İki ayı geçti elime ulaşalı. Yeni okuyabildim. Metin Kaya’nın Çetin-ce adlı öykü kitabını kastediyorum (Sancı Yayınları, 2023). Yaşamın, entelektüel dünyanın yoğunluğu insana zaman bırakmıyor. Zaman bulduğumuz anlarda da gerekli motivasyon olmadığı için okuma ve analiz yazma imkanı pek olamıyor ya da gecikiyor. Metin Kaya’nın öyküleri, kendini kolay okutan, merak duygusu yaratan ve bu yüzden de sürükleyici özelliği olan öykülerdir. Yeter ki başlayıp ilk öyküyü (Kınasız Gelinler) okumuş olalım. Çetin-ce, geniş bir coğrafyada ve nispeten geniş bir zaman aralığına serpiştirilmiş yaklaşık otuz öyküden oluşuyor. Okurken Kars’tan İstanbul’a kuzeyden güneye olmak üzere coğrafyamızda bir gezintiye çıkıyorsunuz.
Gezinti diyorsam öyle romantik bir gezinti değil. İçinde İmdat öyküsünde olduğu gibi büyük kararların alındığı, göçlerin olduğu, depremlerin yer aldığı gezintiler. İki aile, çoluk çocuk doğdukları yerden ayrılır, doyacaklarını düşündükleri kentlere doğru, sonu belirsiz yollara düşer. Kırlardan kentlere doğru göçe bakılırsa Kaya’nın öyküleri, bir bakıma ülkemizde kapitalistleşmenin öyküsü olarak da okunabilir. Kente gelen insanları gecekondular, işsizlik, yoksulluk bekler. Düz yazıda bunları anlatmak elbette ki öykü dilinin tadını vermez. Kentleşmeyi öykü sanatından izlerseniz adeta, anlatılanları yaşarsınız.
Çetin-ce’deki betimleme tekniğinin son derece etkili olduğunu da anımsatmak isterim. Yaşamı en içten boyutuyla betimleyen yazar, bizi bize gösterirken hem de bizi bütünleyen hayatı tasvir ediyor. Bu durumda hayat dediğimizin ne olup olmadığı da temel bir felsefi sorunsal olarak karşımıza çıkıyor. Birkaç öykü okuduktan sonraki düşüncemi bu bağlamda bir iki cümle ile paylaşsam iyi olacak sanırım.
Sanatsız, Öyküsüz Bir Yaşam
Yaşıyor olmak için genel anlamda canlı olmak ve hayatta kalmak yeterlidir. Söz konusu insan olduğunda durum değişir. Doğanın bilincinde olmak da, ötekiyle ilişki ve insanın her türden ürettikleri de yaşamın bir parçasıdır. Bilim, felsefe, sanat, şiir ve konu ettiğim öyküler / hikayeler de yaşadığımız sürecin bir parçasıdır. Hatta böylesi bir kültür dünyası içinde yaşanmayan bir hayatın, yaşanmaya değer olup olmadığının da sorgulanması gerekir. Sokrates, sorgulanmayan yaşam, yaşanmaya değmez demişti. Biz de buradan esinlenerek sanatsız, öyküsüz yaşamak yaşanmaya değmez diyebiliriz.
Sanat, roman ve öykü niçin vardır? Bunları ortaya çıkaran motivasyon nedir? Hiçbir öykücü salt yazmış olmak için yazmaz. Kaya’nın öykülerinde de görüldüğü gibi her öykücü bizim görmediğimizi, yok zannettiğimiz gerçekliği işaret eder. Bunu estetik bir tarzda yaptığı için de bilinçte psikolojik bir derinlik inşa eder. Yaraları, defoları, acıları onarır. Misal, kitaptaki Kızak adlı öyküyü düşünelim. 10 yaşlarındaki bir çocuğun iç dünyasını, dünyayı kavrayış tarzını izleriz. Çocuğun, ağır, dondurucu kış koşullarında -ilçeden köye doğru- kızakla yaptığı yolculuğu izlerken özdeşlik kurmadan edemeyiz. İnandırıcı, hakiki bir dil ve üslup ile yazılmış öyküde yöresel alışkanlıklar okurun içine dokunur.
Her paragraf, her cümle düşünülerek kurulmuş. Gevşekliğe düşülmemiş. Nitekim Kızak şu açıklamalarla başlıyor:
“Soğuk bir yılbaşı akşamıydı. Göle’deydim. Köye gidesim vardı. Pansiyondan çarşıya gelinceye kadar ellerim, ayaklarım sızlamaya başlamıştı bile. Karanlık çökmek üzereydi. Ayaz bütün haşmetiyle çöküyordu platoya. Bu saatlerde hangi araçla gidilecekti ki köye? Çocukluk aklı işte…” (Age, S. 33).
Mehmet Dayı’nın çocukla olan diyaloğu, ailesine kavuşma hevesiyle yanıp tutuşan çocuğun, kızaktan düşüp ölme korkusunu çarpıcı bir duygu içinde, öyküyü okurken siz de yaşarsınız. Kışın, karın, atın, kızağın ne olduğunu, ölüm duygusunun nasıl bir duygu olduğunu, sanki yaşayarak değil de okuyarak duyumsarsınız. Sanat eserini olduğu gibi öyküyü de öykü kılan, verdiği duygu yanında içerdiği dil ve anlatım biçimidir.
Öyküye dair dil ve anlatım biçimini başaran kişiye öykücü diyoruz. Eleştiri sınırlarını öykü sanatını da kapsayacak şekilde genişleten yazarlara ise büyük yazarlar demek gerekir. Çünkü öyküyü eleştirip onu aşmak, eylemi dünyevileştirmek anlamına gelir ki, netice itibariyle dünya değişince öykü de değişir ve lüzumsuz hale gelebilir.
Sınıfsal ve Sosyal Gerçeklik
Öykücünün, dili ve tekniği kullanmadaki yeteneğini, insanı ve toplumu gözlemlemede de göstermesi gerekir. İnsan yaşamı bir yapılı değildir. Sınıfsal özellik de tek özelliğimiz değil. Kaya’nın da böyle bir perspektifle dünyaya baktığını düşünebiliriz. Takma Diş adlı öyküde olsun, Sevda Kuşun Kanadında isimli öykülerde olsun, insanın değişik hallerine tanıklık ederiz. Takma Diş’te, bir insanın sıradan, basit gibi görünen yaşamının içinde fırtınalar estiğini, trajik ve komik özelliklerle betimlendiği görülür. Gogol’ün ölü can araması gibi ölen birisinin dişini alıp kullanmak isteyen bir öykü kahramanını kastediyorum. Gogol dedim de, Kaya da öykü içinde bilindik öykücü isimlerinden söz eder (S. Faik).
Okur, Takma Diş öyküsünde bir teknik daha fark edecektir ki, yazar adsız öykü kahramanları yaratıyor. Üçüncü tekil şahıs üzerinden öyküyü mobilize ediyor. Adsız kahramanlarımızı zengin özellikleriyle birlikte verdiğini de belirtmeden geçemeyiz. Her öyküde fark edilen sınıfsal ve sosyal gerçeklik, öykülerin temel özelliği ve motivasyonudur. Dolayısıyla söylemeye bile lüzum yok ki, Kaya’nın öyküleri toplumcu – gerçekçi çizgidedir.
Kuştan Öykü Kahramanı
Yazın ve yazım faaliyeti içinde olanlar için temaların zenginliği ve kesinliği, yazarın kalemine de aynı oranda yansır. Kaya’da olduğu gibi kurgu, daha geniş, derin ve spesifik alanlarda kurulma imkanı bulur. Sevda Kuşun Kanadında adlı öyküde görüldüğü üzere, bir kuştan öykü kahramanı yaratılabilir. Üstelik doğada, bağda, bahçede değil. Kümeste, köyde, kırda da değil. Adına zindan da denilen hapishanelerde… Yaşam felsefesi açısından düşünüldüğünde çağımızın uygar dünyası, yalnızca insanlar için değil, muhalifler için de değil canlılar ve örneğimizde kuşlar için de bir hapishanedir.
Hapislik konu edilirken Kaya’nın insan ve hayvan dünyasındaki ortak noktalara dokunduğunu, haddizatında canlıların kardeş ve örneğimizde tutsakların kuşlarla yoldaş olduğunu söyleyebiliriz. Tesadüfen koğuşa düşen bir kuşun, tutsaklarla süren yaşamı anlatılır öyküde. Aynı zamanda pencereden dışarı uçup geri döndüğü için bir yaşama sevinci aşılar koğuştakilere. Ta ki hapishane yüzbaşısının kuşu tespit ettiği, kuşun tutsaklara yoldaş olduğunu fark etmesine kadar sürer bu durum. Kuşu yakalayan yüzbaşı, elleriyle hayvanın başını gövdesinden ayırır. Sahne şu şekilde tasvir edilmiş:
“Kuşu, hafif tebessümlü bir edayla takip eden yüzbaşı; insana alışık hayvanı zorlanmadan yakaladı. Gözlerini mahkûmların üzerinde alaylı bir şekilde gezdirdi ve avucunda sıktığı kuştan son cıyaklama sesi duyuldu. Bir hamlede kafasını kopararak gövdesinden ayırdı” (Age, S. 44).
Yaşamın Katı, Çetin Koşulları
Kaya’nın öykü kitabına dair yazarken kitaba da adını veren Çetin-ce isimli öyküden söz etmeden olmaz. Yazarın öykü anlayışındaki sınırları ve kriterleri bu öyküde görüyoruz. En uzun yaşayan öykü kahramanı olarak Çetin’in dramatik yaşamını ve onu kuşatan anne – babasının durumu sergileniyor. Dramdır diyorum çünkü öyküde onulmaz bir hastalığa yakalanmış olan Çetin’in hikayesini okuyoruz. Öykünün mekanı Erzurum, Kars, Ankara, İstanbul olarak geniş bir alana yayılmıştır. Zaman aralığını anlamak içinse Çetin’in büyük bir sevinçle doğduğu anlar, top oynadığı, köpeklerle koşturduğu sokaklar, ilk öğretim ve ortaöğretim yıllarını izlemek gerekiyor.
Yazarın, Çetin için tasvir ettiği dönüm noktaları, askerliği ve siyasi sorgu, hapis ve memuriyet hayatıyla birlikte konu edilen tüm yaşamı okura zaman konusunda da bir duygu ve düşünce taşımış oluyor. Bu zaman aralığının, yalnızca Çetin’in yaşamına ilişkin bilgi verdiğini düşünmek yanlış olur. Kaya, Çetin’in tarihini anlatırken aslında vurgulanan, ülkemizin yakın tarihinin hikayesidir. Hayatın katı, engelli duvarları, kırsal yaşamın çetin-ce geçen koşulları, otel odalarındaki hırsızlıklar, gündelik yaşamdaki monotonluk… Burada öykü kahramanının adıyla yaşamın koşullarına karşılık kullanılan sıfatın aynı olduğunu umarım fark etmişsinizdir. Dili, kelime ve üslubu zengin bir tarzda kullanan yazarın, eğitimci olduğu, daha da önemlisi şair kimliğine sahip biri olduğu da dikkate alındığında bu yaratıcılığın motivasyonu da ortaya çıkmış oluyor.
İnsanlara isim olarak verilen “çetin” ile hayatın acımasızlığını işaret eden “çetin” arasında paralellik kurulmuş. Birbirinden ayırmak için de ilki haklı olarak, özel ad olduğu için büyük harfle yazılmış sıfat olarak düşünülen çetin ise küçük harfle yazılmıştır. Bununla birlikte sanırım ayrım daha da belirgin olsun diye kitap kapağında da görüldüğü gibi eserin adı “Çetin-ce” biçiminde yazılmış.
Sanat ve Kadın
Bence bir sanat eseri, üretim ilişkilerini, mülkiyet dünyasını göstermiyor bir de kadına ilişkin değilse o sanat eserinin, estetik bir ürün olup olmadığı şüphelidir. Kaya’nın öyküleri bu kuşkuyu giderir türdendir denilebilir. Hemen her öyküsünün girişi, öykünün kurulacağı zemini işaret etmek üzere üretim ilişkilerinin betimlenmesine ayrılmıştır. Girişte andığım Kınasız Gelinler adlı öyküyle de bu tespitimizi test edebiliriz. Feodal üretim ilişkilerine bağlı olarak ortaya çıkan geleneksel değerler içinde genç kadınların, kız çocuklarının “kaderi” estetize ediliyor. Kadının, bir meta gibi alınan / satılan, dramatik yaşam tarzını görüyoruz. Kaya, bu noktada genç kız psikolojisi üzerinde durmayı da ihmal etmiyor. Kendisinin, eline kına yakılma imkanı bile verilmeden, değil ki çocukluğunu, gençliğini ve kadınlığını bile yaşamadan ihtiyar bir kocanın malı olarak biten bir hayat söz konusu oluyor. Şu açıklamalara dikkatinizi çekerim:
“Kışın ahırda hayvanlarla birlikte, yazın da ahıra bitişik tek gözlü evlerde soğuk bir yaşam sürüyorlardı. Kalabalık nüfus, eşyasız ev, yırtık ve yamalı giysiler içinde yoksul geçen günler… Büyüdüğünün farkındaydı. Kendisine dar gelen elbiseleri ve şekillenen bedeniyle ablalarına benzemeye başlamıştı. Çeşme başı sohbetleri, kına ve düğün eğlenceleri en güzel anlarıydı.” (Age, S. 9).
Öyküde genç kızın, kim olduğunu bilmediği, daha evvel bir kez bile görmediği, yaşını başını tanımadığı bir adama verilirken alınan başlık parasının, bir sistemi açıkladığı da gösteriliyor. Zira yazarın, detaylar da vererek betimlediği gibi başlık parası, gelin tarafı için küçük ölçekli de olsa bir gelir kaynağıdır. Bu parayla şehir merkezine gidilir, anneye babaya ihtiyaçları olan bir kaç parça eşya alınır, kardeşlere de küçük paylar düşebilir. Şehir esnafı da bu “hayırlı” işten sebeplenmiş olur. İnsan dünyası ve özellikle kadın yaşamı, piyasanın / pazarın bir parçası haline gelir.
Şöyle bir cümleyle noktalamak istiyorum yazıyı: İnsanın, kendi özüne dönmesi için öykülere temel olan pazar düzeninin (feodalizm / kapitalizm) son bulması kaçınılmazdır.