Disiplin, sorunsal ve toplum olmak üzere üç mevzuyu birlikte ele almak üzere haftasonu bir grup arkadaşla bir araya geldik. Sosyal bilimlerin savaş sorununu, aynı zamanda barış meselesini nasıl ele aldığını açıklayarak başladık programa. Savaşın sürekli olup olmadığı, kaynağında ne tür olguların, nedenlerin ve motivasyonların bulunduğu açıklanmaya çalışıldı. Burjuva bilimleri ile Marksizmin farkına işaret edilerek ele alınan savaşın, neden Anadolu ve Mezopotamya’da ilk olarak ortaya çıktığı sorgulandı.
Savaş kavramı elbette ki barış kavramı ile birlik ve zıtlık içindedir. Diyalektiğin gereği olarak bunların hem birlikte olduklarının hem de karşıt olduklarının altı da çizildi sunumda. Çünkü savaş, barış olmama durumu olarak tanımlanırken barış da savaş olmama durumudur. Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası, aynı zamanda barış mücadelesinin de merkezi olarak tasvir edildi. Çünkü üretimin ve toplumsal zenginliğin merkezi de burasıdır. Toplantıda sıklıkla toplumsal zenginlik üzerinde duruldu. Kızılbaş / Alevi toplumunun da bir barış toplumu olarak öncelikle aynı coğrafyada görünür olduğunu vurgulamak şart oldu. Komünal toplulukları ilk kuşak barış toplulukları olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Kızılbaş toplumundaki eşitlikçi, demokratik ilkelerin de komünal geleneklere dayandığını ileri sürebiliriz, sürüyoruz da.
Burjuva Bilimcileri Ne Diyor?
Burjuva sosyal bilimlerinin bir alt disiplini olan psikolojiye göre insanlar, doğuştan saldırgan ve şiddet yanlısı olduğu için savaşlar kaçınılmaz oluyor. Bu görüş gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Çünkü komünal toplumlar gibi günümüzde bile bazı toplulukların barışçıl oldukları biliniyor. Çocukların hiç de savaş yanlısı olmadığını tespit etmek zor olmuyor. Bu yüzden insan doğasına dair yapılan “insan, insanın kurdudur” gibi söylemler gerçeği yansıtmaktan uzaktır. İnsan, genetik olarak sınırlı bir şekilde şiddet yanlısı olsa bile, bu durum onu kurt yapmayacağı gibi katliamcı ve soykırımcı da yapmaz.

Burjuva antropolojisi de savaş / barış konusunda gerçekleri çarpıtmak için işlev görüyor. Ona göre eskiden insanlar, yaşamda kalabilmek, avladıkları hayvanlar nedeniyle savaşçı yetenek ve savaş teknikleri öğrendiler. Bunda da başarılı oldukları düşünülür. Böylesi bir alışkanlık kazanan insanoğlu, bunu sonraki yıllarda da sürdürdü ve yeni kuşaklara transfer etti. Bu da çok naif bir görüştür. Doğaya karşı olan zorunlu bir mücadeleyi, hiç de zorunlu olmayan, kendi türüne karşı bir mücadeleye transfer etmek gerçekçi değil. Nihayetinde savaş, baştan da, işaret edildiği gibi üzerinde mücadele edilecek bir zenginliği gerektirir.
Irk Farklılığı Savaşı Gerektirmez
Burjuva sosyolojisinin açmazı da benzerdir. Ona göre de insanlar dil, din, ırk ve statü bakımından farklıdırlar. Bu fark savaşların kaynağı olarak düşünülür. Oysa bunlar ancak sonuç olarak görülmesi gerekir. Neden bu farklar vardır. Sınıfsal, doğal ve toplumsal nedenleri vardır. Farklı ırklara dahil olan sömürücü sınıfların, emekçilere karşı birlik olduklarını gösteren nice örnek vardır. Değişik dinlere mensup emekçilerin, birleştiklerini gösteren tarihsel tecrübeler de az değil.
Yeni gelişiyor olan burjuva siyaset bilimi de barış ve savaş problemine ilişkin idealist / metafizik diyebileceğimiz yaklaşımlarda bulunuyor. Bu bilimciler, barışın önündeki en büyük engeli kötü yöneticiler olarak tespit etmiş durumda. Yöneticiler, eğitimli, iyi, doğru, hak hukuk bilen kişiler olursa dünyaya barış hakim olur. Platon’dan beri böylesi monarşi yanlısı (Aydın despot) görüşler eksik olmamıştır. Halbuki kötü yönetici varsa onu kötü yapan bir sistem var demektir. Onun değiştirilmesi gerekir.
Kıtlık Savaş Sebebi Olamaz
Savaşın Sebebi Zenginliktir (Sermaye)
Çok övülen, bilim belgelerle yapılır diyen tarih biliminin de sicili pek parlak görünmüyor. Savaş ve barışla ilgili en safdirik gerekçeleri belki de bu kendine en çok güvenen tarih bilimi dile getiriyor. Yokluklar ve kıtlıklar savaş sebebi olarak gösteriliyor ki bunlara inanmak çok zor. Belki eski toplumlarda az da olsa etkili olmuş olabilir. Oysa günümüzün kapitalizm koşullarında savaş, yokluktan ve kıtlıktan değil tam tersine aşırı üretim, servet, sermaye ve varlıktan çıkıyor. Savaşın esas nedenini biriken zenginlikte, meta ihraçları, sermaye transferlerinde aramak gerekir.
Kendince bilim olduğunu iddia eden, diğerleri gibi “logos” niteliğine sahip olan teoloji gibi disiplinler, belki daha da gülünç diyebileceğimiz kesin hükümler vererek barışı açıklamaya çalışırlar. Teoloji açısından her şey Tanrı’nın veya Tanrıların takdiri ilahisidir. Tanrı, kullarını deniyor. O takdir ediyorsa bir bildiği olmalı. Onun uygun gördükleri kötü olamaz. Beterin beteri var.

Burjuva bilginleri gibi ana akım filozofların da barış konusunda kurdukları felsefeler iç açıcı, ikna edici değildir. Leibniz açısından, savaşlar olsa bile en güzel dünyada yaşadığımıza kuşku yok! Bundan iyisi can sağlığı. Hegel için savaş, Geist’ın görünüşe çıkması olarak tecelli eder. Savaş meşrudur!
Barış Komünizm ile Mümkün
Marx ve Engels, modern öncesi tarih ile modern tarihi birbirinden ayırarak savaş / barış meselesini incelemeyi tercih etmişlerdir. Onlara göre modern tarih sınıf savaşları tarihidir. Yani “biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar.” Onlara göre klan ve kandaş toplumlarında (tarih öncesinde) savaş sözkonusu değildi. Çünkü üzerine kavga edilecek bir üretim fazlası, toplumsal artık yani zenginlik bulunmuyordu. Demek ki savaşın kaynağı üretim alanında, iktisatta, günümüz terimiyle söylersek sermayenin gücündedir. Ebedi bir insanlık barışının sağlanması için üretim, üretenin olmalıdır.
Marx ve Engels klan ve kandaş toplumlardan sonra, ebedi insanlık barışının ancak komünizmde gerçekleşeceğini savunmuşlardır. Bunun dışında ateşkesler, bölgesel barışlar olabilir. Dönemsel olarak da savaş olmayabilir ama savaş, potansiyel olarak her zaman vardır. Üstelik savaş riski ve etki alanı, kapitalizm egemen hale geldikçe artmaktadır. Bu yüzden Marx ve Marksizm için geçici barış anlarının varlığı yanıltıcı olabilir. Hakiki, evrensel ve ebedi barış ancak sınıfların son bulmasıyla mümkün olabilir.
Aleviler ve Barış Problemi
Kızılbaş kültürünü, bence en doğru okuma, eşitlikçi ilkel ilkeler üzerinden okumaktır. Onu dinler, devletler, peygamberler, kutsal kitaplar üzerinden okumak yanlış olur. Bu yüzden Alevi / Kızılbaş inancını bazı ana akım devlet dinlerinin alt kültürü olarak görmek, güncel ve tarihsel gerçeklerle uyumlu görünmüyor. Deyişlerinde “on dört bin gezdim pervanelikte” diyen bir kültürü devlet dinlerinin alt kültürü olarak düşünmek, kusura bakılmasın ama saflık olur. Keza “bütün evren semah döner” dizelerinde kendini bulan bir kültürü bir bölgenin veya bir etnisitenin içinde görmek de inandırıcı değil. Güncel boyutuna sosyolojik bir bakış attığımızda da Kızılbaş kültürünün diğer dinlerle hiç bir benzerliğinin görülmediği hemen belli oluyor.
Alevi / Kızılbaş kültürü, Tanrı ve peygamber anlayışı, kitap ve ibadet tarzı bakımından tamamen özgün bir yerde duruyor. Diğer dinlerden etkilendiğini, bazı ilkeler almış olacağını düşünsek bile esasen etkileyen bir kültür olduğu çok barizdir. Sunumda da üzerinde durulduğu gibi komünal toplumun eşitlikçi ve barışçıl ilkelerinin sürdürücüsü olan bir inançlar bütününden söz ediyoruz.
Alevi / Kızılbaş kültürü, barışçıl geleneklerden doğmuş, bu tavrını tarihsel süreçte devam ettirmiş ve bunun için barışçıl mücadele (savunma savaşı) içinde olmuştur. Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında tarih, Kızılbaşların mücadele tarihi olarak bilinir. Dolayısıyla Kızılbaşlar, ezilen ve emekçiler safında pozisyon alırken bu doğrultuda mücadele edenlerle ittifak içinde olmuşlardır. Çağımızda Kızılbaşların düşünüş ve davranış tarzları, eşitlik, özgürlük ve daimi barış için mücadele eden komünistler ile sık sık örtüşmüştür, örtüşmektedir.