Descartes demişti ki bir cisme hiçbir etki olmaz ise bu cisim duruyorsa sonsuza dek olduğu gibi durur, hareket ediyorsa sonsuza kadar hareket etmeye devam eder. Buna göre oluş da yok oluş da bir veya birden çok nedeni gerekli kılıyor. Felsefenin ortaya çıkması da böylesi nedenleri gerektirir. Ana akım, burjuva – feodal felsefe tarihi bilgilerinin söylediği gibi felsefe, insanla birlikte var olmuş olamaz. Kendiliğinden doğmuş da değildir. Nitekim insan, biyolojik bir evrimsel sürecin ürünüdür. O halde felsefe de evrimsel bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmış olmalıdır.
Felsefe, Aristoteles’in iddia ettiği gibi “merak” duygusundan da ortaya çıkmış olamaz. Çünkü böylesi bir durumda “insan neden merak eder?” sorusunun yanıtlanması gerekir. Kaldı ki merak, yalnızca felsefede değil bilim, sanat ve siyaset düşüncesinde de içkindir. İnsanın merak etmesi için temel ihtiyaçlarının olması gerekir. Bu ihtiyaçlar nelerdir? Bunların açıklanması gerekiyor. Felsefenin neden / niçin doğduğu problemi, elbette düşünce disiplinlerinin tümü için de geçerlidir.
Özetini verdiğim felsefenin bu temel problemlerini, Yol TV’de bu hafta (bugün) yayınlanacak olan Filozofun Merceği adlı programda bulabilirsiniz. Kuşkusuz ki felsefenin neden / niçin doğduğu sorunsalı yalnızca tarihsel bir sorunsal değildir. Bugün de felsefe yapıyorsak bunun nedenleri de tarihsel olanlar gibidir. Geçmişi, salt merakımızı gidermek için değil bugünü bilmek ve bildiğimizi değiştirmek için biliyoruz.
Çağımızdaki bilimsel verilere göre insanın, yoktan yaratılmadığı, başka canlılardan evrim yoluyla doğduğu, eşdeyişle vardan varolduğu genel bir kabuldür. Bunu Marksist bilimciler gibi liberal bilim adamları da kabul ediyor. İnsanı, hayvandan ayıran farkın ne olduğu sorusu da felsefenin evrimi açısından merkezsel bir sorudur. Yine bilim insanlarına bakılırsa bu sorunun yanıtı “üretim” kavramında immanenttir. İnsanların ataları olan hayvanlar, kendi ihtiyaçları olan besinleri, doğadan hazır olarak alırken bunlardan bir tür, evrim geçirerek besini üreten tür haline gelmiştir.
Üretim aşaması, insanın topluma eşitlendiği tarihsel momenttir. Üretim, birlikte olmayı gerektirir. Burası insandan topluma geçildiği andır. Üretim var ama henüz “fazla üretim” söz konusu değil. İnsan ancak kendisine yetecek kadar üretebiliyor. Hatta bu bile çoğu zaman mümkün olmuyor. Böylesi koşullarda sömürü, sınıf ve mülkiyet de yoktur. İnsanların duygu ve düşünceleri olmakla birlikte felsefe, bilim, sanat ve politika da yok. Çünkü bunlar, ancak toplumun uygar bir form kazanmasıyla mümkün olabilir.
Felsefe kavramsal düzeyde düşünme etkinliği olarak görüldüğü için genel bir düşünme ve duygu durumuna indirgenemez. Nitekim filozoflardan önce “bilgeler çağı”ndan söz edilir. Dolayısıyla “Yedi bilgeler” biçiminde bilinen düşünürlere filozof denmemişse bunun bir nedeni olmalı. Her duygu veya düşünce, felsefe anlamına gelmiyor. Düşünce ve duyguların belli bir form kazanması gerekir. Bunun gerçekleşmesi içinse üretim ilişkilerinin yeni bir biçime bürünmesi elzemdir.
Neticede temel üretim ilişkileri belirleyendir, bunlara tekabül eden felsefe gibi düşünsel üstyapı disiplinleri ise belirlenendir. Örneğin mülkiyet ilişkilerinin sonucu olarak hukuk türünden bir disiplin doğmadan “hukuk felsefesi” doğmuş olamaz. Sınıfların olmadığı koşullarda bu sınıfların varlık felsefesi veya dünyayı bilmeye yönelik epistemolojik anlayışları da söz konusu olamaz. Nihayetinde bilinç, bir şeyin bilinci olarak vardır. Siyaset felsefesi yapmak için yönetme düzeyinde siyasal ilişkilerin ortaya çıkması zorunludur. Uygarlık öncesi, mağaralarda görülen proto resimlerin sanat olduğunu düşünmek zorlama olur. Dolayısıyla bugün sanat felsefesi yapıyorsak modern anlamda bir sanatın ortaya çıkmış olmasındandır.
Felsefenin öncesiz ve sonrasız olmadığı, toplumsal ve iktisadi gelişmelere paralel olarak var olduğu şundan da belli ki felsefe, her çağda ve her coğrafyada değişik içeriklere sahip olmuştur. Halen de öyledir. Tarımsal dönemin felsefi içeriği ile sanayi döneminin felsefi içeriği benzer değildir. Doğu, Batı ayrımı yapılarak bakıldığında da içerikler değişiktir. Feodalizmi haklı kılan felsefeler yanında kapitalizmi haklı kılan felsefeler de vardır. Proletarya ile birlikte komünizm odaklı felsefelerin yapıldığı da başka bir realite olarak karşımızda duruyor.
Dikkat edilirse uygarlık öncesi ve uygarlık sonrası biçiminde iki dönemden söz ediyoruz. Bunlar sınıfsız komünal toplumlar ile sınıflı, mülkiyetçi toplumlar. Uygarlık öncesi de iki dönemden oluşuyor. Üretilenin tüketildiği dönemi anmak isterim. Bu şartlardaki üretime “kullanım değeri” üretimi demek yanlış olmaz. Üretimin ilerlemesi sayesinde ortaya çıkan toplumsal artık nedeniyle de “değişim değeri” faktörü ortaya çıkıyor. Böylece uygar topluma geçiliyor. Sınıf, mülk, sömürü, hukuk, devlet, ordu, polis, savaş, silah, aile türünden toplumsal kurumların temelleri burada atılıyor. Bu kurumlar düşünsel süreçlerin hızlanmasını, olgunlaşmasını, biçimselleşmesini, kurumsallaşmasını da birlikte getirmiş ve mobileze etmiştir.
Anılan temel iktisadi kurumların felsefesini, bilimini, sanatını, hukukunu, siyasetini yapmak doğal bir süreç haline gelmiştir. Bu disiplinlerin, sınıflarla birlikte var olduğu tezi temel bir tez gibi görünmektedir. Felsefe de, diğer düşünce disiplinleri gibi sınıflar üstü değildir. Provoke edici, kışkırtıcı bir teori olarak söyleyebiliriz ki felsefe, sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkmıştır. Sınıfların ortadan kalkmasıyla da ortadan kalkar. Ortadan kalkma yerine “sönümlenme” ifadesini kullanırsam daha isabetli olur.
Felsefenin geleceğini, “ilke olarak” geçmişteki gibi tasavvur etmek yanlış olmaz. Sınıfsız, eşitlikçi, özgür bir dünya toplumunda felsefe yapılmaz yaşanır! Kurumsal düşüncenin yerini serbest / özgür düşünce alır. Buna da “özdeşçi ilişkiler” damgasını vurur. Düşüncenin, maddi dünyayı açıklaması anlamında söylersek özne ile nesne arasındaki fark ortadan kalkar. Farklılık teorisinin yerini özdeşlik teorisi alır. Zira sınıfsız bir dünya toplumunda sosyal / sınıfsal bir hiyerarşi olmadığı için epistemolojik bir hiyerarşi de olamaz.
Kısacası eşitliğin olduğu koşullarda sömüren, sömürülen olmadığından öznenin mi nesnenin mi belirleyici olduğu tartışması da müzelik olur. En modern sınıflar olarak burjuvazi ile proletarya karşıtlığının sona ermesi, felsefenin temel motivasyonu olan madde ile düşünce karşıtlığının da son bulması anlamına gelir.