Başlığa bakarak materyalizm ile İslam filozoflarının birbirini dışladığını ileri süreceğim düşünülebilir. Felsefedeki çatışmanın, idealizm ile materyalizm arasında cereyan ettiğini savunacağımı aklına getirenler de olacaktır. Böyle düşünmek ve aynı zamanda, sınıf çatışmalarını bırakıp konuyu din – bilim çatışmasına indirgemek de kanaatimce yanlış olur. Bu bakışların proletarya dışı, burjuva – liberal bakış açıları oldukları açıktır. Konunun aktüel bir boyutu olduğuna ise kuşku yoktur. Dindar – laik gerilimi nasıl ki güncel ise laik / aydınlanmacı felsefelerle dinsel / İslam felsefelerinin de güncel olduğu bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Her iki felsefe de gerici burjuva – feodal sınıflar tarafından proletaryaya ve dünyanın ezilen halklarına karşı canlı ve dinamik tutulmaktadır.
Genel olarak felsefenin ve özel olarak da konumuz olan İslam filozoflarının söylemlerinde sıklıkla idea, töz, Tanrı, vahiy, bilinç, akıl, hadis gibi idealist kavramların geçtiği doğrudur. Ne var ki, iktisadi, sosyal ve düşünsel yaşama damgasını vuran materyalizmdir. Bu sürecin hakikatine temas etmek içinse tarihsel materyalizme ihtiyaç duyulur. Buna göre demiş oluyoruz ki, idealizm ile materyalizm arasında “öz itibariyle” bir fark bulunmuyor. Nitekim Hegel de “gerçek olan ussal, ussal olan gerçektir” derken belki de bu anlamaya işaret etmiştir. Marksist bir epistemoloji ise idealizm veya materyalizme değil, dikkati ve vurguyu tarihsel materyalizme yapar.
Akılcılar, Tabiyun ve Dehriyun
Komün TV’de ekrana gelen Felsefenin Gözü’nde bu hafta İslam’ın, öncekilere ek olarak materyalist filozoflarını konu edeceğiz. Öncekiler derken klasik dediğimiz Ortaçağ Doğu felsefesinin Beş Büyükler’ini kastediyorum: El Kindi, Farabi, İbni Sina, Gazzali ve İbni Rüşd. Bu filozofların 9 ila 13. yüzyıl arasında yaşadığını biliyoruz. Bu döneme, genellikle İslam’ın altın çağı da denilmektedir. İlahiyat düşüncesi yanında akılcı, deneyci felsefelerin yapıldığı bir dönemden söz ediyoruz. Beş büyükleri, ana akım İslam filozofları olarak kodlamak mümkündür. Demek oluyor ki, ana akım olmayan, hatta İslami düşünceye aykırı hareket ederek felsefe kuran filozoflar da az değildir.
Klasik filozoflardan farklılık gösteren ama benzer zaman dilimine tekabül eden ve hem materyalizm hem de tasavvufa yönelen bu aykırı filozofları şöyle sıralamak doğru olur: Zekariya Razi, El Ravendi, Hallaçı Mansur, Maktül Sühreverdi ve İbni Arabi. Bunlara “tasavvufa giden yolda beş büyükler” demek de mümkündür. Bu isimler salı günkü programın merkezinde olacaktır. Bunlardan Razi ve Ravendi’yi İslam dünyasının bilim adamları, bilimsel felsefenin ilkleri olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
Mansur, Sühreverdi ve Arabi’nin ise trajik sonları, İslam dünyasının politik niteliğini, sınıfsal ilişkilerini anlamak için büyük önem taşır. Her üç filozofun da Abbasi ve Selçuklu egemen sınıfları tarafından feci yöntemlerle katledildikleri biliniyor. Bu katliamları Seyyit Nesimi’nin ve Şeyh Bedreddin’in katlinin izlediğini de anımsatmak isterim. Anımsatılması gereken bir nokta da, materyalist ve tasavvufi karakterli felsefe kuran bu beş filozofun felsefeleri ile Alevi / Kızılbaş kültürü arasında sıkı bir bağ olduğudur. Alevi inancı, felsefi kaynaklarını beş büyüklerde bulmuştur denilebilir.
Razi ve Ravendi gibi atomcu, doğacı bu filozoflar için İslam literatüründe tabiyun ve dehriyum terimleri geçmektedir. İlki doğayı merkeze alan bir görüştür. Zekariya Razi, en bilinen temsilcisidir. İlaç bilimi ve kimya konusunda olsun felsefe, bilim, tıp alanında olsun özgün görüşleri var. Tanrı’ya yer ayırsa bile din, Tanrı, melek ve kutsal metinlere değer veren birisi değil. Ravendi ise somut evren dışında Tanrı ve ilahi özellik atfedilen herhangi bir ruhani varlığı kabul etmez. Zamanda ve mekanda bir kesinti yoktur. Varlık dünyası sonsuzdan gelir sonsuza gider. Böylesi bir zaman anlayışından dolayı da dehr terimiyle anılıyor. Varlık, vardan gelir: Ex nihilo nihil fit. Hiçten hiç gelir yani. Ravendi fiziğin temel yasasına uygun düşünceler savunmuştur.
Mansur, Suhreverdi ve İbni Arabi
Hallaçı Mansur, varlığın bir bütün olduğunu düşünüyor (vahdeti vücut). Ona göre içinde yaşadığımız evrenin ve varlık dünyasının dışında bir alem, ruh, Tanrı sözkonusu değil. Tanrı vardır ama dünya / evren dışında değildir. Enel hak deyişiyle ünlüdür Mansur. “Tanrı benim” anlamına gelen bu felsefe yüzünden katledildiği söylenir. Maktül Sühreverdi de varlığı bütün olarak görüyor ve vahdeti vücut ekolüne bağlanıyor. İran doğumlu Suhreverdi, Konya, Urfa, Harran, Halep, Şam, Bağdat gibi kültür merkezlerinde bulunmuş bir filozoftur. Akılcılığın yerine duygu, sezgi ve içgüdüleri koyuyor. Işığa doğrulma yoluyla arınma ve aydınlanma felsefesini temsil ediyor.
Muhittin İbni Arabi de kendince ekol yaratmış Endülüslü bir filozoftur. “Sizin taptığınız değerler ayaklarımın altındadır” sözlerini söylemiştir. Demek ki ona göre de Tanrı – evren – insan bir bütündür. İspanya’dan Anadolu’ya; Basra, Bağdat, Halep ve Şam’dan Diyarbakır, Erzurum, Malatya ve Konya’ya dek geniş bir coğrafyada ikamet etmiş birisidir. Malatya’da şehzadelerin eğitimi için medreselerde bulunmuştur. İbni Arabi’ye göre insan akıl gücü ve hayal gücü taşıyan bir varlık. Ona göre bilgi akıl, deney ve metafizik yoldan mümkün oluyor. Bilgi sınıflamasında, üç kategori söz konusudur: Akıl bilgisi, hal bilgisi ve sır bilgisi. İlki teorik bilgilerdir. Akıl yoluyla edinilir. Bunlar önemlidir ama kuşku içerir. Hal bilgileri tecrübe ile kazanılıyor. Balın tadını bilmek, cinsel ilişkinin hazzını almak için tecrübe edilmesi gerekir. Arabi için bu bilgi türü de çok önemlidir. Ama varlığın özünü vermek için gerekli olmakla birlikte yeterli değildir. Temel bilme ise sır bilgisi olarak ifade ediliyor. Aklı ve duyuları aşan metafizik bir bilgidir. Peygamberlere ve filozoflara özgüdür.
Tasavvufi düşüncenin büyük oranda fiziksel dünya ve sosyal süreçlerle ilgili olduğu anlaşılıyor. Ravendi örneğinde olduğu gibi felsefenin materyalizm üzerinden kurulduğunu tespit etmek de zor değil. İslam dünyasında tarihsel materyalist değil ama materyalist filozoflar çıkması manidardır. Unutmayalım ki felsefenin motivasyonu, kutsal değerler, şahsiyetler, Tanrılar değildir. Üretim ve mülkiyet ilişkileridir. Bu nedenle de Doğu Ortaçağı’nda materyalist karakterli filozofların çıkması normaldir.
İslam Felsefesi ve İslamcı Felsefe
İslam felsefesi ve “İslamcı felsefe” ayrımını yapmak gerekir öncelikle. Hem Batı felsefesi hem de İslam filozoflarına bakıldığında söylem ve teorilerin idealist düzeyde, yaşam ve üretim ilişkilerinin ise materyalist karakterde olduğunu tespit etmek zor olmaz. Bu genellemeyi, adına İslam felsefesi denilen düşünce sistemi için de söylemiş oluyoruz. Hatta materyalizm vurgusunu yalnızca İslam felsefesi için değil “İslamcı felsefe” için de düşünmek yanlış değildir. Zira dinin, tanrının, ilahi söylemlerin üretim faaliyetlerinde ve sosyal yaşamda bir etkileri ve insan dünyasına bir katkıları bulunmuyor. Dolayısıyla Doğu Ortaçağı’nın beş büyükleri olarak kodladığımız El Kindi, Farabi, İbni Sina, Gazzali ve İbni Rüşd’ün felsefelerinde idealizmden çok materyalizm, dinsellikten ziyade bilimsellik bulunduğunu iddia ediyoruz.
İslam felsefesi veya yeni adlandırmayla söylenirse Doğu Ortaçağ felsefesi içinde bir tek Gazzali’nin felsefesi için “İslamcı” nitelemesi yapılabilir diyoruz. O da olgunluk ve yaşlılık yıllarında geçerlidir. Bunun dışında İslam filozoflarının esasen akılcı ve deneyci bir yoldan hareket ederek felsefe kurdukları anlaşılıyor. Bunun neden böyle olduğunu bize tarihsel materyalist bakış açısı söylüyor. Her şeyden önce bilmek gerekir ki sınıflı toplum tarihinde var olmuş her uygarlık, bir sömürü, savaş ve zulüm uygarlığıdır. Zulüm uygarlığının olduğu her yerde akıl ve bilim var olmuştur! Sizi yadırgatabilir ama ne yazık ki savaş, sömürü ve yağma ancak akıl, bilim, hukuk, din, felsefe vs ile mümkün oluyor.
Uygarlıklar, Bilim ve Felsefe
Hiç bir zulüm uygarlığı yalnızca dinsellikle, kutsal metinlerle, ordu ve polis gücüyle ayakta kalamaz. Felsefe ve bilim de sömürü ve zulüm uygarlıkları için şarttır! İslam medeniyeti ve devletleri olarak bilinen Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı gibi toplumlar da sömürü ve zulüm uygarlıklarının bir parçası olarak tarih sahnesine çıktılar ve yüzlerce yıl var oldular. Roma ve Bizans imparatorlukları gibi dünyayı sömürdüler, talan, işgal ve yağma yaptılar. Böylesi uygarlıklar, sömürü ve saldırı yapmak için bilime, felsefeye, hukuka, dine, ahlaka vs ihtiyaç duyarlar. Çünkü sınıflı toplumlarda bilim, felsefe, hukuk vs. ikili bir işlev görür. Sömürücü sınıflar, savaş teknikleri ve sosyal üretim için bilime ve teknolojiye ihtiyaç duyarlar. Kitleleri kolay ikna etmek, olup bitene razı etmek için felsefe ve hukuk gerekir. Resmi / ideolojik eğitim de benzer bir fonksiyona sahiptir. Buradan bakınca “dinsel toplumlarda bilim, felsefe, hukuk, sanat vs olmadı” demenin gerçekleri yansıtmaktan uzak bir görüş olduğu çok açıkça belli olmaktadır.
Abbasilerlerde veya Osmanlı’da (Türkiye de dahil) bilim, felsefe, sanat, hukuk bulunmuyordu demek, bu devletler gül bahçesiydi, burada yaşayan halklar da huzur, güven ve barış içinde yaşadılar demekle eşdeğerdir. Kaldı ki, idealist İslam aydınları, halen Osmanlının demokrat ve barışçıl bir toplum yarattığına inanıyor. Oysa Osmanlı da diğer imparatorluklar gibi bir savaş, sömürü ve talan uygarlığı idi. Arada biçimsel farkların oluşu meselenin özünü değiştirmez.
Neden Bilim? Hangi Felsefe?
Evrende / dünyada saldırı, savaş, talan var olduğu sürece, belirtmeye bile lüzum yok ki düşünsel süreçler de buna eşlik eder. Bu bakımdan felsefenin, bilimin veya diğer zihinsel formların iyi, yararlı, doğru disiplinler olarak ele alınması yanlıştır ve bunların mutlaka sorgulanması gerekir: Neden bilim? Hangi felsefe? Kim için sanat? Hukukun motivasyonu nedir? Siyaseti kim dizayn eder? Soruları çoğaltılabiliriz. Felsefe ve bilim devrimci rol oynadığından daha fazla gerici ve tutucu bir rol oynayabiliyor. Sınıflı toplumdaki konumlanması, esasen bu şekilde olmuştur. Bu yüzden de bilim ve felsefe gibi disiplinler, din karşıtı olmaktan öte ne yazık ki, dinin devamı ya da değişik bir formu olarak var olmuş ve var olmaktadır. Onun materyalist özellikte olması bu gerçekliği değiştirmiyor. İslam uygarlığına ve bilhassa İslam felsefesi denilen düşünce dizgesine bu pencereden bakmak icap eder.
Düşünsel formların kendi başlarına özerklikleri olmadığı gibi bilim adamı, sanatçı, siyasi aktör ve filozofların da sınıfsallıktan özerk oldukları fikri, gerçekleri yansıtmıyor. Üretim, her türden ekonomik ve sosyal faaliyet, yaşamın belirleyeni olarak vardır. Yapılan bilim ve felsefe de bu gerçekliğe uygun düşmek zorundadır. Öyle de oluyor / olmuştur. Bu yüzden de haklar ve özgürlüklerin, bilim / felsefe yoluyla kazanıldığı tezi, sömürücü sınıfların ve çağımızda da burjuvazinin bir iddiasıdır. Çünkü Marksist sınıf teorisi, tüm maddi, kültürel, etik ve politik kazanımların, sınıf mücadelesi yoluyla, bedel ödenerek kazanıldığını söylemektedir. Felsefi bakımdan tarihsel materyalizm de bu fikirlere paralellik gösterir.