Aydınlanma Açısından
OSMANLI’DA NELER OLDU?
Burjuvazi, Batı ve bilim konulu bir analiz çok öğretici olur. Bilimin, burjuvazinin ve Batı’nın pozitif ve ilerici olduğu tezi, izaha muhtaç bir tezdir. Devrimlerin yönünü Doğu’ya çeviren Lenin ve Mao Zedung gibi komünistler, Batı merkezci bu tezi reddettiler. “İleri Asya, Geri Avrupa” adıyla makale yazdı Lenin. Bunun anlamı, burjuvazinin, Batı’nın ve bilimin dünya halklarına eşitlik getirmediği, bırakalım eşitlik getirmeyi demokrasi bile getirmediği anlamına geliyor. Eşitlik, özgürlük, demokrasi, bunlar Doğu’nun ve Batı’nın icadı veya kazanımı olarak ortaya çıkmış değildir. Emekçilerin, kölelerin, serflerin, çalışan köylülerin, gençlerin, emekçi kadınların, aydınların, proletaryanın mücadelesiyle ortaya çıkardığı değerlerdir. Bu değerlerden hareketle Salı akşamı, Komün TV’de aydınlanma felsefesini, Osmanlı ve Türkiye tarihini konuşacağız. Merak edenleri, zaman yaratanları bekleriz.
Nasıl ki Türkiye’de cumhuriyet kurulur kurulmaz eğitime, bilime, hukuka önem verdiyse Osmanlı da kurulur kurulmaz medrese tesis etmeye önem vermiştir. Burada bilim, teknik, siyaset, hukuk insanları yetiştiriliyor. Fethedilen yerlere de öncelikle medrese kuruluyor. Osmanlı’da eğitimin merkezde oluşu şundan da belli ki ilk medrese Murat tarafından 1330’larda İzmit’te kuruluyor. Sınıflı uygarlıklar tarihi boyunca hiçbir zulüm düzeni, yalnızca şiddet araçlarıyla iktidarını sürdüremeyeceğini biliyor. Bu uygarlıklardan biri olan Osmanlı da bilim, düşün ve sanatsal üretime büyük bir önem vermiştir. Osmanlı’da bilim, Osmanlı’da teknoloji, Osmanlı’da mimari, Osmanlı’da felsefe, Osmanlı devlet yapısı, İslam bilim tarihi, İslam felsefesi, Türk aydınlanması adıyla pekçok kitap ve makalenin varlığı da bunu kanıtlıyor. Avrupa nasıl ki kültür başkentleriyle tanınıyorsa benzer durum Osmanlı için de geçerlidir. Bağdat, Şam, Semerkant, Bursa, Konya, Edirne, İstanbul ilk akla gelen kentlerdir.
Egemen sınıflar, tarihi nasıl yazıyor? İki karşıtlık üzerinden yazıyor. Misal Fransız Devrimi: Ya onun, yani burjuvazinin yanındasın ya da ona karşı çıkan monarşi ve romantizmin yanındasın. Oysa “Babeuf’un yanındayız” demek gerekirdi. Misal ya 3. Selim’in ya da 4. Mustafa’nın yanındasınız. Değil. Halk hareketlerinin yanında olmak en doğrusu olur. Misal Mustafa Kemal mi Vahdettin mi… Oysa marifet, Mustafa Suphi’nin yanında olabilmek. Amerika tarihi de bu açıdan anlamlıdır. Ya demokratlar ya da cumhuriyetçiler desteklenir. Hangisi kazanırsa kazansın iktidara gelen sömürücü sınıflar oluyor. Egemen sınıflar, tarihi bilerek bu düalizm üzerinden yazıyor / kurguluyor. Toplumu da böyle yönlendiriyor. Kendi seçeneklerini, emekçilerin seçeneğiymiş gibi gösteriyor.

Tarihe belgelerle bakıyoruz denilse de ortaya çıkan bilgi ideolojiktir. Hatta belgenin kendisi de, tıpkı onu inceleyen bilim dalı ve bilim adamı gibi ideolojiktir. Dolayısıyla Doğu ve Batı kavramları da değer yüklü kavramlardır. Edward Said’in tezi bize yol gösterebilir: Oryantalizm. Batı, Doğu’ya yukarıdan bakmıştır. Yani bilimsel değil ideolojiktir bu bakış. Bu bakış açısı Hegel’in tarih felsefesinde açıkça görülüyor. Hatta Marx gibi filozoflar da bile buna rastlamak mümkündür. Oryantalist bakışı Lenin ve Mao’nun kırdığını düşünebiliriz. Kaldı ki biz Doğu – Batı çatışması olduğu kanaatinde de değiliz. Bu tez, çağımızda burjuvazi ve proletarya arasındaki çatışmayı gizlemek için gündemdedir. Doğu – Batı veya Kuzey – Güney çatışmasının, temel çelişki veya baş çelişki olduğu düşünülemez. Temel çelişki emek ile sermaye arasındadır. Coğrafi kavramların tarihsel olduğu da ayrı bir realitedir. Eski çağlarda Doğulular, Batılılara “karanlık” anlamına gelen Eurep derlerdi. Şimdi ise Avrupa, tam tersine ışık, aydınlık anlamına geliyor. Amerika kıtasının adını Avrupalılar koyuyor ve “keşfettik” diyorlar. Yağmanın adı “keşif” oluyor yani. Osmanlılar da öyle. Yağma ve talan yaptıkları yerler için “fethettik” terimini kullanıyorlar.
Osmanlı uygarlığı deyimi, Hegel’in oryantalizmini de akla getirir. Hegel tarihsel ilerlemede dört momentten söz eder ama Osmanlı’ya yer vermez. Oysa Osmanlı bir su uygarlığı idi. Su uygarlıkları bakımından Osmanlı ve Aydınlanma felsefesi için neler söyleyebiliriz? Osmanlı’da denizlerin rolü nedir? Su uygarlıklarından sanayi uygarlığına geçiş nasıl olmuştur? Akdeniz önce, yerini atlantik okyanusuna (Marx) bırakır. Sonunda endüstri uygarlığı, su uygarlığını egemenlik altına alır. Şimdilerde hava uygarlığı egemendir. Bu süreç, tarım uygarlığından sanayi uygarlığına geçiş sürecidir.
Osmanlı’nın Avrupa ile sosyal ve kültürel benzerliği, etkileşimi önemli bir başlık olarak ilgimizi çeker. Yeniçağ Avrupası, Yunan ve Latin kaynaklarına meraklıydı. Osmanlı ve Türk aydınlanması da Yunan ve Latin kaynaklarına meraklı olmuştur. Türkler ayrıca Yeniçağ Avrupası’nın kültür, sanat ve düşün kaynaklarını da çok önemsemiştir. Osmanlı, aydınlanma için kendisinden önceki dönemden büyük bir felsefi miras aldı. Beş Büyükler bir düşünce Rönesansı yaratmıştı. Kindi, Farabi, İbni Sina, Gazali, İbni Rüşd. Avrupalılar, Antikçağ’ın seküler üretim biçimine, Platon ve Aristoteles’ine bağladılar, kent yaşamını izlediler. Osmanlılar da Selçuklu ve Abbasi medeniyetini izlediler. İkta toprak sistemini aldılar, medrese eğitimini daha da geliştirdiler. Doğu Ortaçağ felsefesini miras aldılar.
Osmanlı’yı tek yapılı, monolitik olarak düşünmek yanlış olur. Bilim, felsefe söz konusu olduğu gibi zulüm de ziyadesiyle var olmuştur. Nice aydınlanmış despot / monark yetişmiştir. Fatih, Kanuni, 3. Selim vs. ilk akla gelenler. Ayaklanmalar da var. Hukuk var ama katliamlar da var. Din var ama din dışılık da var. Bozoklu Şeyh Celal ayaklanması unutulur gibi değil. Bedreddin Devrimi var. Türkiye tarihi de öyle. Mustafa Kemal var ama Mustafa Suphi de var. Faşist diktatörlük var ama sosyalizm mücadelesi de eksik olmuyor. Milli zulüm var ama Kürt direnişi ve ayaklanmaları da var… Dincilik var ama laiklik de var. Osmanlı, tek boyutlu olabilir mi, dinci ve gerici olabilir mi? Aleviler var, kadınlar var, öğrenci gençlik var. Suhte ayaklanmaları unutulur gibi değil.
Aydınlanma felsefesinin konuşulduğu platformlarda barış düşüncesini konu etmek adettendir. Peki Kant ve Fransız Aydınlanma filozofları tarafından barış felsefesi yapılmasına rağmen Fransa, Almanya veya Avrupa genelinde kalıcı bir barış mümkün olmuş mudur? Hayır. Osmanlı da barış felsefesi söylemini eksik etmemiş olmakla birlikte asla savaştan geri durmadı. Önceki çağlardan Roma imparatorluğunu da biliyoruz. O da pax Romana (Roma barışı) demesine rağmen dünyaya savaş ihraç eden bir imparatorluk idi. Egemen sınıflar savaşsız duramazlar. Hatta Osmanlı’da savaş, devlet politikası olarak savunulur ve meşrudur. Devlet Ana romanında Kemal Tahir, bu özelliği anlatır. İki karakter barış ve savaş hadisesini tartışır.
Cumhuriyette de durum değişmez. Mustafa Kemal Yurtta barış, cihanda barış der. Gerçekten de dünyaya ve emperyalizme karşı güçsüz olmadığı için “zorunlu barış” yürürlüğe gitmiştir. Ama içteki emekçi sınıflara, kadınlara, ezilen inançlara, Alevilere, Ermeni, Kürt ve benzeri azınlık topluluklara karşı öldüğü güne kadar savaş içinde olmuştur.