İnsanlık, barış ortamını ve koşullarını kaybedeli binlerce yıl oldu. Köroğlu demişti ki delikli demir, yani tüfek icat oldu mertlik bozuldu. Buna benzeterek diyebiliriz ki özel mülkiyet doğdu barış ortamı bozuldu. Mülkiyetten sonra barışın yerini savaş aldı. Kuşkusuz ki Kızılbaşların ve diğer ezilen inançların neşet ettiği klan, kandaş ve komünal toplumlar barış toplumları idi. Çünkü eski toplumlarda savaşa neden olan mülk, sermaye, devlet, silah, şiddet ve sınıf gibi güçler ve değerler söz konusu değildi. Bu yüzden Kızılbaşların / Alevilerin tarihi, bu mülkiyet dünyasına karşı direnç göstermenin tarihi olmuştur.
Hiç bir zaman devlet veya mülkiyet toplumu kurmak istemeyen Kızılbaş / Alevi toplumu, her zaman diliminde bin yıllar öncesinden kaybettiği barış toplumunu yeniden tesis etmenin hayalini kurmuştur. Bunun içinse her türden devlet otoritesine ve militarist zihniyetlere karşı barışçıl bir pozisyon almış ve direnç göstermiş bir kültürdür. Farklı inanç ve kültürlere ise aynı, eşit nazardan bakmıştır. Egemen sınıflar da sözümona barışı savunurlar, onu dillerine pelesenk ederler. Oysa imparatorluk ve cumhuriyet sistemleri olsun, antik – modern tüm devlet düzenekleri tepeden tırnağa silahlıdır ve militarist yapıdadır. Barışın gerçekleşebilmesi için bu düzeneklerin son bulması gerekiyor.
Savaş ve barış teması, felsefe tarihinde de filozofların sürekli gündemine girmiştir. Antik filozoflar, sanatçılar ve tiyatrocular barış üzerine yazılar yazmış, eserler vermiştir. Düşün ve bilim insanları da savaşın / şiddetin zulmüne uğramışlardır. Sokrates trajedisi ile Kerbela trajedisi arasında bağ kurmak zor değildir. Keza Şeyh Bedreddin ile Seyit Rıza trajedisi de Anadolu ve Mezopotamya halklarının belleğindedir. Bu bellekle varolan Kızılbaş / Alevi kültürü doğayı, insanı, eşitlikçi ilişkileri ve sevgiyi merkeze koyan bir felsefe olarak her türden zulüm ve şiddete karşı pozisyon almış bir inançtır.
Savaş çoğu zaman elbette emekçi sınıflara, ezilen uluslara, ezilen inançlara karşı yapılır. Bazen egemen sınıflar birbirine karşı da savaşmaktan çekinmezler. Realite böyle olmasına rağmen sömürücü sınıflar ve günümüzün modern devletleri barış söylemini sürekli canlı tutarlar. Oysa sürekli savaş halindedirler. Bunların sahte olduğuna kuşku yoktur. Nasıl ki Roma imparatorluğunun “pax Romana” söylemi dünya halklarını yanıltmak içinse Osmanlı’nın “pax Ottomanası” da bir aldatmacadan ibarettir. Nitekim Yavuz’un zulmü, unutulur gibi değil.
Modern devletler de benzer söylemleri kullanırken, misal “yurta barış dünyada barış” denilirken, savaş her zaman canlı ve aktüel olmuştur. ABD kendince Ortadoğu’ya barış getirmek ister ama bütün dünya biliyor ki, bölgeye savaş, katliam ve gözyaşı ihraç ediliyor. Dünyanın her yeri savaş sanayisi için “imkan” durumundadır. Emperyalistler gibi onların hizmetinde olan güçler de dahil olmak üzere çağımızda bütün devletler ençok bütçeyi savunma bakanlığına (savaş bütçesi olarak) ayırmaktadır. Bu yüzdendir ki dünyanın pekçok yerinde olduğu gibi Ortadoğu, Türkiye, Filistin ve Kürdistan’da olası bir barışın yerini sürekli savaş alıyor.
Çin, Rus, Hint, Avrupa tarihinde olduğu gibi Anadolu ve Mezopotamya tarihinde de barış ancak geçici olarak söz konusu olmuştur. İmmanuel Kant gibi filozoflarların düşlediği “sürekli barış” asla gerçekleşmemiştir. Sürekli barışın sağlanması için emek sömürüsünün son bulması gerekiyor. Bunun için her türden zenginliği üreten emekçi sınıflara ve Alevi / Kızılbaş gibi barış kültürlerine, devrimci felsefelere büyük görev düşüyor. Savaşlar, elbette ülkemizde de görüldüğü gibi doğayı, ezilen ulusları ve kadınları da yakından ilgilendiriyor. Bu nedenle kalıcı bir barışın, bilhassa dünya barışının sağlanması için tüm bu çevrelerin birlik ve dayanışma bilinciyle mücadele etmeleri zorunlu görülüyor.
Barış konusu, son zamanlarda Kürt meselesi nedeniyle bir kez daha etkili bir gündem olmuş durumda. Zira Kürtler, barışa en çok ihtiyaç duyan halklardan biri. Barışı, bilhassa Kızılbaş kültürü açısından ele almak ve ona felsefi bir yorum getirmek üzere 1 Haziran 2025, pazar günü Bahçelievler Cemevi’nde buluşuyoruz. Konuya ilgi duyanları, zaman ayıranları bekleriz. Biraz esnek bir davet talebi oluyor böyle yazınca. Çünkü sömürü, savaş ve barış meselesine ilgi duymayıp zaman ayrılmayacak da başka neye ilgi duyup zaman ayrılabilir diye sormadan edemiyor insan.