıcı sonuçlar doğurabilir.
Hukuk, İdeolojik Bir Silahtır
Hukukun, önemli bir ideolojik silah olduğu en çok da burjuva toplumu ile birlikte değer kazanıyor. Burjuva sınıfı, artık ilişkileri feodal ve köleci dönemlerdeki gibi “ekonomi dışı zor” yoluyla değil “hukuki yol” ile hükmünü veriyor. Hukuk, çoğu zaman kulağa hoş gelme dışında bir işleve sahip olmuyor. Toplumu düzene koyma veya demokratik ilişkiler kurma açısından da bir değer taşımaz. Oysa burjuvazi, tarih sahnesine çıktığından beri, beş yüz yıldır hukukun reklamını yapıyor.
Bu doğrultuda da ekoller oluşuyor. Örneğin Kıta Avrupası’nda olduğu gibi “hukuk devleti” ekolü, Anglosakson gelenekte olduğu gibi “hukukun üstünlüğü” ilkesi savunuluyor. Buna rağmen dünya halkları biliyor ki hukuka, ekonomik açıdan güçlü olan sınıflar, çağımızda ise kapitalizm hükmediyor. Egemen sınıflara bakarsanız hukuk adaleti sağlamak, demokrasiyi geçerli kılmak için vardır. Pratikte ise hukuk, sermayenin ihtiyaçlarına göre sürekli biçim ve içerik kazanan bir sistemdir. Sömürünün imkanlarını yaratırken, sermayenin devlet ve siyaset ayağını hızlı çalıştırmak, gerçeklerin üzerini kapatmak için vardır. Hukuk gibi parlamento da, sermayenin gerçek yüzünü gizlemek için vardır. Kitlelerin bu kurumlara bel bağlaması, çözüm beklemesi yanıltıcıdır. Sovyetik hukuk ve meclislerin teorideki varlığı, bu durumun ancak istisnası olabilir.
Tarihte Savaşın ve Hukukun Yeri
Marx ve Engels, birçok yerde olduğu gibi Komünist Manifesto’da da modern tarihin sınıf mücadelesi tarihinden ibaret olduğunu yazmışlardır. Aynı yerde, bu mücadelelenin şiddet aygıtlarıyla yapıldığına bizatihi vurgu yapsalardı argüman, çok daha etkili olurdu. Sınıf mücadelesinde, elbette hukuk savaşı da, ekonomik mücadele de dahil olmak üzere birçok tarz etkilidir. Yine de son sözü silahların ve şiddet aygıtlarının söylediği de başka bir realitedir. Hukuka kumanda eden de şiddet aygıtlarıdır. Günümüzde bu aygıtlar sermayenin tekelindedir. Güç odur. Antikçağ hukuk bilginlerinden Trasimachos da “adalet güçlünün çıkarına olan bir hadisedir” derken benzer bir duruma işaret eder.
Dünyayı bu güne kadar kalemlerin yazdığı kanunlar değil silahların yazdığı kanunlar yönetmiştir. Savaşı sevmiyor, ondan korkuyor olsak da, onun acılı ve çirkin sonuçlarına uzak dursak da, barış vazgeçilmezimiz olsa da, gerçek budur. Üstelik bu gerçek, hukukun geliştiği çağımızda daha da etkilidir. Egemen sınıflar sürekli hukuk söylemini diri tutsa da, şiddet aygıtlarının biyolojik, kimyasal, nükleer boyutlar kazandığı bir çağda yaşıyoruz. Kendileri tepeden tırnağa silahlı olan kapitalist ve emperyalistlerin, ezilen dünya halklarına, enternasyonal proletaryaya “silah bırakın” demesi adil de ve mantıklı da değildir.
Siyaset ve Savaş Diyalektiği
Hukuk tartışmaları, zorunlu olarak silah, çoğu zaman savaş ve siyaset tartışmasına evrilir. Alman savaş uzmanı Clausewits’in söylediği gibi savaş, siyasetin silahlarla sürdürülmesinden başka bir anlama gelmiyor. Buna göre siyaset, son kertede silahlarla yapılan bir hadisedir. Hukuk da bu hadiseyi egemen sınıflar lehine kılıfına uyduran bir disiplin olarak rol oynuyor. Silahı bırakmak demek, bir bakıma siyaseti de bırakmak anlamına geliyor. Savaş ve siyaset ilişkisi diyalektik bir ilişkidir. Bu, aynı zamanda eylemin yerini söz alacak, teorinin yerine gevezelik ikame olacak anlamına da gelir. Bu bağlamda faydalı olur diye Marx’ın bir sözünü mealen anmakta fayda var: Devrimci bir pratik, bir dizi program, tez, kavram ve teoriden daha değerlidir.
Hukuk, hem geçmişte hem de günümüzde “pratikten” ziyade tez ve teoriye tekabül eder. Bu şekliyle ideolojiktir ve yine Marx’ın yaklaşımına göre yanlış bilinç yaratmak gibi bir fonksiyonu vardır. Bu fonksiyon bazı tarihsel süreçlerde daha da artar. Bugün için ülkemizde Kürt sorunu bağlamında durum böyledir. Hukuk iyice yüceltilmiş durumdadır. “Umut hakkı” türünden ifadelerle daha da kutsal ve meşru hale getiriliyor. Peki dünya tarihinde, hukuk yoluyla çözülmüş bir sosyal, sınıfsal, ulusal sorun var mıdır? Hukuk yoluyla kazanılmış bir barış sözkonusu olmuş mudur? Benim bildiğim kadarıyla yoktur. Roma hukuku, hep yüceltilir ama Roma tarihi barış değil, savaş tarihidir. Ateşkesleri ayrı tutarak söylüyorum, Hitit hukuku da övülür. Oysa Hitit tarihi de büyük ve uzun savaşlar tarihinden ibarettir. Osmanlı’nın, İslam’ın hukukunu da ekleyelim. Osmanlı tarihi de, pax Ottomana’ya rağmen kıyım ve katliam tarihidir.
Gratius’un “Savaş ve Barış Hukuku”nu, Kant’ın” Ebedi Barış”ı yazdığı modern Avrupa tarihi de savaşlar tarihidir. Hukukun en çok ete kemiğe büründüğü 20. yüzyıl ise emperyalist dünya savaşlarının zirve yaptığı bir çağ oldu. Urgakina ve Hamurabi kanunları olsun, Solon yasaları ve On İki Levha kanunları olsun, bunların hiçbiri barış getirmemiştir. Medine sözleşmesi gibi yerel yasalardan da şiddet, silah ve kıyım sesleri gelmiştir. Dolayısıyla tüm bu tarihsel barış belgeleri gibi güncel olduğu düşünülen hukuki düzenlemeler de ezilen halkların ve emekçi sınıfların sorunlarına, asla merhem olmamıştır. Kürt milletinin ulusal sorunlarına ilişkin yüz yıldır çeşitli hukuki, demokratik, barışçıl çözümler önerilmiş ama bir netice alınmamıştır. Kürt toplumu önceki engelleri aşıp özgürlük mücadelesini sürdürdüğü gibi bugünkü engelleri de aşma yeteneğine sahiptir. Üstelik, tarihinde en güçlü olduğu koşullara sahiptir.