Felsefenin önemli bir özelliği evrensel oluşudur. Üretimin geliştiği, uygar ilişkilerin, sömürü ve zulmün olduğu her toplumda filozoflar çıkmıştır. Her filozof kendi çağının ve toprağının çocuğu olmuştur. Bu yüzden de adına İslam medeniyeti denilen coğrafyalar da kendine özgü filozoflar çıkarmıştır. Yalnız filozof da değil bilim insanı, sanatçı, siyaset teorisyeni ve aktivistler de eksik olmamıştır. Felsefe açısından kritik dönem “İslam’ın altın çağı” da denilen dönemdir. 8. yüzyıl ile 13. yüzyıl arasıdır. İslam filozofları denildiğinde, sınırlandırarak söyleyelim, “beş büyükler”i kastediyorum. Bunları tarihsel olarak belirtirsek konu daha iyi anlaşılacaktır: El Kindi, Farabi, İbni Sina, Gazzali ve İbni Rüşd.
İslam filozofları içinde yalnızca Gazzali’nin İslam dini ile bağlantısı kurulabilir. Diğerleri ise Batılı tarzda seküler felsefeler kurmuşlardır. Akıl, bilim, gözlem, deney, mantık gibi yol ve yöntemlerden hareket ederek felsefeler kurmuşlardır. Ağızlarından Tanrı, vahiy, inanç, iman, hadis, Kuran gibi kavramları düşürmeseler de varlığı analiz tarzı, bilmenin koşulları, bilimlerin sınıflandırılması açısından Aristoteles gibi filozofların devamı Descartes gibi filozofların ise ön tarihi olmuşlardır.
El Kindi: Doğu’nun İlk Filozofu
Komün TV’de erkana gelen Felsefenin Gözü adlı programda bu hafta İslam Felsefesi konu ediliyor. İslam felsefesi yerine Doğu Ortaçağ Felsefesi demek daha doğru olur. Zira bu felsefenin “beş büyükler”i, yalnızca din felsefesi yapmadıkları gibi yalnızca İslam ile Kuran ile de sınırlı olmamışlardır. Gazzali parantezini tekrar anımsatalım. Aksine İslam ve onun kutsal kitabını aşan bir felsefe kurmuşlardır bu düşünürler. Bunlardan El Kindi Küfe’de varlıklı bir aileden gelmekle birlikte deney ve gözlemi önemser. Tanrı’nın da kanıtlanır bir varlık olduğunu düşünüyor. Doğu’nun bu ilk filozofuna göre bilimler dünyevi ve dini olmak üzere ikiye ayrılır. Önemli olan da dini bilimlerdir. El Kindi’nin bunlar içinde teorik bilimlerin altını çizmesi önemlidir. Temelde fizik olmak üzere daha yukarıda psikoloji ve metafizik yer alır. Müzikle tedavi yapılabileceğini ileri süren ilk filozof. Onu müzik konusunda Farabi daha da ilerletmiştir.
İslam filozofları da Batı filozofları gibi emekçi sınıfları ve ezilenleri değil kendi çağlarındaki kral ve beyleri savundular. Nasıl ki Sokrates, Platon ve Aristoteles Yunan egemen sınıflarının çeşitli kliklerinin sözcüsü oldularsa “beş büyükler” de Arap, Fars, Türk, Yahudi, Müslüman egemen sınıflarının sözcüsü oldular. Aynı zamanda İslam filozoflarını (Siz Doğu Ortaçağ Felsefesi anlayın) bazı kesimlerin iddiasında olduğu gibi Yunan felsefesinin bir tekrarı ve taklidi olarak görmek yanlış olur. Çünkü düşünceler başka toplumlardan etkilense bile esasen kendi koşullarından kaynaklanır. Tarihsel materyalizm bize bunu söyletiyor.
Farabi: Sanat ve Toplum Filozofu
Doğu Ortaçağ felsefesinin ikinci büyük ismi Farabi’dir. O da El Kindi gibi tuzu kuru bir ailenin çocuğudur. O da Abbasi egemen sınıflarının eğitim kurumları içinde rahleyi tedrisinden geçmiştir. İnsanı, toplumu, varlığı incelemiş. Yunan kaynaklarını çevirmek için mesayi harcamıştır. Aristoteles, “ilk hareket ettirici”den söz etmişti. İlk hareket ettirici İslam felsefesinde ve Farabi’de Tanrı olmuştur. Farabi için bilme deneyle başlıyor. Ama her yol Tanrı’ya çıkıyor. Aslında düşünme yöntemi, tüm ana akım filozoflar da olduğu gibi bilimseldir. Ne var ki, düşüncenin embriyon halinde olmasından ve siyasi kaygılar nedeniyle teolojik bir söylem söz konusu oluyor. Evren ay üstü ve ay altından oluşuyor. Ay altın da insan, hayvan ve bitki katmanları yer alıyor.
Farabi toplumu incelerken de Tanrı, din, Kuran değil sosyal gerçeklerden hareket eder. Küçük topluluklar yok olmaya, mahkumdur. Şehir, devlet ve birleşik devletler önerilir. Farabi de El Kindi gibi müziğe meraklıdır. Hem alet yapımında hem de müzik teorisinde özgün bir pozisyonda duruyor. Andığımız filozofların müzikle ilgisi dikkate alınırsa İslam’ın ve Müslümanların sanata, müziğe karşı olduğu da gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. Hiçbir toplum gibi İslam dünyası da İslam egemen sınıfları da müziksiz, sanatsız, hukuksuz, felsefesiz hatta bilimsiz yaşayamaz. Çünkü bu kurumlar, sosyal yaşamda yalnızca devrimci rol oynamazlar. Sömürücü sınıfların elinde tutucu ve gerici bir silah işlevi de görürler.
İbni Sina: Şifa, Tıp Kanunu
İbni Sina, felsefenin sınırlarını bilim yönünde genişletmiş birisidir. Bilgi kuramında duyumlara önem verir, gözlem ve deneyin altını çizer. İslam coğrafyasında dinselliğin hakim olduğu, bilime yer verilmediği tezi doğru değildir. Her sömürücü uygarlık gibi İslam dünyası da bilime, teknolojiye ihtiyaç duyar. Çünkü savaş, saldırı, sömürü bilim ile mümkün hale geliyor. Dolayısıyla filozoflar son derece fonksiyoneldir.
İbni Sina için olgunun doğruları ve değerlerin doğruları ayrımı yapılmalıdır. Olgu doğruları akıl ve deneyle anlaşılır. Değer doğruları ise ilahi bakışla bilinebilir. Onun açısından Tanrı özel olanı değil genel olanı biliyor. Öldükten sonra beden yeniden dirilmez. Yalnızca ruh yeniden diriliyor. Bular ana akım İslam düşüncesine uymaz. Gazneli Mahmut, sarayına çağırır Sina’yı. Sina kabul etmez ve firar etmek zorunda kalır. Kurulu düzene hizmet etmesine rağmen dışlanıyor yani. Hastalandığında, öleceğini düşünür ve malını, mülkünü yoksullara bırakır. Kölelerini azat eder.
İbni Sina deyince tıp ve sağlık akla gelir. Şifa adlı kitabı ünlüdür. Tıp Kuralları adlı eserini ise dünya tanır. Kitap 18. yüzyıla dek Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Dokunarak muayene etmeyi önerir. Birçok hastalığın bulaşıcı olduğunu saptar. Her zulüm düzeni gibi Abbasi zulüm imparatorluğu da bilim ve felsefeye ihtiyaç duymuştur yani. Donanımlı, güçlü ordu için bilim şarttır. Kitleleri uyutmak ve ikna etmek için de teoloji ve felsefe şarttır. Dolayısıyla Ortaçağ’ın veya İslam dünyasının karanlık olduğu tezi (bilim, felsefe dışı) doğru değildir. Bu yanlış bakış, bilim, din ve felsefeye verilen anlamla ilgilidir.
Gazzali: Felsefeye / Filozoflara Reddiye
El Kindi ile temelleri atılan Doğu Ortaçağ felsefesi, Farabi ile yeni bir atılım kazanır, İbni Sina ile zirveye ulaşır. Platon ve Aristoteles etkisi yanında esasen feodal üretim tarzına koşut olan felsefeler kurulur. Aristoteles’in felsefe yapma yöntemine benzetilerek Meşşailik terimi kullanılır. Aristoteles’in, öğrenciler ile birlikte yürüyerek (peripatetik) felsefe yaptığı söylenir. Buna Arapça’da meşşailik deniliyor. Gazzali, işte bu akıma karşı bir tepki olarak ortaya çıkar. Kendinden önceki filozofları akılcı, duyumcu, taklitçi olmakla itham eder. Konuya ilişkin yazdığı eserin adı radikal ve kışkırtıcıdır: Tehafütül Felasife. Kitap, Filozofların Tutarsızlığı, bazen de Filozoflara Reddiye adıyla Türkçeye çevrilmiştir.
Gazzali, aynı sofistler gibi düşünür. Hiç bir şey bilinemez. Her bilgiden kuşkulanan filozof, yalnızca gönül gözüyle, kalp gözüyle ortaya çıkan bilgilere güveniyor. Bu bilgiler için kaynağın kutsal metinler olduğunu, özellikle de Kuran’ın başta geldiğine inanmaktadır. Dolayısıyla kelam, vahiy, fıkıh, hadis, mantık, İslam şeriatı, onun ilgi alanları olmuştur. Beş büyükler içinde yoksul kesimlerden gelen tek kişi Gazzali’dir. Egemen sınıfları en keskin bir şekilde de savunan da odur! Kraldan çok kralcı olur yani.
Gazzali, Horasan – Tus doğumludur. Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nde yetişir. Selçuklu veziri Nizam’ın 1 numaralı savunucusu olur. Köylülerin en kolay ve yaygın yoldan nasıl sömürüleceklerine kafa yorulur. Gazzali’nin yükseliş ve düşüşü Nazamülmülk’ün yükseklik ve düşüşüne paralel olur. Vezir, Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından öldürülünce filozof da desteksiz kalır. Hastalanır ve ölür. Gazzali itiraz ve eleştiri geleneğini getirdiği için bence özgün bir konumda görünüyor. Dinde, İslam’da da sorgulamanın olduğu görülüyor. Bir bakıma erken akıl eleştirisi yapan kişi ve kuşkuculuk akımının başlatıcısı olarak bir işlev gördüğü söylenebilir.
İbni Rüşd: Tutarsızlığın Tutarsızlığı
İslam felsefesinin beş büyükleri içinde, en büyüğü belki de İbni Rüşd’tür. Endülüs bölgesinin kültür başkenti sayılan Kurtuba şehrindendir. O da, diğer filozoflar gibi tuzu kuru bir aileden geliyor. Burjuva ilişkilerin en çok görünmeye başladığı koşullarda felsefe ve düşün dünyasına giriyor. 1126 – 1198 tarihlerinde yaşadığına göre 12. yüzyıl filozofu olduğu anlaşılıyor. Ona göre bilim ve din arasında bir fark yoktur. Birisi varlık dünyasını vahiyle biliyor, diğeri ise akıl ile biliyor. Dolayısıyla Gazzali’nin zannettiği gibi din, felsefeden daha üstün değil.
İbni Rüşd de dönemin filozofları gibi yalnızca metafizik yapmaz. Matematik, tıp, mantık, bilim, astronomi ile ilgilenir. Varlığı araştırır. Ona göre varlık dünyası (alem) bir bütün olarak canlı varlığa benzer. Canlı varlığın tüm organları birbirine bağlı olarak onu etkin kılmaktadır. Bunun gibi alemin unsurları da aynı amaçla varlığı bütün ve etkin kılar. Rüşd, bunu sağlayanın Tanrı olduğunu söyler. Bu ilke olmaksızın canlı gibi evren de düzen içinde kalamaz, dağılır. Rüşd için varlığın iki boyutu vardır. Birisi dışdünyadaki nesnelliğidir. İkinci boyutu da zihinde oluşan imgesidir.
Rüşd’ü konu eden her çalışma filozofun tıp ve hukukla yakından ilgilendiğini de bilir. Bir hukuk adamı olarak egemen sınıflara hizmet eden Rüşd vezirliğe kadar yükselmiştir. Ona göre bir toplumda hukukçulara fazla ihtiyaç duyulmaya başlandıysa artık o toplum çöküşe gidiyor demektir. Rüşd, tıp ve toplumun sağlığı açısından da benzer düşünüyor. Eğer doktor / hekim sayısı artıyorsa o toplumun uzun süre ayakta kalması zordur. Rüşd’ün kadına bakışı da anılmaya değerdir. Filozof, Gazzali’nin tersine kadını yüceltir. Felsefe ve sanat yapma konusunda ayrıca yönetme yeteneği bakımından da kadın hakkında pozitif görüşlere sahiptir.
Rüşd’ü konu eden her platformda Gazzali’ye yapılan eleştiri muhakkak anılır. İbni Rüşd, Tehafütül Felasife adlı kitaba karşılık Tehafütül Tehafüt adlı eseri yazarak Gazzali’ye sert bir yanıt verir. Asıl tutarsız olanın Gazzali olduğunu vurgular. B. Russel, Felsefe Tarihi adlı kitabında Rüşd için şu ifadeyi kullanır: Doğu’nun son filozofu olan Rüşd, Batı’nın ilk filozofudur.