Memleket yolculuğundan söz etmiştim geçen haftaki yazımda. 10 gündür Malatya ve ilçelerinde, ilçelerin köylerinde ve kırlarında toprağa taşa, havaya, suya dokunma ve gözlem yapma imkanı yakaladım. Memleket, biraz da, hısım, akraba, dost, kardeş, bacı, yeğen, kuzen anlamına geliyor. Hekimhan, Arguvan, Yazıhan ve köylerini, daha doğrusu mahallelerini ziyaret etmeyi, dolaşmayı kastediyorum. Köy değil mahalle artık. Zira Malatya, büyükşehir olduğunda, bir gecede köyler kent oluvermiş! Buradaki eski köylere bakınca dikkatime ve aklıma ilk gelen doğa ve olası bir doğa felsefesi oldu. Merak edenlerin de olduğunu varsayarak “giriş” babında doğaya ilişkin birkaç düşünceyi öne çıkarmak istiyorum.
Kapitalizm koşullarında kentler, bizi her geçen gün doğaya yabancılaştırıyor. Kırsala, köylere, kasabalara gitmedikçe doğa aklımıza bile gelmez oldu. Gözden uzak olan gönülden de uzak olur sözünde olduğu gibi. Kent insanı doğayı görmüyor artık. Kendisini doğuran ve peşinden doyuran doğa farklı tabaka ya da kıtalarıyla birlikte ortada görünmüyor. Kent insanı, ne toprak, ne dağ, tepe, ne orman, yıldız, ay, su, ne de temiz havaya (oksijen) temas ediyor. Thales ve onun kuşağı filozoflar, varlık deyince veya var olan deyince öncelikle doğal varlıkları anladılar: Su, hava, toprak, ateş. Çünkü inorganik dünyadan organik dünyaya geçişi bu temel maddeler (arkhe) sağlamıştır. Yaşamı var eden, sürdüren, çeşitlendiren, genişleten de, onları doğuran ve doyuran da bu temel maddelerdir.
İki çelişki tanıyoruz aslında: Doğa ve insan (toplum) arasındaki çelişki. Ayrıca emek ve sermaye arasındaki çelişki. Farklı çelişki türlerinin olduğu iddia edilse de tümü bu iki kategorinin değişik türevleri olarak vardır. Çelişkiyi, savaş, mücadele ve çatışma olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Doğanın, doğuran ve doyuran gibi iki temel niteliği vardır. Buna göre öncesiz ve sonsuz bir özelliğe sahiptir. Emek – sermaye ekseninde var olan çatışma ise modern tarihe paralel olarak vardır. Sınıfların ortaya çıkması ile başlar komünist bir dünya toplumuyla son bulur. Diyalektik dediğimiz hadise de buradan çıkıyor. Çıkıyor derken diyalektiğin bir keşiş olduğunu söylüyoruz. Diyalektiği keşfeden aklın ise bir icat olduğu, insanın bir ürünü ve başarısı olduğu kanaatindeyiz.
Sınıflı toplumlarda doğa ile toplum arasındaki çatışma, sınıfsız toplumlardaki çatışmadan farklılık gösterir. Özellikle sınıflı toplumların en ileri aşaması olan kapitalist üretim biçimlerinde doğa, sömürülecek bir mekan ve araçtan başka bir şey değildir. Kapitalizm, yalnızca insana sömürecek varlık olarak bakmaz. Kendisi de dahil olmak üzere canlı cansız tüm varlıklara rant, kar, faiz bilinciyle bakar. Kar getirmeyen ne varsa köküne kibrit suyu döker. “İlkel komünal” ve “modern komünal” gibi sınıfsız toplumlarda ise doğa ile toplum arasındaki çatışma barışçıl bir çatışmadır. Doğanın doğurduğu ve doyurduğu ilkesi geçerlidir. Hatta klan, kandaş ve kabile toplumlarında doğa canlıdır. Kanaatim odur ki, Thales’ten Herakleitos’a dek pekçok filozof varlığın temeline koydukları su, hava, toprak ve ateşin canlı olduğunu düşünmüşlerdir. Daha doğrusu bunları canlı boyutuyla görmüşlerdir.
Filozofların doğaya ilgisi Ortaçağ felsefelerinde olduğu gibi Yeniçağ felsefelerinde de sürmüştür. 9. yüzyıl Ortaçağ filozofu sayılan Scotus Erigena’yı anmakla yetiniyorum. Bunlar çoğu zaman ontolojik bakışları temellendirmek için yapılmıştır. Doğa, Tanrının bir yaratısı olarak, gölge olarak görülmüştür. Burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte Bacon gibi filozoflar üretim olgusuyla doğa arasında bir bağ kurmuştur. Doğanın bilgisine egemen olarak doğayı sömürme ilkesi esas hale gelmiştir. Gerisi teferruattır. Doğayı parçalayıp egemen olmayı savunan bu anlayış (analitik felsefe), burjuvazi için bugün de izlenen bir yol haritası ve temel ilke olmuştur. Buna göre burjuvazi gölgesini satamadığı ağaç başta olmak üzere sömürmeyeceği her dalı kesecek, her gölü kurutacak, her dağı yerle bir edecektir. Bu tek boyutlu ve idealist tarih anlayışı halen etkilidir. Burjuvazi iktidarda olduğu sürece de etkili olacaktır!
Serbest rekabetçi kapitalizm şartlarında felsefelerini kuran Spinoza ve Hegel gibi filozoflar da doğa ile yakından ilgilendiler. Ontolojilerini ve epistemolojilerini doğaya dayandırdılar. Bu anlayışları ile bilimsel felsefeye karşı metafiziğe ağırlık verdiler. Spinoza için doğa, doğuran bir varlıktır. Her doğuran, aynı zamanda doğurulandır: Natura naturans, natura naturata! Teolojiye karşı materyalist bir boyut içeren bu ontolojik anlayışta doğanın “doyuran” boyutu görülmemiştir. Yalnızca doğuran yönüne vurgu yapılmış. Dolayısıyla tek boyutlu ve analitiktir. Doğanın durumu, diyalektiğin filozofu Hegel’de de yerli yerine oturmaz. Doğa, geist’ın somuta çıktığı bir alan olarak vardır. Üretimin bir parçası olarak görülmez. Doğa, en geniş ve gerçek açıklamasını Marx ve Marksizm ile bulmuştur. Doğa da, doğa bilinci de tarihsel bir olgudur. Yaşamın var olduğu mekandır doğa. Üretimin, her koşulda merkezi bir ögesi olarak vardır.
Kapitalist üretim tarzı “doğal tarzdan” farklıdır. Niteliğe bakmaz nicelik önemlidir. Gelecek önemli görülmez, önemli olan andır. Plan geçersizdir, anarşi ve kaos esastır. Bu yüzden insanın doğası da, doğanın doğası da, asla doğallığını koruyamaz. Suyun, havanın, toprağın natürel olduğunu söylemek imkansızdır. Ne büyük okyanus ne de Anadolu ve Mezopotamya’daki herhangi bir nehir! Biraz abartarak söylersek, toprak zehirlenmiş, hava zehirlenmiş, su zehirlenmiştir. Dolayısıyla kırsal kesimde ve köylerdeki üretimde bile artık organik diyebileceğimiz ürün / besin kalmamıştır. Ne yumurta endüstri öncesinin yumurtası ne de bal, eski günlerin balı. Karpuz ve kavun da eski tadı vermiyor. Bu bir romantizm değil. Bir süredir test ederek söylüyorum.
Gelişme, ilerleme söyleminin etkilediği kuşakların, şimdilik doğal besinler ile beslenme olanağı kalmamıştır. Toplumun doğası gibi varlığın doğası da kendine yabancılaşıyor. Velhasıl doğuran, doyuran ve yaşatan doğa, gün geçtikçe zehirleyen, öldüren ve yok eden doğa haline geliyor. Ne var ki insanlığın büyük bir kısmı bundan habersiz görünmektedir. Yine de biz optimist duygularla bitirelim yazımızı. Dünyanın ve mücadelenin bütün yükü, sınırlı sayıda devrimci, muhalif çevrelerin sırtına biniyor. Emekçilerin ve ezilenlerin çok azı elini taşın altına koyuyor. Dolayısıyla umutsuz olmak gerekmiyor. Bazı hallerde az olup öz olmak, daha yüksek, anlamlı ve devrimci sonuçlar doğurabiliyor. Şimdilik bunlar…