Hafta sonu bir müzik konserindeydik. İki saate yakın yüzlerce insanla bir araya gelmiş olduk. Sanat, müzik ve konser severlerle çoktandır buluşma imkanı olmuyordu. Bu yüzden buluşma, konunun estetiği, sosyolojisi, psikolojisi ve bilhassa felsefesi üzerine düşünmek için de güzel bir vesile oldu. Halk müziği sanatçısı Turan Parlak’ın Atakent Kültür Merkezi’ndeki konserinden söz ediyorum (3. 3. 2024 – İstanbul). Parlak’ın canlı performansı gibi eserlere eşlik eden orkestra da son derece etkili ve başarılı bir sınav sergiledi. Yapaylığın, yapay zekaların, dijital müziklerin, GPT programlarının sanatsal hünerlerinin sıklıkla konuşulduğu günümüz koşullarında hiç bir çabanın, insanı aşma yeteneği ve potansiyeli olamayacağı düşüncesi zihnimde bir kez daha test edildi diyebilirim.
Konser, konserden ibaret olmadığı gibi yalnızca sahnedeki orkestra ve Turan Parlak’tan da ibaret değildi. Değişik sanatçılar vardı sahnede! Parlak, duygulu sesiyle Ahmet Kaya, Aşık Mahsuni, Neşet Ertaş, Livaneli, Karacaoğlan, Ruhsati gibi sanatçı ve ozanlara kadar taşıdı kitleyi. Sabahattin Ali’den “Aldırma gönül aldırma” türküsünün notaları kulaklara çarptığında ise adeta ruhlar salon dışına, Sinop hapishanesine, Karadeniz’in “deli dalgalı” sularına kadar gitmiş oldu.
Modernizme bağlı olarak mekanik aparatların geliştiğini, dolayısıyla da sanatı ve felsefeyi baskıladığını tespit etmek zor olmuyor şu sıralar. Konserlerin, salonların ve sanat sergilerinin, bu baskılara karşı bir direniş hattını temsil ettiğini söylemek de mümkündür. Teknoloji ve bilim geliştikçe insan geriliyor ne yazık ki. İnsan ve toplum kendi özünden uzaklaşıyor. Sanat ve felsefe yoksunluğu estetik ve etik incelik kazanmış nesiller yerine kaba saba kuşakların peyda olmasını koşulluyor. Yine de böylesi kuşatılmışlıkları aşma imkanı, bu türden sanat etkinlikleri düşünüldüğünde, çağın insanı için üretilmiş oluyor. Bu üretimler de, yaşamın dinamizmi ve diyalektiği gereğidir diyebiliriz.
Güzele ve özellikle sanatsal güzele olan ilgimiz evrimimizin bir sonucu olarak vardır ve oldukça eskidir. Hatta, bana sorulursa insanı, insan kılan da sanat ve edebiyattan haz alan bir varlık olmasıdır denilebilir. Estetik hazzı alabilmek ise ona zaman ayırmayı ve incelmiş bir duygu ve düşünce durumunu gerektirir. Dijitalleşmenin, bu inceliği yok etme eğiliminde olduğunu, insanı yapaylığa ittiğini saptamak zor görülmüyor. Salon, sahne ve sanatın somut gücüne, Parlak’ın ve sazların sesine buradan bakmak yanlış olmasa gerek.
Edebiyat ve müzik gibi resimsiz, tiyatrosuz, sinemasız, operasız ve şiirsiz bir yaşam bence yaşanmaya değmez! Dijital ve mekaniğin dünyasına karşı sanata sahip çıkmak biricik görev olmalı. Zira sanatın sonlandırılması türünden lüzumsuz tartışmalar eksik olmuyor. Umarım kulaklarımız gibi gözlerimiz de modern dünyanın karanlığında yeteneğini giderek zayıflatmaz, kaybolmaz. Bu yüzden de zihinleri olduğu gibi kulakların pasını da açmak gerek. Bacon’ın dediği gibi bilinci idollerden arındırmak en iyisi. Yabancı dijital unsurlardan arınmış beyinlerin ve yüreklerin renklere, notalara, imgelere, tiplere, karakterlere ihtiyacı olduğu açıktır. Dolayısıyla Turan Parlak’ın konserinin işlevsel olduğu söylenebilir. Dolayısıyla bilinci, aklı, gözü ve kulağı açmak üzere flütü, saksafonu, bağlaması, bas ve klasik gitarı, bendiri ve perküsyonu ile oluşmuş bir orkestrayı izlemek anlamlı olmuştur sanırım.
Konser yalnızca konser olmuyor dedik. Bestelerle, güfteleriyle, bağlaması ve gitarıyla insana temas eden seslerin dünyasına göçüyor insan. Hapishane şiirleri ve hapishane türkülerinin birbirini izlediğini görünce, pür dikkat kürsüyü izleyenleri izlemenin kendisi bile bir felsefi, psikolojik sorunsal oluyor adeta. Dünyanın zekasını, bilincini, ruhunu, duygusunu, düşüncesini ve kavramlar diyarını notalar üzerinden izlerken insan yeni alemlere taşınır ve şu düşünce akla gelir: Yapay zeka gelsin de zeka görsün!
Merhaba ile başlayan ezgiler, İçanadolu tezenesiyle devam eder. Neşet Ertaş anılır önce. Sonra belgeselci, şair Levent Kaçar’ın Gorki’yi andıran köylü görüntüsüyle sahnede yerini alması sanırım ilgi çekmiş olmalıdır. Dahası var: Salonda olup da Dersim ellerine gidip gelmeler, Sivas, Malatya ve Adıyaman’ın havasını koklamak… Levent’in kendi şiirlerinde biriktirdiği insan ve dünya sırlarını deşmesi, Turan arkadaşın Kürt, Kürdistan ve Ermeni yurtlarına dek açılması, kuşkusuz ki sanatın, estetiğin, güzellik duygusunun ve müziğin evrenselliği ile ilgilidir. Burada sanat ve müzik derken elbette, derdi ve sözü olan devrimci sanattan, değiştirme kültürü olan sanattan söz ediyorum.
Repertuar zenginliği de bir başka özellikti. Hüzün, neşe, coşku, alkış arasında diyalektik bir bütünlük vardı denilebilir. Mekaniğe alıştığımız, daha doğrusu alıştırıldığımız günümüz çağında detone sesleri bile özler olmuşuz dedik. Birlikte izlemek, birlikte söylemek, birlikte yanlışlar yapmak gibi “zengin” özelliklerimiz de risk altında. Misal “Dağlar kızı reyhan” adlı türküyü dinlemeden, ondaki estetik hazza temas etmeden yaşayan bir gençlik düşünelim. (Orkestra şefi Murat Yamandır okudu). Böyle bir gençliğin ya da insan kitlesinin nelerden yoksun olduğunu anlatmak ne zordur, değil mi?
Andığım repertuara nice aşk ve sevda türkülerini, mücadele şarkılarını da eklemek mümkündür. Aram Tigran’ın “Leyla Leyla” türküsü okunmasa konser belki de eksik kalırdı. “Hoşça kalın dostlarım” adlı eser de bende benzer duygular bıraktı. Turan Parlak, bazen kitleyi de kattı söylemeye. İzleyicilerin arasına daldı bazen de. Birlikte oyunlar oynandı. Yapaylık ve doğala yabancılık, aşılmaya çalışıldı denilebilir. Bireysele, bencilliğe, teknolojiye, yozlaşmaya, kapitalizme karşı kısa bir süreliğine de olsa mesafe konuldu diyebiliriz.