Felsefi akımlara epistemolojik bir bakış atıldığında iki akımın ön plana çıktığı görülür: Rasyonalizm ve empirizm. İlkine akılcılık ikincisine deneycilik deniliyor. Akılcılık, Platon’dan veri (öncesi de var) varlığı bilmenin kaynağı olarak görülür. Çünkü bu anlayışa göre duyular insanı yanıltır. Gerçek bilgiye, epistemeye ancak akılla, düşünceyle varılabilir. Bu akılcı anlayışın yeni çağdaki en radikal savunucuları Descartes, Spinoza ve Leibniz olmuştur. Felsefenin Gözü’nde geçen hafta bu rasyonalist filozofları ele almıştık.
Bu hafta ise bir ölçüde rasyonalizmin karşıt kutbunda konumlanan empirist filozofları inceleyeceğiz. Rasyonalizmin üç büyükleri kıta Avrupası’nı seçmişlerdi. Empirizmin üç büyükleri olarak kavramlaştırdığımız Locke, Berkeley ve Hume ise İngiltere’yi, yani Ada Avrupası’nı seçmişlerdir. Elbette bunun maddi, sosyal ve iktisadi nedenleri vardır. Empirizm de ana akım diğer felsefeler gibi oryantalist bakış açısıyla kurulmuştur. Beyaz, erkek, mülk sahibi ve Batılı üstün kabul edilir.
John Locke: Tabula Rasa
John Locke (1632 – 1704) İngiliz aydınlanmasının yanısıra, empirist epistemolojinin de temellerini atan filozof olarak bilinir. Ona göre bilinç veya zihin boş bir kağıt ya da levhadır. Doğuştan bilgi, düşünce söz konusu değildir. Filozofun görüşü “tabula rasa” biçiminde ifade edilir. İnsanın deneyimi arttıkça nesneler dünyası da anlaşılır ve dolayısıyla beyaz kağıt dolmaya başlar. Descartes’ta söz konusu olan iki töz, yer kaplama ve düşünme aslında Locke’ta da vardır. Ama burada ayrılık yoktur. Varlığın veya nesnelerin iki niteliği bulunuyor.
Locke birincil nitelikler ve ikincil nitelikler diyor bunlara. Yani nesnenin kendisine ait denilen özellikler birincil niteliktir. Misal, kalemin biçimi, büyüklüğü, ağırlığı, hacmi… Bunlar birincil niteliklerdir. İnsandan bağımsız nesnede vardır. Oysa cismin rengi, kokusu, sesi, sertliği, varsa tadı, insan duyumuyla bağlantılıdır. Kalem örneğini söylersek, onun siyah veya beyaz oluşu bizim gözümüzün niteliği ile alakalıdır. Zira kedi, balık veya karga, kalemi siyah olarak görmeyebilir.
Locke’a göre dışarıdan zihne gelen izlenimler (dış deney) zihnin onu algılaması üzerine ideye yani düşünceye dönüşür. Locke için basit ideler zaman içinde karmaşık idelere dönüşüyor. Locke, deneyim bilgisini temel alsa da bunun dışında da bilgi edinme yollarından söz ediyor. Ona göre sezgi yoluyla kendi varlığımızı öğreniyoruz. Aklımızı kullanarak da Tanrı’nın varlığını bilmiş oluyoruz.
George Berkeley: Esse Est Percipi
İrlandalı Berkeley (1685 – 1753) Yeni Bir Görme Kuramı ve Hylas ve Philonous adlı kitaplarıyla önemlidir. Empirizmin üç kurucusundan birisi. Diğerleri Locke ve Hume’dur. Berkeley’i anlamak için Locke’u anımsamak ve anlamak gerekiyor. Locke varlığın birincil ve ikincil niteliklerinden söz etmişti. Biçim, büyüklük, katılık, birincil niteliktir ve varlığa içkindir demişti. İkincil nitelik denilen ses, koku, renk, tat ise özneye içkindir. Yani nesnede, maddede yoktur. Berkeley ise Locke’a itiraz ediyor. Çünkü yalnız ikincil nitelikler değil birincil nitelikler de özneye içkindir, diyor. Dolayısıyla ben görüyor, algılıyor, duyuyor isem nesneler vardır. Algılamıyorsam nesneler dünyası yoktur deniliyor. Zaten biz algılamıyorsak zaten yargıda da bulunamayız. Böylece madde inkar ediliyor. İmmateryalizmin egemen hale geldiği görülüyor.
Berkeley için her şey algıladığın biçimde vardır. Sudaki çubuk kırık görünüyorsa, görme algınıza göre kırık, dokunma duyunuza göreyse düzdür. Nargile salonu size kirli görünüyorsa size göre doğrudur ama orasını kirli görmeyen açık, temiz gören için oldukça hijyendir. Sigara, alkol, bunları seven için iyi, rahatsız olan için kötüdür. Siz bir kadını veya erkeği güzel olarak algılıyorsanız öyledir, size çirkin görünüyorsa çirkindir. Hatta kadın veya erkek, siz görüp deneyimlediğiniz için varlık kazanıyor. Aksi halde yoktur. Berkeley’in görüşü ünlü Latince bir ifade ile şöyle söylenir: Esse est percipi!
Algılamadığınız halde varoldukları bilinen varlıklar da söz konusu ise bunlar da Tanrının algısı içindedir. Böylece Berkeley tüm sistemini Tanrı’nın denetimine sunmuş olur. İyi bir Hıristiyan papaz olduğuna kuşku yoktur. Dini eğitimi önemser. Her şeyin başı eğitimdir. Çeşitli eğitim kurumları yapılsın diye mücadele etmiştir. Amerika’da kendi adına kentler ve üniversiteler vardır. Berkeley, Descartes’ın kuru yer kaplayan tözüne can vermiştir denilir. Benzer katkıyı, Bacon ve Newton sistemine de yaptığı düşünülür. Ontolojik açıdan İmmateryalist, epistemolojik açıdan empirist olan Berkeley Diderot tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştiriye Lenin de katılıyor. Nazım Hikmet’in de Berkeley’e dair ünlü bir şiiri vardır. Berkeley, öldüğü halde çeşitli biçimlerde yaşayan biridir.
David Hume: Nedensellik Geçersizdir
İskoçyalı Hume da (1711 – 1776) İngiliz empirist geleneği içinde büyük bir filozoftur. İnsan zihninin doğasını incelemiştir. İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adıyla önemli bir eser de yazmıştır. Hume’un İnsan Anlığı Üzerine Deneme adlı eseri empirist epistemoloji açısından temel bir eserdir. Kitapta deney, gözlem, araç, ölçme türünden kavramlara ağırlık verilmiştir. Kitabın sonunda ise bu olguları dikkate almadan yazılmış kitapların yararsız olduğunu söylüyor. Teoloji ve skolastik yargıları örnek göstererek çöpe atabilirsiniz diyor. Berkeley gibi deneyci olmasına rağmen din, ilahiyat, Tanrı ve teoloji konusunda tam tersi bir yerde bulunuyor. Bu yüzden deneyciliği materyalizm olarak düşünsek bile tarihsel materyalizm olarak göremeyiz. Materyalizm ise bazen mekanik materyalizm olarak bazen immateryalizm olarak karşımıza çıkıyor ki, bunun da idealizm ile ikiz olduğunu tespit etmek zor değildir.
Deneyciliği aşırıya götürerek yeni bir bakış açısı getirmiştir. Buna radikal deneycilik demek gerekir ki o da şüphecilik getirir. Hume için deneyimi olmayan şeyler bilinemez. Tanrı ve ruhu kanıtlamak imkansızdır. Akılcılığı reddediyor Hume. Bunun yerine empirizmi önemsiyor ama ona da kuşkuyla bakıyor. Nedensellik ilkesini eleştiriyor. Yani bilimin dayandığı tümevarım ilkesini (endüksiyon) eleştiriyor. Hatta bu ilkenin geçersiz, keyfi ve kurgu olduğu ileri sürülüyor. Hume’a göre iki doğa olayının art arda gelmesi, daha sonra da gerçekleşeceği anlamına gelmez. Örneğin Güneşin hergün doğduğunu görüyoruz. Bu durumun deneyimlenmesi, Güneşin yarın da doğacağı anlamına gelmiyor. Böyle düşünmek zihnin bir alışkanlığıdır, kurgudur (fiction).
Orta sınıflardan gelen Hume, Kant’ı dogmatik uykusundan uyandırıyor. Locke’un aksine emek – değer teorisini değil fayda / yarar teorisini savunur. Ekonomi ve tarih alanına da yoğunlaşan Hume, insanın doğasında fedakarlık olduğunu da savunur. Ona göre yılan ve kurt gibi bencil olan insanda aynı zamanda güvercin zerafeti de vardır. Rousseau’yu korumasını da bu çerçevede ele almak doğru olur. Tarih ve edebiyata meraklı filozof, İngiltere tarihini yazmıştır. Kitap, filozofa ün de getirmiştir. Varlıklı bir çevreden gelen Hume, siyasi ve dini meselelere karıştığı için baskılara da maruz kalmıştır.
Hume bir kaç cümlede şöyle özetlenebilir: Bilgi deney ve algıdan ibarettir. İnsanlar yalnızca kendilerini değil başkalarını da düşünürler. Din ve Tanrı üzerine, lehte olsun aleyhte olsun düşünmek lüzumsuzdur. Din korku ve yetersizlikten doğmuştur. Toplumsal sözleşme rızayla değil zor ile kurulmuştur.