İbrahim Kaboğlu Kazandı
HAK, HUKUK, ADALET!
Binlerce insan vardı. Stantlar kurulmuştu salon girişine. Gruplar kulis yapıyordu, Haliç’ten soğuk bir esinti yüzümüze vururken. Salona arama noktasından girenler dışarıya oranla basık ve havasız bir ortama girdiğini farkediyor ve bahçe kapısından yeniden dışarı çıkıyordu. Görünürde “hak, hukuk, adalet” arayanlar bir araya gelmişti. Bir yarış ve seçim vardı. Seçimin stresi ile dışarıdaki güneşli serin hava diyalektik bir denge teşkil ediyordu.
Cumartesi günüydü. Bunun daha yarını da vardı. Sonda söylenmesi gerekeni baştan söyleyim ki seçim her zaman olduğu gibi Kemalistler arasında geçti! Emekçi ve ezilenlerin desteklediği grup ise seçimin kazananı oldu. Denildiğine göre yirmi yıldır ilk defa emekçilerin ve ezilenlerin de listede olduğu kanat, İstanbul Barosu seçimlerini kazanmıştı. İzlediğimiz kadarıyla “özgürlükçü kanat” biçiminde betimlenebilir. Kazanan listeyi tebrik ediyorum. Kanatın başkanı Kaboğlu, tüm baro üyelerinin de kazandığını söylemiş. Kaybeden yoktur demiş. Kaboğlu’nun kazanması, bizim avukat arkadaşların desteklediği birisi olması bakımından önemli oldu. Kendisiyle görüşmemiz, bir kaç kare fotoğraf çektirmemiz, basın faaliyeti açısından da boşa gitmemiştir diyeyim.
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir biçiminde bir atasözü var. Ülke genelinde yapılan seçimlerin, ittifak ve sonuçlarının İstanbul Barosu seçimlerine yansımayacağını düşünmek saflık olur. İstanbul belediye seçimleriyle birlikte yürürlüğe giren “konsept” baro seçimlerinde de kendini göstermiştir. Yeni seçilen yönetim devrimci demokratları içine almış olsa da bende bıraktığı izlenime bakılırsa resmi ideolojinin devamıdır.
Avukat arkadaşlar Feyzi Çelik, Hakan Günaslan ile birlikteydik cumartesi. Seçimlerden bir gün önceki adayları tanıyalım, konuşmaları dinleyelim dedik. Haliç Kongre Merkezi’nde buluştuk. Meslekten hukukçu, avukat olmasam da Hukuk Felsefesi adıyla bir kitap yazdığıma göre barodaki seçim sürecini izlemenin yararlı olacağı kesindi. Avukatların dediğine göre hükümet kanadı, baroyu bölmek istemesine rağmen baro direnmiş. Yetmiş bin avukat içinde yalnızca üç – dört bin civarı avukat ayrılıp gitmiş.
Direnişe rağmen ortama, görseller ve diğer biçimlere (milli marş vs) bakılırsa otoriteye karşı bir mesafe konulduğu söylenemez gibi geldi bana. Konuşmalara da yansıdığı gibi hukuka ve baro tüzüğüne uygunluk adına tek lider, tek devlet, tek bayrak, üniter sınırlar, tek marş söylemi bütün adaylar için kırmızı çizgi idi. Bazı adaylar buna açıkça vurgu yaparken bazı adaylar da hissettirmeyle yetinmeyi tercih etti. Böylesi bir ortamda işçi sınıfını, komünizmi, Kürtleri, kadınları, Alevileri temsilen simgeler, söylemler, talepler beklemek zaten söz konusu olamaz.
Kulis sırasında söylendiğine göre böylesi “çatlak sesler” olursa eğer, bu sesleri bastırmak için resmi ve sivil güvenlik görevlileri de alanda bulunduruluyordu. Daha da ilginci zaten baronun içinde de bu “hizmeti” görevliye bırakmadan yerine getirecek ırkçı denilen marjinal gruplar da vardı. Bunlar “İki nolu” denilen baroya gitmeyenlerden oluşuyor.
Girişte Kaboğlu standını ziyaret etmiştik, sonra avukat Murat Çelebi, yine bir başka avukat arkadaşım Sadullah’ı gördüm. Sonra semtten avukat İsmail Öztürk ile karşılaştık. Sadullah, çok hızlı bir yorum yaptı. Adayları analiz etti. Not defterinde ayrıntıları yazdı. Diğer arkadaşlar sonucu biraz kuşkulu bulsa da ayaküstü benim de ortamın dengelerini biraz anlamamı sağlamış oldu. Benim favorilerimden birisi avukat Ali Eşki idi. Devrimcilikte üzerine yoktur! Hukuk kitapları, edebiyat, şiir okuyor. Hukukçu ve şair kimliğini birleştirmiş. Radikal konulara girdik kendisiyle. İstiklal Marşı yerine Enternasyonal Marşı’nın hayali kuruldu anında. Sonra şiir estetiğine girdik. Enternasyonal’in müziği, estetiği, milli marşlara göre daha etkili olduğu vurgulandı. Orak-çekiçli bayrağa gönderme yapıldı. Nazım Hikmet’in Sovyetlerde yazdığı şiirleri, ona engel çıkarttığı iddia edilen bürokrasiyi andık. Bürokrasiyi eleştiren eserlerini de konuşmadan edemedik. Ali ile bizimkisi salon kürsüsünde değilse de salon bahçesinde Marksist teoriyi anımsamak ve özetlemek gibi oldu.
Demokrat örgütlerin, politik örgüt ve siyasete karşı özerk ve özgürlükçü bir pozisyon almaları icap eder. Burada bayrak, lider kültü, İstiklal Marşı, salonun kendisi ve iç dizayn, büyük bir ürperti, korku ve kaygı duygusu yaratıyordu. İstiklal Marşı’nın okunması sırasında çıkan kriz başlı başına tahlil edilmeye muhtaç bir durumdur. Keza “Ne mutlu Türk’üm diyene” biçimindeki Kürt ve diğer ulusları yok sayan sloganların atıldığı bir ortamın da ne denli hukuki, ahlaki ve demokratik olduğunun da sorgulanması gerekir. Neyse ki ilki destek görürken, tekçi zihniyet çok küçük bir grup tarafından sahiplenilmiştir. Bununla birlikte ilk gün için söylüyorum, marş krizini saymazsak salona biçimsel de olsa demokrasi egemendi denilebilir.
Kriz, nispeten erken başladı. Her şeyin değilse bile birçok alışkanlığın, ülkemizde biçimsel olarak sürdüğü, hukuki baskıyla veya mahalle baskısıyla sürdüğü biliniyor. Camiye giderken, dua okurken, İstiklal Marşı dinlerken ya da söylerken, ezana kulak verirken bu süreç somut bir şekilde izlenebiliyor. Baro’da olan da buna benziyordu. Milli Marş, ikinci kez okundu! Neden? Küçük bir grubun iddiasına göre İstiklal Marşı okunduğu sırada divandaki kişiler ağızlarını belirgin bir şekilde açıp kapatmak yerine “mırıldanarak” okumuşlar!
Benim anladığım, marşı zaten orkestra okuyor ve bunun kusursuz olduğu da bilinir. Doğrusu da budur. Burada belli ki “zorla” okutma ve açıkça bir “dayatma” var. Zorla okutup, topluma ise “gönüllü” okunduğunu lanse etme anlayışı hakim. Dünyada da bu tür uygulamalar az değil. Despotizm, ırkçılık, faşizm ve zorbalık… Aslında bunu “hak, hukuk, adalet” söylemini savunan her hukuk platformu kabul eder. Genel kurul da bunu bilmesine rağmen İstiklal Marşı’nın ikinci kez okunmasını oylamaya sundu. Ne mi oldu? Herkes seçime odaklanmış, gözde beylik söylem ise resmi ideoloji: Marş, bayrak, Atatürk, devlet, vatan, millet, Sakarya… Marş tekrar okunurken üçüncü kez okunma talebi olur mu diye düşünmeden edemedim. Neyse ki olmadı. Gerçi olan oldu. Marx’ın dediği gibi tarihsel olayların, ilki trajedi ise ikincisi komedi olur. Galiba olay, basına da “komedi” olarak yansıdı.
Gözlerim Ercan Kanar’ı aradı. Onu değil ama hukuk camiasından tanıdığımız pekçok hukukçuyu bir arada görme imkanı oldu. Gün hareketli geçti neticede. İçerisi ile dışarısı arasında sürekli geliş gidişler oldu. Konuşmalar, bizi dünya ve ülke tarihinde gezintiye çıkardı. Bilim, felsefe ve düşün insanlarının adları kulaklarda çınladı. Tutarlı, içerikli olduğu kadar yüzeysel, sığ konuşmalar da az değildi. Diyalektiği burada da keşfetmek hiç de zor olmadı. Karşıtlıklar atışma, didişme ve itirazlar biçimindeydi.
Emek ve sermayenin dili salona hakimdi denilebilir. Kuşkusuz ki sermayenin dili egemendi. Onlarca grup, onlarca dil ve söylem birbiriyle yarışırken her şeye resmi statükonun hakim olduğu belli oluyordu. Benim aldığım notlar bunları içermişti. Çünkü zaman ilerledikçe yeni hukukçu dostlarla bir araya geliyorduk. İleride Hikmet Şenses, yaşlı haline rağmen genç bir avukat havasında kulis yapıyordu. Birbirimizi fark etmemiz aynı anda oldu. Hasret gideriyorduk ki, Mehmet Ali ve Mihriban Kırdök de ortama katıldı. Konu hızlı bir şekilde “gelenek” muhabbetine evrildi. Kırdök’ün hukuk mücadelesi, sonra enternasyonal devrimci Barbara’ya geldi mevzu. Özlem gidermemiz uzun sürmedi, çünkü zaman çok hızlı akıyordu. Kaboğlu’nun konuşma sırası geldi haberiyle yeniden mekan değiştirerek deminkinin tersine dışarıdan içeriye girdik.
Kaboğlu’nun adının anons edilmesiyle birlikte salonda yepyeni bir atmosfer oluştu. Heyecan, sevinç, coşku zirve yaptı. Genel kurul salonu o ana kadar büyük tezahüratlar görmüştü şüphesiz. Yoğun alkış alan adaylar oldu. Fakat şimdiki başkaydı. Bambaşkaydı!Salon yüzde yetmiş oranında ayağa kalktı ve “Hak , hukuk, adalet” sloganıyla adeta duvarlar bile titredi. Hakan ve Feyzi’ye dönerek – ayrı ayrı- “Kaboğlu kazandı” dedim. Önce sözlerim etkili olmadı. Biraz edebiyat mizahına girdik Feyzi’yle. Örnek verdim gülümseyerek: Nurullah Ataç, Turgut Uyar’ın, şiir yarışmasında birincilik alacağını ileri sürerek “zarımı atıyorum” demiş. Uygur birinci olmuştu!
Konuşmadan sonra altını çizerken kanaatimi yeniledim. Feyzi ve Hakan şimdi biraz inanır gibi görünseler de önceki tecrübelere bakarak şüphelerini sürdürdüler. Pazar akşamı, saat 19 civarı Feyzi Çelik’ten telefonuma bir not düştü: Tahminin doğru çıktı! Kaboğlu listesi kazandı! İlerleyen saatlerde ise Hakan Günaslan, “kutlama” ortamından kısa kamera görüntüleri gönderdi. Avukat arkadaşlarıma ve yeni yönetime başarılar dilerim.