Çoğumuzun bildiği gibi Kızılbaş geleneğinde, tutulan 12 günlük Muharrem oruçlarının ardından aşure ikramları yapılıyor. Daha doğrusu oruçlar aşure ile açılıyor. Bu da kitlesel bir şekilde, bir sosyal ve dinsel tören biçiminde gerçekleşiyor çoğu kez. Sosyal bir yönünün oluşu, onun salt bir din / inanç etkinliği olmadığının da göstergesi olsa gerek. Kitlesel olarak gerçekleştiği düşünülürse kişisel bir inanç olmadığı da anlaşılmış oluyor. Ana akım dinlerde olduğu gibi kişi ile Tanrı ve öte dünya arasındaki mesafeyi kısaltmakla da bir ilgisi bulunmuyor.
Temmuzun son haftası başlayan aşure ikramları sürüyor. Bunlardan birisi de geçen hafta Zeytinburnu meydanında gerçekleşti. Pir Sultan Kültür Derneği, Zeytinburnu Şube’nin organize ettiği etkinlikte dernek yöneticileri Zeynel, Okan, ayrıca Ali, Hakan ve daha çok sayıda arkadaşla bir araya geldik. Aşure ikramı sırasında kalabalık bir kitle ile birlikte 1-2 saat zaman geçirdik.
Şunu vurgulamak gerekiyor ki, dikkatli bir inceleme ile konunun tarihsel, inançsal, sosyal, sınıfsal kökenlerinin olduğunu saptamak zor değil. Muharrem oruçlarının, yalnızca Kerbela trajedisine karşı bir tepki olduğunu düşünmek, bu geleneği küçümsemek anlamına gelebilir.
Oruçların, katliam biçiminde vuku bulan Kerbela hadisesinin binlerce yıldır süren yas / matem geleneğiyle kuşkusuz ki ilişkisi vardır. Bu yönüyle bile düşünüldüğünde oruç geleneğinin metafizik, ruhani, dinsel değil sosyal, tarihsel ve somut insan ve toplum ilişkilerine tekabül ettiği anlaşılmaktadır. Oruç tutup, yas çekme geleneğinin bir itiraz, bir karşı duruş, bir protesto olduğunu söylemek yanlış değildir. Karl Marx’ın dinselliği, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın ruhu olarak görüp bunun bir tür protesto olduğunu söylemesi manidardır.
Kızılbaş / Alevi tarihinin, katliam ve sınıfsal, inançsal mücadeleler tarihi olduğu düşünülürse itirazın ve protestonun da yalnızca Kerbela ile sınırlanmadığı ortaya çıkmış oluyor. Çünkü Alevi / Kızılbaş toplumu 7. yüzyılda Kerbela’da yaşanan katliama tanıklık etmiş olsa da, ondan önceki ve sonraki tarihlerde çok daha büyük trajedilere de tanıklık etmiş, maruz kalmıştır. Öncesinde Mazdek kıyımı, sonrasında Baba İlyas ve Baba İshak ayaklanmalarındaki kitlesel katliamlarla sonuçlanan olayların Kerbela hadisesini çok aştığı, birer tarihsel ve somut realitedir. Dolayısıyla Kızılbaşların oruç ve aşure geleneğini, bunlardan izole ederek ele almak, bu kültür ve geleneği hafife almak anlamına gelir.
Muharrem ayında yaşanan ve tutulan yasın bir tür protesto olduğu açıktır. Yasın ve protestonun Mazdek ve Babailerin yasını tutmakla da sınırlı olmadığını, aynı zamanda yakın tarihimizdeki trajedilere karşı da bir itiraz ve protesto olduğunu bilmek gerekir. Elbette yaşanmış ve bitmişin yası da değildir. Aynı zamanda bu yas ve protesto, çağımızın zorba dünyasına ve sömürücü sınıflara karşıdır da. Dinin siyasi, iktisadi, sosyal ve psikolojik boyutlarını dikkate almak gerekir. Hiç bir din, inanç ve kültür gibi Kızılbaş inancı da yalnızca bir dinden ibaret değildir. Bunun gibi tutulan oruçlar da yalnızca Kerbela olayına indirgenemez.
Alevilerin bütün tarihleri boyunca zorbalığa karşı direnç gösterdikleri, güçleri olduğu oranda şiddete karşı şiddet araçlarıyla kendilerini savundukları biliniyor. Böyle bir güçleri olmadığında da olup biten haksız uygulamaları, yas tutarak protesto ettikleri, somut bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Katıldığımız aşure etkinliklerinde konunun sıklıkla Koçgiri ve Dersim katliamlarına gelmesi. Aşurenin sunulduğu salonlarda temsili Ali resimleri yanında Seyyit Rıza’nda yer alması, yasın genişliğini ve toplumsal boyutunu da işaret etmektedir.
Zeytinburnu meydanındaki aşure etkinliğinde, dikkat çeken zabıta müdahalesi de meselenin sosyal ve siyasal boyutunu göstermektedir. Açık alanda gıda dağıtımının “yasak” olduğundan yola çıkılarak yapılan müdahalenin de masum olmadığını düşünmek gerekiyor. Oruçların ve aşurenin inançsal boyutu olmakla birlikte sosyal ve aktüel bir boyutunun da olduğu açıktır diyoruz. Asgari ücretin ve emekli maaşlarının yetersizliğine karşı da bir protesto olduğunu düşünmek olasıdır. Yas tutanların bir kesiminde böylesi bir sınıf bilincinin bulunmuyor oluşu, gerçeği değiştirmez. Zira Kızılbaş toplulukların bin yıllardır eşitlikçi, özgür bir dünya talebinde bulunduğu sır değildir.
Aleviler’in, eşitlikçi toplum geleneğini miras aldıklarını, aşure etkinliklerinde de görmek zor olmuyor. Meydana aşure tezgahının kurulmasıyla, zabıta müdahalesine rağmen yüzlerce insanın bir araya toplanması, son derece özgül / spesifik bir durumdur. Aşurenin, ezilen ve bu yüzden de devrimci olmak zorunda kalan inançları birleştiren bir ruha sahip olmasını, Zeytinburnu’ndaki bir saatlik ritüelde görmek mümkün olmuştur. Kitleler derken, kelimenin gerçek anlamında kitleler diyorum. Yani yalnız Kızılbaşlar değil. Moderni, gelenekseli; açığı, kapalısı, dincisi, dinsizi, Alevisi, Müslümanı, türbanlısı, eteklisi… Hepsini bir arada aşure içerken / yerken gözlemlemek öğretici olmuştur.
Aşurenin tarihi, efsanelere bürünmüş olsa da Kızılbaş kültüründe direnişlerinle ilişkilendirilir. İmam Hüseyin ile Emevi devleti egemen sınıfları arasındaki çatışmaya gönderme yapılması manidardır. Hüseyin’in direndiği için katledildiği ve bu katliamı protesto anlamında oruç tutulduğu düşünülür. Bir itiraz ve direnişin göstergesi olduğu açıktır. Bu, kaba bir şekilde aç kalma olayı olmayıp oruç süresince ete, suya karşı, dünyevi zevklere karşı mesafeli olunur. Protestonun bilincinde olunarak güncel açıdan da haksız, hukuksuz uygulamalara karşı tavırla birleştirilir.
Aşurenin 1400 yıl önceye bağlanması, düşündürücüdür. Hiç bir insan, en büyük bir acının yasını bile ölünceye kadar tutamaz. Bu durum, toplumlar için de geçerlidir. Alevi toplumunun da Muharrem orucunu, 1400 yıldır sürdürmesinin tarihsel ve aktüel nedenleri olmalıdır. Nedenlerin muhtelif olduğunu düşünmek mümkündür. En önemli neden olarak, katliamların devam ediyor olmasını gösterebiliriz. Babailerin ve Bedreddinilerin katledilmesi, Pir Sultanların ve Seyit Rızaların trajedileri oruç geleneğini diri ve aktüel tutmada önemli bir gerekçe olmuştur.
Kanaatim odur ki yakın tarihimizde gerçekleşen Maraş, Malatya, Çorum, Madımak trajedisi de protestoların sürekliliğinde rol oynamaktadır. Keza Kızılbaş kültürü, tüm insanlığın trajedisini kendi trajedisi gibi algılamaya yatkın olduğundan sınıfsal ve ulusal direnişlerde şehit düşenler için de yas tutulduğu düşünülebilir.
Anadolu ve Mezopotamya Kızılbaşlarının Türk, Kürt, Arap halklarından oluştuğu düşünülürse böyle bir derin yas’ı matemin motivasyonu içinde Suphilerin, Denizlerin, Mazlumların ve daha nice devrimcilerin olmadığını kim iddia edebilir?