20. Yüzyıldan Günümüze
MODERN VE POSTMODERN FELSEFELER
Modern felsefeler, idealist veya materyalist olsun, özne ve nesne arasındaki ilişkiden hareket eder. Engels, konuya vurgu yaparken “modern felsefenin sorunu varlık ile düşünce arasındaki ilişki sorunudur” ifadesini kullanır. Modern felsefelerde amaç, varlığı ve varlığın özünü bilmektir. 20. yüzyıl filozofları da aynı kaygılarla felsefe yapmışlardır. Husserl ve onun öğrencisi de olan Heidegger gibi filozoflara göre özne varlığa iyice uzak düşmüştür. Husserl için bilinç (özne) yalın ve doğal değildir. Kavramlar, bilimler, ideolojiler, psikolojiler, bilinci adeta kör etmiştir. Daha doğrusu üzerini örtmüştür.
Bilinç, kendisini kör eden fazlalıkların atılması gerekir ki varlığı, doğasına uygun olarak kavrayabilsin. Yani bilinci örten fazlalıklar yok edilmeli ki (Husserl, buna paranteze almak diyor) öz bilinç açığa çıksın ve egemen olsun. Ancak böyle bir bilinç, varlığı kavrayabilir. Husserl, böylesi bir felsefeye fenomenin bilimi anlamında fenomenoloji diyor.
Varlığa Temas Etmek
Benzer anlayış ve kaygılar, Freiburg Üniversitesi’nden öğrencisi olan Heidegger için de geçerlidir. Teknoloji, varlığın önünde engeldir. Misal, Ren’in üzerinde yapılan bir tesisi düşünelim. Şimdi Ren’in üzerindeki tesis mi diyeceğiz, yoksa tesisin yanından geçen ırmak mı diyeceğiz? Varlığın üzeri kapanmış, insana uzaklaşmışsa ona temas etmenin yolunu bulmak lazım. İnsan çaba göstermeli, varlığa dokunmalı ve onu kavramalıdır.
Modern dönemde çokça görülen evde hayvan besleme ihtiyacının altında da benzer kaygılar olabilir. Kaba bir yabancılaşma hadisesi değildir. Hayvan bilgisi dolaylı olduğu için yetersizdir. Ona yakından bakmak, temas etmek, okşamak… Asıl var olmak, varoluşa gelmek budur. Husserl, onun önceli Nietzsche ve Heidegger, postmodern felsefelere geçişin yolunu aralamışlardır.
Postmodern Felsefelerin Önemi
Modern, aydınlanmacı ve akılcı felsefeler ilkin Frankfurt Okulu’nun (eleştirel teori) duvarlarına çarpmıştır. Süreç içinde bu eleştiri, ortadoks Marksizm olarak adlandırılan yorumu da sorgulamıştır. Modern felsefelere karşı devrimci bir rol oynadığı halde Marksizm karşısında idealist bir çizgide konumlanmıştır. Zira Marx, Engels, hareket noktası olarak ekonomi politiği almışlardı (siyaset, iktisadın içindedir), Frankfurt Okulu, hedef olarak kültür endüstrisini almıştır (siyaset, kültürün içinde).
Modern felsefenin etkisinde olduğu düşünülen Yapısalcılığa karşı benzer bir duvarı da J. Derrida görmüştür. Platon’tan gelip Husserl ile devam eden özne – nesne ayrımına ses çıkarmayan yapısalcılık adeta tersine çevrilir. Derrida için her yapı bir metindir. Sökümü gerekir. Yapısöküm yanında yapıbozum ve yapıçözüm de deniliyor. Yapı ise İngilizcede deconstruction olarak bilinir.
20. yüzyılın başından itibaren günümüze kadarki süreçte, adına genelikle postmodern denilen “zengin” bir felsefe geleneği oluşmuştur. Dolayısıyla bu haftaki Felsefenin Gözü programında bu “zengin” felsefeyi tartışmaya açıyoruz. Felsefenin Gözü, internet üzerinden yayın yapan Komün TV’de ekrana geliyor. Şimdiden belirtelim ki hem modern felsefeler hem de postmodern felsefeler, esasen Marx ve Marksizm karşıtı felsefelerdir. Ortak yanları ise emekçi sınıflar (proletarya) ve ezilenlere karşı oluşlarıdır. Dolayısıyla sıklıkla tarihsel materyalizm ile karşılaştırmalı olarak ele almakta fayda vardır.
Manifesto’dan Dil Felsefelerine
Her filozof kendi çağının koşullarının çok özel olduğunu iddia eder. Bu durum Marx ve Engels için de fazlasıyla geçerlidir. Komünist Manifesto’da bu özel durumlara vurgu yapılır ve 19. yüzyılın kritik şartlarına işaret edilir. Yeni bir dünya kuruluyor. Katı olan her şeyin buharlaşıyor olmasından bu değişikliği anlamak zor değil. Değişimin hızı 20. yüzyılda daha da artmıştır. Sovyetik devrimler, emperyalist savaşlar, Nazizm ve faşizmler sıraya girmiştir. Ekonomik, sosyal ve siyasal süreçlerdeki değişikliklerin felsefede de “zengin” sonuçlar doğurması doğaldır. Bu yüzden modern ve postmodern felsefelerin onlarca türüne rastlamak mümkündür.
20. yüzyıl, filozof sayısı bakımından da tarihin en zengin yüzyılı olmuştur. Dil felsefelerinden varoluşçu felsefelere dek uzanan yelpazede önemli felsefeler ortaya çıkmıştır. Nietzsche, Husserl, Heidegger, Wittgenstein, Saussuer, Sartre… Elbette bunlardan ibaret değil filozoflar. Tarihselciler, yorumcular, yapısalcılık, eleştirelciler, modernistler, özellikle de postmodernistler geniş bir alanı işgal etmiştir. Elbete ki postmodern felsefe ile paralel olarak varlık gösteren postyapısalcı anlayışların da altını mutlaka çizmek gerekiyor. Lyotard, Derrida, Foucault, Lacan, Althusher, Negri, Hart, Deleuze, Gattari, Zizek… Saymakla bitmez. Adeta 18. yüzyılın Fransası yeniden dirilmiş gibidir. Postmodern filozofların büyük çoğunluğunun Fransız oluşu da düşündürücüdür.
Tekelci Kapitalizm ve Felsefeler
Modern felsefelerde akıl, özne, nesne, üretim, evrensellik, doğruluk, insan, dünya, büyük teoriler, mutlak iyilik, hümanizm, deneycilik gibi bir kavram dünyası ve büyük anlatılar belirleyiciyken 20. yüzyılda bunların kırıldığı, modern değerlerden epistemolojik bir kopuş yaşandığı anlaşılıyor. Bu kopuşun elbette ki köklü nedenleri vardır. Marksist teori içinden konuşacak olursak 19. yüzyılın sonunda serbest rekabetçi kapitalizm yeni bir evreye yükseliyor: Tekelci kapitalizm.
Ekonomik dünyadaki bu radikal değişikliğin siyasal ve felsefi karşılıklar yaratması kaçınılmazdır. Siyasal karşılık olarak emperyalist savaşlar ve Sovyetik devrimleri görüyoruz. Bu gelişmeler, felsefi karşılık olarak da 100 yıldır etkili olan pesimist felsefeleri, yani modern ve özellikle de postmodern felsefeleri doğurmuştur. Yapısalcı, postyapısalcı ve post Marksist felsefeler de bunlara paralel olarak var olmuştur. Bu filozof ve felsefelere yakından bir projeksiyon tutarsak neler göreceğiz?
Post Felsefeler: Postmodernizm, Postyapısalcılık, Post Marksizm
Modern felsefeler, Marksizm ve yapısalcılık 20. yüzyılda ve günümüzde etkili olan filozof ve felsefeleri derinden etkiledi. Postmodern, postyapısalcı ve post Marksist denilen değişimler gelişti. Her üç anlayışı birbirinden ayırmak zor olsa da bazı özgül yanlar söz konusudur. Michel Foucault, antropolog Claude Lévi-Strauss (1908 – 2009), Marksist teorisyenler Louis Althusser (1918 – 1990) ve Nicos Poulantzas (1936 – 1979) yapısalcılık bağlamında teori yaptılar. Marx ve Engels’teki özne, insan ve bilinç gibi kavramlara eleştiri getirdiler. Ayrıca dilbilimciler Roman Jakobson (1896 – 1982) ve Noam Chomsky (1928 -) mutlaka anılmalıdır. Doğuştan dil anlayışı önem kazanmıştır bunlarla birlikte. Yapısalcılık, psikoloji alanında da etki yapmıştır. Psikanalist Jacques Lacan (1901 – 1981), psikolog Jean Piaget (1896 – 1980), edebiyat eleştirmeni Roland Barthes (1915 – 1980) bunlardandır.
Psikolojide Yapısalcılık
Lacan’ın psikanalitik anlayışı Freud’un anlayışına karşı konumlanmıştır. Psikanaliz değil şizoanaliz geçerlidir. Freud dikey çözümleme yanlısıyken Lacan yatay çözümleme yanlısıdır. İlki art süremli ikincisi eşsüremlidir denilebilir. Bu anlayış daha çok Deleuze ve Gattari’nin görüşüdür. Şizoanaliz, psikanalizin karşıtıdır. Sorun geçmişte değil şimdidedir. Freud’un Oidipus kompleksi geçersizdir. Post modern ve post yapısalcı felsefelerde dikey (hiyerarşi) değil yatay (demokrasi) kavrayış geçerlidir. Deleuze ve Gattari’nin yazdıkları kapsamlı kitabın adının Kapitalizm ve Şizofreni olması anlamlıdır. Kitapta Freud’tan ziyade Lacan vardır denilebilir.
Yapısalcılığın etkili olduğu ülke olarak Fransa’yı işaret etmek yanlış olmaz. Yapısalcılık, 1950 – 1970 arası etkili olmakla birlikte her şeyi yapıya indirgediği için yapıbozumu, sökümü önemseyen postyapısalcı eğilimler ortaya çıkmaya başladı. Yani postyapısalcılar veya “yeni yapısalcılar”, tabir yerindeyse yapıya can verdiler.
Yapısalcılık ve Postyapısalcılık Farkı
Yapısalcılık ve postyapısalcılık arasındaki farkı ayırt etmek gerekiyor. Yapısalcılık doğruluğu metinde içkin gördüğü halde postyapısalcılık, doğruluğu okur ile metin arasındaki etkileşimde bir üretim olarak görüyor. Yapısalcılıkta insan, yapıların içine doğar. Dil bir yapıdır. İnsanı dil belirler. Postyapısalcılık yapının parçalarını önemser. İlkinde yapıdan parçalara gidilirken postyapısalcılık parçaları, bölük pörçüklüğü esas alır. Yapısalcılık yapıyı (dili) merkeze koyar, ona göre biz dili konuşmuyoruz, dil bizi konuşuyor daha doğrusu konuşturuyor. Yani bizde yapı konuşuyor. Çünkü biz dilin içine doğuyoruz. Heidegger de dil varlığın evidir dememiş miydi?
Althusser: Yapısalcı Marksizm
Özneyi geriye iten, yok sayan yapısalcılığı Althusser Marksizme uyguladı. Her şey ekonomik sosyal formasyon oldu. Bu açıdan Althusser’in yapısalcı Marksizmi Hegel’in bilinç / akıl felsefesine karşı olarak Spinoza’nın -modern- “materyalist” felsefesine bağlanır.
Yapısalcılık genel ve evrensel doğruların mümkün olduğunu söylerken postyapısalcılıkta her şeyin ucu açıktır. Postmodernizmde olduğu gibi any think goes ilkesi geçerlidir: Her şey gider!
Yapısalcılık, evrimi, tarih ve kültürü gereksiz görürken postyapısalcılık kültür ve tarihi belirleyici görüyor. Foucault’nun eserlerinin adları didaktiktir: Deliliğin tarihi, kliniğin doğuşu… Postyapısalcılığı, yapısalcılığın karşısına koymak yanlış olur. Onun bir devamı ve uzantısı gibi ele almak olasıdır. Bu yüzden “yeni yapısalcılık” denildiği de olmaktadır. Modernizm ve postmodernizm ilişkisini de böyle düşünebiliriz. Modernizm, yeni modernizm, eleştirel modernizm…
Yapısalcı Antropoloji
Yapısalcılık deyince yapısalcı antropolojiden ve Strauss’tan söz etmeden olmaz. Claude Levis Strauss’a, göre insan bir kültür içine doğuyor. Dil ve akrabalık ilişkileri kültür tarafından belirleniyor. Yeni doğanların nasıl hareket edeceği, akrabalık ilişkileri, içine doğduğumuz kültürde içkin olarak bulunuyor. Saussure’ün dil kuramından hareket ederek söylüyor. Chomski açısından da dilin kuralları insan zihninde içkindir. Bu yüzden de evrensel ve doğuştan dil yeteneğinden söz ediliyor. Yetenek, çocuğun dünyaya geldiği toplumdaki dil olarak dışlaşıyor.
Laclau, Mouffe ve Post Marksizm
Post Marksist düşünüş tarzı deyince Laclau ve Mouffe’yi anmak farzdır. Hegemonya ve sosyalist Strateji adlı eser önemlidir. Sınıf mücadelesinin yerini kimlikler ve mağdurlar mücadelesi almıştır. Buna göre iki nokta önem kazanıyor. Birisi burjuvazi – proletarya arasındaki çatışma esas olmaktan çıkıyor. İkincisi de altyapının üstyapıyı belirlediği tezi lüzumsuz hale geliyor.
Negri ve Hart’ın İmparatorluk adlı eserlerini de anmak gerekir. Kitabın tezine bakılırsa iktidar her yerde olduğu gibi direniş ve mücadele de her yerdedir. Her yer Taksim her yer direniş… Dünya bir imparatorluktur. Dünya Ulus devletler gibi emek – sermaye çatışmasından da ibaret değildir. Sorunlar, katmanlar, kimlikler, etnisite ve inançlar arttığı gibi bunların yürüttüğü mücadele de genişlemiş, tüm mikro ve makro alanlara yayılmıştır. Negri ve Hart’ın birlikte yazdığı İmparatorluk adlı bu kitap için S. Zizek’e göre İmparatorluk, 21. Yüzyıl için Komünist Manifesto olmuştur.
Pesimizm ve Felsefeler
20. yüzyılda ortaya çıkan pesimist / kötümser felsefelerin kaynağını, aynı zaman diliminde ortaya çıkan dünya savaşları, faşizm ve Nazizmlerle açıklasak da dahası var. Aynı dönemde ortaya çıkan sosyalist yönetimlerdeki (Sovyetler Birliği) sorunlar, çıkmazlar, acemi durumlar ve katı uygulamalar da aydınlarda bir kuşku, korku ve kötümserlik duygusu yaratmıştır. 1950’li yıllardan itibaren bu aydınlar, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamalara ve Sovyetler Birliği’nin başka topraklara işgal görünümlü müdahaleleri ve içteki disiplini otoriterlik olarak algılamıştır. Marksist ve sol kökenli onlarca filozof, partilerinden uzaklaşmıştır. Bir kısmı yeni yükselen değer olan Çin yönetimine, kültür devrimine ilgi duysa da bu da ikna edici olmamıştır. Post Marksist denilen felsefeler ve filozoflar bu süreçte var olmuşlardır.
Baudlillard’ın Simulakrı
Postmodern felsefe deyince ilklerden olan Jean Baudlillard için doğal, somut gerçeklik diye bir şey kalmadı. Gerçeklik yerine, iletişim araçlarından zihinlere yansıyan gerçeklik var. Buna üst gerçeklik ve simulakr deniliyor. Teknolojinin gelişmesi, iletişim tarzının niteliği gerçekliği belirlediği için salt gerçeklik kalmadı. Kitleler, ekranlarda olup bitenleri gerçek zannediyor. Misal hiç olmadığı halde kitle iletişim araçları bir hafta boyunca bir savaşı gösterse kitleler onun gerçek olduğuna inanır. Nitekim Baudlillard’a göre Körfez Savaşı belki de olmamıştır. Kitleler ekranlarda izlediklerine göre yeme içme alışkanlıkları ediniyor, sevme sevilme, aşık olma tarzları öğreniyor, giyiyor, okuyor, müzik dinliyor.