Dünyanın yeni koşulları, entelektüel alanda yeni filozoflara imkan verir. Yeni filozofların ise kendilerine özgü yöntemlerle düşünsel, siyasi ve sosyal koşullara müdahale ederek hamleler yaptıkları bir realitedir. Felsefe tarihinde 17. yüzyılın 3 büyükleri deyince yeni hamlelerle tanıdığımız Descartes, Spinoza ve Leibniz’i düşünmek gerekiyor. Ne var ki sıklıkla “bu filozofları anlayamıyorum” diyen pekçok arkadaşla da karşılaşmak mümkün oluyor. Aslında üç büyükleri anlamak benim için de kolay olmuyor. Bir, eski oldukları için. Yani o çağı bilmek, yaşamak gerekirdi. Bu mümkün değil. İkincisi, kültür de farklı. Üç büyüklerin yaşadığı kültürü bilmek ve tecrübe etmek gerekirdi. Bu da olanaklı değil. Dolayısıyla üç büyükleri anlamanın biraz zorluğunu, bu yüzden de konunun bulanıklığını dikkate almak lazım derim. Daha da önemli olarak söylemek isterim ki bu durum bütün bir felsefe tarihi ve filozoflar için de geçerlidir. Misal, ülkemizden birisinin Homeros’u bilme süreci ve düzeyi ile bir Yunanlının durumu değişiklik arzeder.
Bu hafta Felsefenin Gözü’nde 17. yüzyılın üç büyükleri vardı. Cogito, conatus ve monad üzerinden açıklamalar yaptık. Filozofları tanıtım yazımda (pazar günü) pekçok açıklama yapmıştım. Program çerçevesinde konu olan bazı noktalara daha değinmek istiyorum. Descartes, Spinoza ve Leibniz, Rönesans’ın mesken tuttuğu Güney Avrupa’yı değil Kuzey Avrupa’yı mesken tuttular: Fransa, Hollanda, Almanya. Anlaşılan şu ki Güney Avrupa burjuvazisi, Bruno ve Galilei örneklerine bakılırsa filozofları koruyacak güçte değildi. Bu yüzden de üretim güçleri ve düşünce iklimi daha çok Kuzeybatı Avrupa’ya kaymıştır. Gerçi aristokrasi ve burjuvazi arasındaki güç dengesizliklerinden dolayı Descartes, Spinoza ve Leibniz sansür, sürgün ve saldırılara da maruz kalmışlardır.
Komün TV’de yayınlanan programda Descartes, Spinoza ve Leibniz’in felsefeleri üzerinde yaptığımız gezinti yaklaşık 1,5 saat sürdü. Bana kalırsa üç büyükler de ana akım filozoflar gibi egemen sınıfların sözcükleri oldu. Descartes, burjuvazinin düşüncesini merkeze almakla tanındı. Her şeyden kuşku duysa da egemen sınıfların iktidarından kuşku duymadı diyebiliriz. Öte yandan onun kuşkuculuğuna yöntemli kuşkuculuk demek yanlış olmaz. Yöntemi ve insanı öne çıkarmasıyla kendi çağına modern bir müdahale yaptığının altını çizmek zorunludur.
Kuşku, felsefe tarihinde eskiden beri ön planda olan bir akımdır. Aslında bilimde de benzer bir durum vardır. Nitekim bilim, bugün de kuşku götürür özelliklere sahiptir. Gorgias, Piron, Augustinus, Gazzali, Montaigne… Programda, Descartes’ın kuşkucukta bir devrim yaptığını söylemek zorunlu olmuştur. Descartes, yalnızca felsefeyle değil, bilimle, matematikle, fizikle yakından ilgilendi. Kraliçelere dersler verdi. “Öyle bir felsefe yapmalıyım ki Türkler ve kadınlar bile anlamalı” diye yazan da Descartes’tan başkası değildi. Akıl ve sağduyu insanlara eşit dağıtılmıştır diyen filozofun bu noktada tutarsızlığa düştüğünü söyleyebiliriz. Dünyayı mekanik bir sistem olarak gören ve yer kaplama ilkesine dayanırken materyalist olan Descartes, felsefi sistemini Tanrı’nın takdirine teslim ederken de idealist olup çıkar.
Spinoza, mercek ve gözlük camı ile ilgilendi. Mercek, mikroskop ve teleskop gibi aletler, 16. 17. yüzyılın dikkat çeken hamleleri idi. Evreni tanımak, uzayın derinliklerini ve maddenin temelini (arkhe) bulma açısından önemlidir bunlar. Spinoza da diğer düşünürler gibi kökeni, matematik yöntemle bulmaya çalışır. Etika’nın geometrik bir dil ve yöntemle yazıldığı düşünülür. Her şey doğa ve Tanrı’ya eşitlenmiştir. Doğa veya Tanrı… Fark etmez. Herkes herkesin Tanrısı oluyor. Hobbes’u anımsatmak isterim. Homo homini lipus demişti. Yani insan, insanın kurdudur. Spinoza ise homo homini Deus demiş oluyor. İnsan, insanın Tanrısıdır anlamına gelir. Bize göreyse insan, insanın dostu, kardeşi, komşusu ve yoldaşıdır. Netice itibariyle Spinoza’da din ve Tanrı’nın yerini artık burjuva toplumu alıyor. Spinoza’nın felsefi hamlesi, burjuvazinin iktisadi hamlesine tekabül ediyor.
Spinoza için her olumlama bir olumsuzlamadır. Hegel’in bu noktaya vurgu yaptığı biliniyor. Spinoza için özgür İradeden söz etmek zordur. Her şey zorunlu olarak gerçekleşir. Engels’in bir görüşüne ilham olmuş gibidir: Özgürlük zorunlu olanı bilmektir. T. Hobbes’un monarşik devlet teorisini desteklese de düşünce özgürlüğünden taviz vermemekle son derece devrimci bir pozisyonda duruyor.
Üçüncü felsefi hamleyi, modern burjuva toplumu adına Leibniz yapıyor. Leibniz Almanya’nın ilk “büyük” filozofu olmuştur. Adının Newton ile anılması ilginçtir. Zira Leibniz ve Newton’un birbirinden intihal yaptıkları iddia edilir. Matematiksel veriler, çekim ilkeleri ve kalkülüs hesapları kastediliyor. İnceleme sunucu Kurul, ikisinin de birbirinden bağımsız olarak aynı sonuca ulaştığına karar veriyor. Bana göre bu aynı sonuçlar, düşünsel süreçlere materyalizmin eşlik etmesinin göstergesidir. Fikirlerin kaynağı sınıflı uygar toplumdur. Kıta Avrupası’nda da, Ada Avrupası’nda da, geçerli olan ekonomik koşullar mevcuttur. Fikirler etkilenme veya göç yoluyla değil, esasen kendi toprağından doğuyor.
Leibniz de diğer iki filozof gibi mutlakı arıyor (absolute knowledge). Leibniz, sisteminin temeline monadları koyuyor. Monad’ın varlık kazanması için “yeter neden prensibi” geçerli olmalıdır. Filozofların tümü gibi Leibniz de politik meselelere karşı hassastı. Osmanlının saldırganlığını durdurmak için Batı’nın birleşik tavır almasını savunuyor ve bunun için aktivite gösteriyordu. Türkülerin şeytan olduğunu söyleyecek denli de özcü ve idealist idi.
17. yüzyılın üç büyüklerinin, İngiliz empirizminin üç büyüklerine karşı pozisyon aldıkları düşünebiliriz. Yani deneyimlere karşı akılcılar cephesi diyebiliriz. Bu epistemolojik bakımdan böyleyken ontolojik bakımdan da iki kutba karşılık geliyor: Materyalizm ve idealizm. Elbette bu karşıtlıklar düzen ve sistem içi karşıtlıklardır. Bu yüzden de ana akım düşünce sistemi ile tarihsel materyalizm arasındaki karşıtlığa bir kez daha dikkat çekmek isterim. Vurguyu, programda da öne çıkarmamız sanırım fark edilmiştir.