Kapitalizmin yaşamı kuşattığı, zihinleri, bellekleri baskıladığı koşullarda bir nefes alabilmek için sıklıkla sanata sığınmak zorunlu oluyor. Sanatın öyle bir özelliği var ki en trajik olan figür ya da tip bile insanı gülümsetme potansiyeli taşıyor. Böylesi bir potansiyel Muzaffer Oruçoğlu’nun sanatı ve özellikle resimleri için de geçerlidir.
Roman, öykü ve destanlarında gülümseten sahnelerin sıklıkla görüldüğü biliniyor. Resimleri biraz farklıdır Oruçoğlu’nun. Yazın alanında gerçekçi, çizim alanında, plastikte gerçeküstücü denilebilir. Gerçekçi derken sosyalizmden söz ediyorum. Onun tablolarında sosyalist sanat anlayışının sürrealist (gerçeküstücü) tarzda kurulduğunu görüyoruz. Bu tarz içinde, aslında insanı güldüren tablolar çizmek güçtür. Bu güçlük, Oruçoğlu’nun fırça vuruşları söz konusu olduğunda çözülüyor, güçlük aşılabiliyor.
Kadın Değil Resim
Bir grup arkadaşla sanatçının Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki sergisini gezdik (Şişli Belediyesi). Sergi 25 Marta kadar (2024) ziyaret edilebilir. Salona girdiğinizde, adeta kadınların hakim olduğu renkli bir dünyaya adım atıyorsunuz. İnsanı karşılayan, karşılarken gülümseten kadınları görüyorsunuz. Kadınlar dedimse, neticede resim sergi salonundan söz ediyorum. Dolayısıyla plastik ögeleri, renk renk, boy boy tabloları kastediyorum. Picasso’nun mantığıyla bakarsak bunlar, kadın değil resim!
Kadına doğru yönelmek, ataerkil, kapitalist dünyadan bıkan insanlık için bir kurtuluş umudu yaratabilir. Umut belki de kadındadır. Oruçoğlu, tablolarıyla bunu mu ima ediyor dersiniz? Feminizmin yükselmesi, kadının yüceltilmesi, kadın devrimi türünden kavramların sol, Marksist literatüre girdiği koşullarda Oruçoğlu’nun kadın tabloları daha da önem kazanıyor bence.
Emekçi sınıfların değil de kadının öne çıkması, politik bakımdan da sorgulanması gerekiyor belki. Sanat ve resim deyince politika önemli oluyor. Zira her sanat eseri, sınıflı toplumlar boyunca, politik bir bildiri ve içerik taşır (Çehov). Bu durum, Oruçoğlu’nun sanat anlayışı için daha da geçerlidir. Proleterleşme sürecinde kadının aktif hale gelmesi, doğaldır ki siyasete, felsefeye olduğu gibi sanata ve resme de yansır.
Kadınlar Işığa Doğru
Sanatçı, serginin adını “Kadınlar Işığa Doğru” koymuş. Bu yönüyle optimist bir sanat ideolojisinden söz edilebilir. Buradaki ışığa doğru yönelmeyi, Marksizmin Aydınlanma yorumunda olduğu gibi bir ilerleme değil komünizme gönderme yapan bir şifre olarak anlamak gerekiyor. Tablolar, bizi kadın dünyasını anlamaya sürüklüyor. Sergiyi gezerken kadınların bu denli renkli çizilmesinin de bir mantığı olmalı, dedim. Keza kadın resimlerinin, kadınlara benzediği de tartışma kaldırır. Sorun da burada ortaya çıkıyor bana göre. Kadın nedir ve kimdir? Bu, önemli bir bilgi felsefesi tartışmasına taşır bizi. Öyle ya, bu tabloların epistemolojik kaynağı, ontolojik kökeni nedir? Sorular çoğaltılabilir.
Ana akım düşüncenin ya da egemen fikirlerin lanse edip betimlediği bir cins midir kadın? Egemen fikirlerin optiğinden bakılırsa kadın, neyse odur! Oysa sınıf teorisi açısından, mülk dünyası nedeniyle kendi doğasına yabancılaşmış bir varlıktır kadın. Erkekler gibi kadınlar da ancak komünist bir dünyada kendileri olabilir. Tüm bu tartışmalar kadının, resimlerde neden kadına benzemediğinin de yanıtıyla ilgilidir. McKinnon gibi feminist teorisyenlere göre de ataerkil sistemde biyolojik cinsiyet değil toplumsal cinsiyet geçerlidir. Resimlerdeki “biçimsiz” kadınlar, toplumsal cinsiyete temel teşkil eden ataerkil sisteme bir itirazdır aslında. Bu itirazın mizah unsuruyla ittifak halinde tuvale yansıdığını görmek zor olmuyor.
Armonik Renklerin Diyalektiği
Tablolarda izleyiciyi sarıp büyüleyen bir boyut olduğunu tespit etmek zor değil. Işık – gölge olsun, sıcak – soğuk renklerin diyalektiği olsun, bunlar insanı kucaklayan bir armonik yapı olarak kendini gösteriyor. Bu diyalektiğe kadınların farklı kesimleri arasındaki korelasyonu da eklemek gerekiyor. Hatta resimler içine gömülmüş erkek figürlerini de unutmadan. Kadınların farklı sınıfları, tuvale yansımış olsa da ezilen kadınlara, emekçi kadınlara ve sosyalist kadınlara (Kolantay) özel bir yer verildiği gözlerden kaçmıyor. Tablolara kadın yüzleri, kadın bedenleri, kadın zihniyeti, kadın ruhu ve güzelliği egemen olduğu halde erkeklere de yer verilmesi sosyal dünyanın doğası gereğidir. Bunu, kadın – erkek arasındaki sınıfsal ilişkinin betimlenmesi olarak da yorumlamak mümkündür (Engels).
İzleyicilerin pek çoğundan “Oruçoğlu resimlerinden bir şey anlamıyorum” dediğini duymuşumdur. Egemen akıldan ve baskın, sınıflı, uygar kültürden bakıldığında sürrealist sanatı anlamak zordur. Burada sürrealist sanat derken gerçekliği paranteze alan, soyutlamanın, en aşırı olduğu tarzı kastediyoruz. Aynı zamanda Oruçoğlu’nun sürrealistliğini anarken “devrimci” sıfatını eklemek gerekiyor. Soyutlamanın esas tarz haline gelmesi, egemen aklın ya da doğal bilincin (Hegel) kavramasını zorlaştırıyor. Bu yüzden de Marksist manada bir ontoloji ve epistemoloji çalışmayı, gerekli kılıyor.
Yıkan ve Yeniyi Kuran Sanat
Sanatın, bir tür biçim bozma, gerçekliği yıkma, yeniyi yaratma etkinliği olduğu düşünülürse sanatçının da bir tür anarşist olduğu sonucuna varabiliriz. Oruçoğlu’nun resimlerindeki yadırgatan biçimler, iğreti tarzda betimlenmiş kadın bedenleri, tuhaflık hissi veren biyolojik organlar, yeşil kaşlar, kırmızı gözler ya da dengesiz, örneğin patates gibi çizilmiş burunlar, çirkin yüzler… Tüm bu çirkin ve güzel, düzen ve karmaşanın ontolojik kaynağını binlerce yıldır süren ataerkil sistemde aramak gerekir.
Muzaffer Oruçoğlu’nun “Kadınlar Işığa Doğru” adlı sergisini izleyen her felsefi göz konuyu ister istemez epistemolojik açıdan da ele alacaktır. Bence böylesi karmaşık ve kapsayıcı sanat ürünleri ancak felsefeyle özüne daha uygun olarak anlaşılabilir. Öte yandan şu da var ki, sanat için genel geçer bir doğru (güzel demek istiyorum) olmakla birlikte mutlak güzel yoktur. Dolayısıyla sanat eserinden her estetikçi, izleyici, filozof veya eleştirmen aynı şeyi almaz / anlamaz.
Akılsız Aklın Tabloları
Mutlak güzelin reddi ilkesi Oruçoğlu tabloları için de geçerlidir. Nihayetinde Oruçoğlu’nun resimlerinde, yukarıda da ima ettiğim gibi akıl aramak gerekmiyor. Bu tablolara “akılsız aklın tabloları” da denilebilir. Akıl, egemen sınıfların şişirdiği bir balondur ve çoğu zaman burjuvaziyi temsil eder. Bunun içindir ki, egemen burjuva aklı, hiç bir zaman varlığın doğasını / özünü görme yeteneği taşımaz.
Aklın her şeyi bilemeyeceğini burjuva filozofları bile kabul eder (Kant). Oruçoğlu’nun resimlerini çözmeye, çözümlemeye veya teknik terimle söylersek okumaya, burjuva aklıyla değil proletaryanın aklıyla yönelmek gerekiyor. Dahası da var: Bu resimleri hem sınıfsal hem cins baskısına maruz kalan “kadın aklıyla” okumak en doğrusu. Oruçoğlu’nun tablolarındaki kadın aklı, çağımızda mülk damgasıyla belirlenmiş kadın aklı değildir. Tersine kendini aşan, çağı tümleyen, yeniyi simgeleyen bir akıldır. Resimlerdeki patlak figürler, cırtlak renkler, kontras ögeler, itici tipler, kaba saba görsellikler de bu perspektiften okunmalı ve yorumlanmalı diye düşünüyorum.
Gülen ve Gülümseten Bir Dünya
Soyutlamanın yoğunluğu, sömürü olgusunun, sınıflı toplumlar tarihinde, bilhasa emperyalizm aşamada daha da yoğunlaşmasıyla ilgilidir. Bu yüzden de epistemolojide materyalist titizlik gibi sanatta da soyutlama zorunlu hale geliyor. Aslında soyutlama, doğal bilincin zannettiği gibi gerçekliğin üstünü örtmek için değil somutu daha da somutlamak için yapılır (Picasso).
Oruçoğlu’nun resimlerindeki soyutluğun yoğun oluşu, çağın feodal, kapitalist ve emperyalist gerçekliği gereğidir. Bu gerçekliği daha berrak gösterebilmek için soyutlama en geniş sınırlarına götürülmüştür. Resimlerin verdiği mesajı, “bu dünya, mevcut gerçeklik değişecektir” biçiminde almak mümkündür. Kadınlar olmadan bu dünyayı değiştirmek mümkün görünmüyor. Öte yandan yeni bir dünya kurulmadıkça kadınlar için özgürlük söz konusu olmayacaktır. Özgürlük, ancak kadınların gülen ve gülümseten çabasıyla mümkün olabilir.