Afşar Timuçin’in Ardından
FELSEFE, MARKSİZM VE MATERYALİZM
Önceki gün (26 Temmuz 2024) sosyal medya filozof, sanatçı, şair Afşar Timuçin’in ölüm haberleriyle dalgalandı. Dalgalandı diyorum, çünkü çok sayıda sosyal medya kullanıcısı, filozofun ölüm haberini duyurmak ve paylaşmak üzere adeta birbiriyle yarıştı! Cenazeyi soranlar oldu, Kayseri ve Konya gibi yerlerden gelip cenazeye katılmak isteyenler bile vardı. Bunun için yarışanlar arasında, onu tanıyan tanımayan çok sayıda felsefe ve sanat meraklısı da bulunuyordu. Bunlardan kimisi, Afşar hocanın adını yanlış yazarak, kimisi mesleğini bilmeden kimisi de farklı fotoğraflar koyarak hocanın ölümünü duyurdu.
Toplumun, diriye değil de ölüye olan “saygısı” ve merakı, her zaman başlıbaşına bir felsefi problem olarak görülmüştür bana. Ölümü paylaşmakta yarışa girenler, Timuçin’in kaç kitabını okudu, kaç konferansına ve paneline katıldı, merak ederim. Üç günlük paylaşımlar içinde onun, düşünce birikimini, dünya görüşünü, eserlerini yansıtan bir tek yazı bile söz konusu olmadıysa bu da durumun vehametini göstermektedir.
Bu sığlık ve yüzeyselliğin farkında olan Afşar hoca sıklıkla yalnızlık çeker ve biraz da yukarıdan bakarak kitlelerin felsefeye mesafeli oluşunu sorunsallaştırırdı. Felsefi bilincin, estetik bilincin, tarih bilincinin zayıflığından dem vururdu. Bu zayıflığın, yapılan paylaşımlara yansıdığını tespit etmek zor değildir. Timuçin’e övgüler dizilen paylaşımların en uzunu bile iki üç paragrafı geçmiyor / geçmedi. Bu paylaşımlarda da Afşar hocanın materyalist, seküler, Aydınlanmacı olduğu hatta Marksist olduğu da işaret ediliyor. Dolayısıyla ben bu metinde, söylediğim bağlamlar çerçevesinde lehte ve aleyhte olmak üzere Afşar Timuçin üzerine bir değerlendirme yapmak niyetindeyim.
Materyalizm, Marksist Değildir
Baştan belirteyim ki Marksist teori, idealizm ile olduğu kadar materyalizm ve Aydınlanma ile de örtüşmez, çelişir. Böyle bir çelişkili felsefe, filozof Afşar Timuçin’in düşünce sisteminde de içkindir. Yapılan gelişigüzel paylaşımlarda Timuçin’in materyalist, Aydınlanmacı, dolayısıyla Marksist olduğu iddialarının birlikte yer alması sorunlu bir yaklaşımın yansımasıdır. Kanaatimce Aydınlanmacı, materyalist ve hatta ateist olduğu tespitinden yola çıkarak onun Marksist bir filozof olduğunu ileri sürmek doğru bir tutum olarak görülemez. Afşar hoca, 1970’li yıllarda her ne kadar sol, komünist hareketlere yakınlık göstermiş olsa da akademik kariyerinde yükseldikçe, komünist düşünceye de belli bir mesafe koyduğu anlaşılıyor. Bununla birlikte çağının ve döneminin iyi düşünen, güzel ve yaratıcı yazılar yazan, üreten, verimli filozoflarından birisi olduğu da aşikar. Üstelik sanat, dil ve edebiyat dünyasıyla girdiği entelektüel yolculuğunu, felsefe disiplini içinde de sürdürmüştür.
1968’in Devrimci Rüzgarı
Timuçin, 1960’ların başında, İstanbul Üniversitesi’nde Fransız dili ve edebiyatı okuyor. Sonrasında Kanada’da Montreal Üniversitesi’nde felsefe bölümünü bitiriyor. İlk akademik kariyeri felsefe doktorluğudur (İstanbul Üniversitesi). 1968 hareketinin devrimci rüzgarının içinden geçtiği için felsefeyi, bilimsiz, sanatsız, siyasetsiz düşünmüyor. En nitelikli ve kapsamlı eseri olan Düşünce Tarihi’ni de bu bileşenler çerçevesinde yazmıştır.
Kitabın materyalist çizgide yazıldığına kuşku yoktur. İlk baskılarda bu boyut daha belirgin olmakla birlikte 1980 sonrası baskılarda, kitap daha hacimli yeni baskılar yapmasına rağmen materyalist eğilimde de nispeten bir geri çekiliş olduğu anlaşılıyor. Kitap 20. yüzyılın filozoflarına birer ikişer cümleyle yer verirken Marksist düşünürlere yer verme gereği duymaz. Marx ve Engels kısaca anılıyor, Lenin birkaç cümleden ibaret iken Mao Zedung’un adı bile geçmiyor.
Düşünce Tarihi adlı eser üzerinde durmamın nedeni, en kapsamlı, iddialı, hacimli ve özgün eser oluşundandır. Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi adlı kitabını dışta tutarsak dönemi için en nitelikli felsefe tarihi kitabı denilebilir. Thales ve öncesi çağlardan başlayan kitap, sanat, siyaset, bilim tarihini de içerecek şekilde günümüze kadar gelirken esasen filozofların izini sürüyor. Timuçin’in bu kitabı, sekülerizme yaslanıp teoloji karşıtlığı üzerinden yazıldığı için sınıf dinamiği pek de konu olmuyor. Sınıf söz konusu olduğunda da farklı egemen sınıflar kastediliyor. Binlerce sayfadan oluşan kitap, sıklıkla savaş tarihlerini ve özellikle de iktisadi tarihleri anlatıyor. Zaten, bu yüzden materyalist çizgide olduğunu söylüyorum. Sanırım başka söyleyenler de vardır.
Timuçin ve Diyalektik Materyalizm
Diyalektikçi bir bakış açısına sahip olduğu için olgulara ve entelektüel disiplinlere buradan bakıyordu Timuçin. Zihni faaliyette felsefeyi ön planda tutmakla birlikte sanat ve edebiyatı felsefenin bir uzanımı olarak görüyor yazar. Estetik adlı kitabı, bu bahiste hatırlanması gereken en ünlü ve en iddialı eseridir diyebiliriz. Böylesi bir dünya görüşü onu, sanat ve edebiyat ürünleri vermeye de yöneltmiş olmalıdır. Onlarca şiir kitabı, on civarında roman ve öykü kitabı yayınlamış olması anlamlıdır. Keza sanat, şiir ve edebiyat kuramına yönelik eserler de vermiştir.
Hem felsefede hem de sanatta değerli eserler vermesi, Timuçin’in, mesleki formasyonunun niteliği hakkında tartışmalara neden olmuştur. Felsefe dünyası, Timuçin’i, biraz da küçümseyerek sanatçı olarak görürken sanat dünyası da onu felsefeci olarak görmek istemiş ve ötelemiştir. Oysa Timuçin, her iki alanda da ülkemizin entelektüel ortalamasının üzerinde ürünler vermiş bir akademik filozoftur. Bu ürünlerin, materyalist çizgide olduğunu, kendisinin diyalektik bir kafaya sahip olduğunu söylesek de diyalektik materyalist olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü Timuçin, materyalist olduğu zaman diyalektikçi değil, diyalektikçi olduğu zaman da materyalist değildir. Dolayısıyla Marksist bir yönelim içinde olmadığı için de, kurulu düzenin, aydınlanma, bilim ve felsefe çağından ibaret olan bugünkü zulüm uygarlığının yıkılıp komünist bir dünyanın kurulacağına asla inanmamıştır.
Proletaryanın ve ezilen halkların dostu olduğunu belirtmesine rağmen onların, asla ilerici ve devrimci bir rol oynayabileceğine de inancı olmamıştır. Ona göre ana akım filozoflar ve tüm akılcı / Aydınlanmacı zihniyetler gibi biricik ilerici ve devrimci sınıf burjuvazidir! Düşünce Tarihi, Felsefe Sözlüğü, Estetik, Demokrasi Bilinci, Aşkın Diyalektiği türünden eserlerinde yazdıkları böyle özetlenebilir. Yine de Ana akım içinde, resmi Türk ideolojisinin ihya edilmesine de tavırlı olmuştur.
Filozofun Akademik Yükselişi
Timuçin, cumhuriyetin değerler ve kazanımlar getirdiğini savunmakla birlikte yaşanan pekçok Kürt, Kızılbaş ve komünist katliamına karşı da şerhler düşerdi. Sosyal şövenist grupların kuyruğuna takılmayışını da not etmek gerekiyor. Bir defasında aydınlıkçılar olarak bilinen milliyetçi / devletçi bir grup, onun adını, “destekçi” olarak ilan etmişlerdi. Duyduğunda ilanı yalanlayan bir açıklamayı kamuoyu ile paylaşmayı ihmal etmemiştir.
Filozofumuzun, akademik yükselişi fazla sorun olmadı diye düşünüyorum. Bir memur ailesinin çocuğu idi anımsadığım kadarıyla. Kayınpederi ise bir generaldi. Kendi söylediğine bakılırsa Adana – Pozantı civarında Ermenilerle olan çatışmalarda görev almış bir asker. Afşar hocanın böylesi bir özel durumu akademide yükselmesinde etkili olmuş mudur, sanmıyorum. Yükselişinin öncelikle tez ve teori düzeyindeki çalışmalarıyla ilgisi vardır. Epistemolojiye ilişkin özgün makaleleri olan birisidir. Bu bağlamda Timuçin’in “Bilinç ve Yabancılaşma” adlı makalesi, son derece dikkat çekicidir. Okunmasını öneriyorum. Kendine özgü kavram ve terimler kullanır. Tarihsel materyalist bir metin değil elbette. Yine de idealist olmakla birlikte özgün bir metindir. Ülkemizde yapılan felsefenin üstünde yer alır diye düşünüyorum. Bunlar son dönem metinler olduğu için idealizme daha yakındır.
Teolojiye Karşı Materyalizm
Timuçin, son dönem düşünüş ve davranış tarzı olarak pesimist bir çizgide konumlanmıştır. Son 20 yıllık uygulamalar onda yenilgi psikolojisi şeklinde sonuçlar bırakmıştır. Bu süreçler, tüm küçük burjuva aydınlar gibi onda da kah düzene bağlanma kah düzen karşıtlığı gibi -ortada olma- eğilimler yaratmıştır. Yine tüm ortayolcu düşün ve fikir insanları gibi Timuçin de hiç bir zaman radikal bir düzen karşıtı olmamıştır. Bu yüzden de 68 kuşağının mücadelesini, 71 devrimcilerinin çabasını boşa gitmiş bir emek ve bedel olarak değerlendirir. Bütün burjuva, küçük burjuva entelektüelleri gibi sınıf mücadelesini paranteze almış, dünyanın ancak kitap okuyarak, felsefe ve sanat bilerek değişeceğine (nasıl oluyorsa?) inanmıştır. Oysa toplumun, üniversite ve felsefe dünyasının okumuş ukalalarla dolu olduğunu söyleyen de kendisiydi.
Dünyayı ele alış tarzı da komplocu teoriler düzeyindeydi. Ona göre olup bitenleri mason örgütleri yapmaktadır. Bu örgütlerin aynı zamanda kendisinin de önünü kestiğine inanırdı. Takip edildiğine inanması da son derece ilginç gelmiştir bana. Bunlar şüphesiz ki Marksizm dışı, hatta materyalizm dışı tutumlardan kaynaklanır. Dolayısıyla dünya görüşlerini Marksizm, liberalizm ve teoloji gibi düşünürsek son iki ideoloji içinde yer almıştır Timuçin. Bunlar arasında da teolojiyi büyük bir tehlike olarak gördüğü aşikardır.
Felsefesinde ve estetik anlayışında da teolojiye karşı liberal, aydınlanmacı bir çizgidedir. “Gerçekçi” fikirler savunurken de işi, bırakalım toplumcu – gerçekçiliğe, eleştirel gerçekçiliğe bile vardırmaz. Hatta pekçok yerde toplumcu – gerçekçiliğin, kaba gerçekçilik olduğunu ima eder ve ondan uzak durur. Komünist ve Marksist terminolojiye karşı da mesafelidir. Misal, idealizm, materyalizm yerine ülkücülük ve gerçekçilik demeyi tercih eder. Uyarılmasına rağmen bu terimleri kullanmayı sürdürmüştür. Kapitalizm demeyi sevmezdi, ısrarla sermayecilik derdi. Uyardığımızda da, durumu emperyalizm karşıtlığı ile açıklardı. Türkçü, milliyetçi değildi ama bu yönde bazı saplantıları da eksik olmazdı. Pekçok açıdan materyalist bir yol izlese de, kullandığı kavram ve terimlere bakıldığında materyalizmi, idealist unsurlar içinde eritme gibi bir eğilimi vardı.
İktisat, Siyaset ve Felsefe
Dil – düşünce ilişkisini ele alırken, bilinç ve yabancılaşma derken, öznel bilinç – nesnel biliç kavramlarını kullanırken, “düşünce tarihi” ifadesini kitap adı yaparken ondaki idealizmi görmek zor değildir. Marx, bir çok yazısında düşüncelerin kendi başına tarihi olmaz, onlar toplumsal ilişkilere bağlıdır, der. Oysa Timuçin, yalnızca Marksizmi değil materyalizmi de dikkate almaz ve “düşünce tarihi” der. Yine de tarihe yöneldiği için, tarihteki felsefi, estetik, bilimsel ve politik gelişmeleri ele aldığı için Marksizme ve bilhassa da materyalizme yaklaştığını düşünmek yanlış olmaz. Düşünce Tarihi adlı eserde önce ekonomik süreçler açıklanır, sonra politik süreçler. Bunların peşinden sanat ve felsefeler ele alınır. Dolayısıyla kitap ülkemiz koşullarında yazılmış en kapsamlı düşünce tarihi kitabıdır diyebiliriz.
Düşünce Tarihi adlı kitap, en eski çağlardan günümüze getiriyor düşünce disiplinlerinin hikayesini. Bu olumlu yanına rağmen pekçok açıdan sorunludur kitap. Bir defa Doğu dünyasındaki düşünce serüvenine yer verilmemiştir. Kindi, Farabi, Sina, Gazzali ve Rüşd için üç – beş sayfa ancak yer ayrılmıştır. Tipik bir oryantalist bakış açısı egemendir. “Gerçekçi” dediği kendi anlayışıyla bile tutarsız olduğu görülüyor. Tutarsız olduğu için de, bazen tarihselci bazen materyalist oluyor ama hiç bir zaman tarihsel materyalist olamıyor. Marx, benzer bir ifadeyi Feuerbach için kullanmıştı: Feuerbach, tarihselci olduğunda materyalist olmuyor, materyalist olduğunda da tarihi gözardı ediyor!
Kant ile Feuerbach Arasında Kalmak
Kantçılık, Türkiye felsefesinde baskındır. Kant, Afşar hocayı da etkilemiştir şüphesiz. Kantçı Goldmann’ı, Türkçeye çeviren de odur. Türkiye felsefesinin Kantçı olduğu düşünülürse Afşar hoca için yine de Kantçı değil, Feuerbachçıdır demek daha doğru olur. Hegelci değildir. Farklı yaklaşımlar içindedir bu konuda. Bir özelliği de Hegel ve postmodern felsefelere dönük tavrı olmuştur. Hegel’i anlamadığını, onu okudukça ondan uzaklaştığını söylerdi. Postmodern felsefeler için de aynı kanaatte idi ve üstelik postmodernizmin gelip geçici olduğuna inanırdı. Bu açıdan bakıldığında Timuçin için ülkemizinde Habermas’a benzeyen ender filozoflardan birisidir diyebiliriz. Habermas’ın da, Aydınlanma’nın çizgisinde konumlanıp yaşamının sonlarını postmodernizme karşı mücadele ile geçirdiği düşünülürse benzerlik daha iyi anlaşılır.
Afşar hoca, varoluşçuluk ve yapısalcılık konusunda ise daha ilgili ve bilinçli bir tutum almış, bu alanda iki de kitapçık yayımlamıştır. Burada iki akıma da eleştiri getiriliyor. Bunların Fransız kaynaklı olduğu ileri sürülürken emperyalizm ile ilişkili oldukları da ima ediliyor. Eleştirilerde Marksist bir damar kendine yer bulsa bile yapısalcılık ve varoluşçuluk emperyalizmin, yarı sömürgelere ihraç ettiği bir düşünce akımı gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Fransız Etkisi: Descartes ve Romantizm
Afşar hocanın, Kanada’dan iyi bir birikimle döndüğü, felsefe tarihi yanında eğitimbilim, estetik, sanat felsefesi konularında yetkinliği olduğu bilinir. Özellikle Fransız düşünce ve sanat dünyasını, romantik şiir geleneğini, çevirilerdeki başarıları da aşikar. Descartes uzmanı olduğunu da not etmek isterim. Baudelaire, Rimbaud, Verlaine, Malarme, Aragon şiirlerini yıllarca ders konusu yapmıştır. Türkçe olarak ifade ettiği şiirleri, ders sırasında biz de, şiir dizelerine dökerdik. Klasik müzik bilgisi de ileri seviyedeydi. Sanat felsefesi ve estetik bilgimize, bu alanda verdiği bilgileri de eklerdik. Amatör düzeyde resimler yapardı ki, romantik akım içinde kendine yer bulması mümkündür.
Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuvar bölümünde, uzun yıllar lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitimbilim, estetik, sanat felsefesi dersleri vermiştir. İki yıl boyunca ben de bu derslerin öğrencisi oldum. Öğrenci – hoca hukukunun ötesinde bir dostluğumuz olduğunu da anımsatmış olayım. Birkaç ortak arkadaşla birlikte, felsefe yaparken şaraplı şampanyalı nice günler ve geceler geçirdik. Kim ondan ne öğrendi, nasıl etkilendi, bilmem ama ben düşünce çalışmalarına büyük oranda onunla birlikte başladım. Dolayısıyla ben de emeği olduğu kesin. Cumhuriyet, BirGün ve Evrensel gibi gazetelerde, Düşünceler ve Bakış adlı kitaplarımda, televizyon programlarında onunla yaptığımız çok sayıda tartışma, haber ve değerlendirme yazısı yer almaktadır.
Aşkın Diyalektiği, Kadın ve Aile
Aşkın Diyalektiği adlı kitapta kadın sorunu’nu işlemiştir. Aşkı da antropolojik, yapısal bir özellik olarak görüyordu. Düşünceden, duygudan, eğitimden hareket ediyor yani. Aile ve ataerkilliği sorgulamayan bir anlayışa sahipti. Aşkın, sınıflı toplum icadı olduğunu, entelektüel enerjiyi ve kolektivizmi sömüren bir boyutunun bulunduğunu görmediği gibi onda yaratıcılık buluyordu. Bu bakış açısındaki kabalık nedeniyle boyalı basına yansıyacak tarzda sorunlar da yaşamıştır. Romanlarında ve şiirlerinde de aşkı yücelten bir eğilim söz konusudur. Duygular, tutkular, hırslar kendini çoğunlukla belli eder. Belki de suya sabuna dokunmayan eserlerdir bunlar. Küçük burjuva, seküler, orta sınıf okurlara hitap eden çok sayıda çalışma yaptı diye anımsıyorum. Felsefeyi, “insan araştırması” olarak görmesi, insanı da, eserlerinde gösterdiği üzere, duyumsayan, düşünen ve duygulanan bir varlık olarak ele alması, izaha muhtaç görüşlerdir diye düşünürüm. Söylemeye bile lüzum yok ki Afşar hocanın duru, yalın bir dili vardır. Yazdığı her tür gibi şiir ve romanları da -elbette öyküleri de- kendini okutan cinstendir.
Değişik bir kişilik özelliği vardı. Belki küçük burjuva ideolojisinin neticesidir. Ne kurulu düzenin, devletin yanında oldu ne de halkın ve devrimin yanında yer aldı. Timuçin’in yetenek ve birikiminin ancak yarısına denk gelen pekçok kişi, halen medyada, şurda burda ön plana çıkıyor. Timuçin ise ana akım medyada neredeyse hiç önemsenmedi, görülmedi. Belki de gösterilmedi, sansürlendi. Demek ki, devletin kendi memuruna güvenmesi de bir yere kadardır. O yerde, Türkiyeli bir filozofun konumu, sanırım profesörlük ve felsefe bölüm başkanlığı kadardır. Timuçin de bütün akademisyenler gibi sabırla bekledi, önce doçent, sonra profesör oldu. Profesörlük ünvanını aldıktan sonra Kocaeli Üniversitesi felsefe bölüm başkanlığına kadar yükseldi. Demek ki Timuçin, sisteme bu kadarlık hizmet etmiş ve güven vermişti. Bunun da karşılığını aldı. Bu yüzden de popüler olmaması doğaldır. Son çıtaya kadar yükselmiş olan Afşar hocamız sanırım huzur içinde de ölmüştür.
Etik ve Estetikte Tutarsız Olmak
Sol ve Marksist gelenekle olan ilişkisi de gerilimli olmuştur. 1970’te bir dergide yazdığı makalenin başlığı son derece dikkat çekicidir: Mao Zedung’un Sanat Anlayışı. Belli ki çok radikal bir konumlanış söz konusu o yıllarda. Dönemin atmosferine de uygun hareket edilmiş yani. Felsefe dergileri çıkarır, çeviriler yapar. Muhalif yazılar yazar. Bu yüzden kısa bir gözaltı ve tutuklama yaşar. Aynı Afşar hocamız, 1980 sonrası yayınladığı Estetik adlı kitabında bırakalım Mao Zedung’un sanat görüşünü, ona oranla sanat ve estetikte isim yapıp kabul görmüş B. Brecht ve G. Lukasc’ın adını bile geçirmez. Eleştiri ve uyarılar üzerine, daha sonraları farklı estetik çalışmalarında Marksist estetikçilere de yer verdiğini anımsıyorum. Tutarsız yaşam ve düşünüş onu etik ve estetik alanda da tutarsız olmaya götürmüştür. Bir çok kez de çeşitli toplumsal çevreler, kadınlar, kurumlar ve kişilerle karşı karşıya getirmiştir. Kendisiyle diyaloğumuzun, başladığı gibi gitmeyişi, sekteye uğraması da benzer estetik ve etik nedenlerle olmuştur.
Afşar hoca kapitalizm koşullarında herkes gibi (hepimiz gibi yani) kendisini abartırdı. Bir defasında sormuştum. Nasıl bir miras bırakıyorsun, öğrencilerin, özgünlüğün ve felsefi mirasın olacak mı, demiştim. Öldükten bir süre sonra çok sayıda yorumcusunun çıkacağını, adına vakıf ve akademiler kurulacağını söylemişti. Şimdi ne olur, bilemiyorum. Timuçin, bunları biraz da, çok sayıda eser vermesinden dolayı söylüyordu sanırım. Eser vermeyi benden sonra da sürdürdüğü anlaşılıyor. Bir okuruyla tartışıyorduk, ben hocanın 30 civarında kitap yazdığını söyleyince itiraz etti ve 80’in üzerinde bir külliyattan söz edince çok şaşırdım. Bana öyle gelir ki, bir filozof nitelikli ürün ortaya koyamadıkça bütün çabasını nicelikte tüketir.
Timuçin ve Batı Hayranlığı
Bence Timuçin’in yaratıcı ve özgün diyebileceğimiz görüşleri ve çalışmaları 1970 – 1990 arasındaki görüşlerdir. Yaratıcılığının büyük kısmını da Düşünce Tarihi’ne harcamıştır. Felsefenin kaynaklarını ele alış tarzı, kazıbilimi ile düşünce arasındaki paralelliği saptaması son derece önemlidir. İktisadi ve sosyal faaliyetleri Anadolu ve Mezopotamya uygarlıkları ile başlatması, bunun nedenini de “su” olgusuyla açıklaması didaktiktir. Buradan Thales ve Aristoteles’e bağlanmasını anlamlı görüyorum. Her türlü düşünceyi “su uygarlığı” ile açıklama tarzının materyalizm olduğuna kuşku yoktur. Bu noktada “dikeysel düşünce” ve “yataysal düşünce” gibi kavramlara başvurması da onun özgünlüğü ile ilgili olabilir. Keza mitolojiden gerçeğe geçiş sürecini de açıklarken materyalist bir yol izler.
Ortaçağ karanlığı ve Doğu despotizmi gibi söylemlere karşı tavır almakla birlikte hiç bir zaman Batı hayranlığından da vazgeçmemiştir. Kant misali bütün uygarlığı beyazların yarattığına inanıyordu. Dolayısıyla Timuçin’den bir uygarlık eleştirisi beklemek de abesle iştigal olurdu. Ezilen cinslere, ezilen uluslara, Kürtlere, kadınlara, köylülere, dindarlara, cami – kilise cemaatine bakışı da negatif ve idealistçeydi. Uygarlığın zulmünü görmeyecek kadar Marksizmden uzak olduğu için ezilen kesimleri “geri” görüyor ve bu geriliğin nedenleri üzerinde düşünmüyordu. Aydınlanmacı, laik, seküler kesimlerde olduğu gibi durumu açıklamak üzere, mülkiyet biçimlerini, üretim ilişkilerini bırakıp birtakım genetik ve yapısal saçmalıklara başvuruyordu.
Ölümünün üçüncü günü bugün. Sosyal medyaya baktım Afşar Timuçin ile ilgili ses soluk yoktur. Genellikle de böyle oluyor. Sosyal medyanın şişirdiği hiç bir değerden fayda gelmiyor. 5 – 10 saatte öne çıkardığı değerleri ikinci gün tamamen silip sıfırlıyor. Umarım eserlerindeki içerik onu yeni nesillere taşımak için felsefi, estetik ve politik bir işlev görecektir.