Bir hafta – on gündür, geleneksel aile, akraba ve hemşeri çevreleri içinde vakit geçiriyorum. Gün içinde büyük çoğunlukla televizyon programları, diziler ve haberlere “zorunlu” olarak bakıyorum. Bir yıllık TV izleme oranını, sanki bir haftada tamamlamış oldum. Hotbir’den yayın yapan, devlet ve hükümet muhalifi, devrimci TV kanallarını izleyen olmadığı gibi bu devrimci yayınların olduğundan haberdar olanların sayısı da azdır. Kültürel, siyasal ve politik psikoloji açısından geleneksel çevrelerin sınıfsal bir farkındalık yarattıklarını düşünmek şimdilik zor. Küçük çevrelerde sınıfsallıktan ziyade milliyetçi, dinci, bölgeci, yerel, mülkçü eğilimler son derece baskındır. Bu da bir yandan gelenekleri güçlendiriyor bir yandan da gelenekselleşmeyi, tüm topluma yayarak egemen hale getiriyor.
Yerel – Tarihsel Diyalektiği
Yerelin somut gerçekliğini gözlemlemek, bizi ister istemez genel, teorik “büyük anlatılar”a bağlar. Nihayetinde teori olmadan pratik’e anlam vermek de güçleşir. Yerele baktığımızda gelenekselleşmeyi görürken bunun evrensele yansıdığını fark etmek de zor olmuyor. Aktüel olan ile tarihsel olan arasındaki bağa bakmak, tarihin üzerimize çöken etkisini dikkate almadan kitlelerin, “neden gelenekselleştiğini” anlamak mümkün olmuyor.
Son 50 – 60 yıldır dünyada komünist iddialı bir devrimin yaşanmadığını tecrübeyle tespit etmiş olduk. En son, 1959’da Küba devrimi gerçekleşmişti. Üstelik bu süreçte Sovyetik rejimlerdeki yenilginin resmiyet kazanmış olması da büyük, evrensel bir sosyal sorun olarak orta yerde duruyor. Bu gelişmeler şüphesiz ki kitlelerin demoralize olmasında etkilidir. Buna mukabil kapitalist emperyalist sistem de savaş, sömürü, kriz, kaos ve zorbalık stratejileri yanında taktik, psikolojik ve ideolojik taarruzlarla ancak ayakta durabiliyor. Bu durum hem emperyalizm düzeyinde hem de Türkiye gibi ülkeler nezdinde geçerlidir. Gözlemlemek imkansız değil. Sonuç itibariyle ülke ve dünya düzeyinde devrimcilikten post devrimciliğe ve geleneksele doğru bir kayış söz konusudur. Postmodern teoriler, bu gerçeklerden hareket etmişlerdir.
Yabancılaşma ve Korku Psikolojisi
Özne – nesne diyalektiğinin olmadığı, kitlelerin sistematik bir biçimde homojenleştiği günümüz koşullarında sınıf mücadelesinin en özgül biçimi olan “öncü savaşı” (toplu ayaklanma, halk savaşı vs.) tartışmasının geri plana itildiği, kuşkusuz ki görülmektedir. Böylesi şartlarda küçük burjuva rekabet duygusu, çekememe, hırs, yabancılaşma ve korku psikolojisi etkilidir. Bencillik, hastalık düzeyinde ilerlemiş, özgecilik ve başkasıyla birlikte özgürleşme duygusu zayıflamıştır. Oysa Marx, kitleleri yüzyıllar öncesinden uyarmıştı: “Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen yeterli”.
Bulunduğum ve kulak misafiri olduğum ortamlarda, şu sıralar sıklıkla asgari ücret ve emekliye yapılan zamlar konuşuluyor. Şikayet var, yorum var, laf var, eleştiri var ama hareket yok! “Akıllıca” analizler yapılırken asker ve polis maaşlarındaki artışlara tepki var. İmam maaşlarına ve milletvekili maaşlarına yapılan yüksek zamlara karşı da homurdanmalar ayyuka çıkmış durumda. Ama asker ve polisin maaşının yüksekliğine itiraz eden kitlelerde asker ve polisin varlığına itiraz etme bilinci bulunmuyor. Keza milletvekili veya imamların, hakim ve savcıların yüksek ücretlerine itiraz edenlerde bu mesleklerin varlığına itiraz etme düşüncesi de söz konusu değil. Dolayısıyla “yeni bir dünya” yerine “iyi bir dünya” arzusu özellikle geleneksel çevrelerde baskın haldedir.
Politik Özneye Uyarı!
Kapitalizm koşullarında cami ve iman gibi okul ve öğretmen sayısının artması da sanılanın aksine özgür bir toplumun değil tutucu toplumun bir özelliği olarak rol oynar. Marx bu konuda da kitleleri ve politik özneyi uyarır: “Bir öğretmen, öğrencilerin kafasına vurmasına ek olarak okulun sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştirmez”.
Bizim topluma buradan bakan her göz büyük çoğunluğun dinsel ve seküler eğitimden geçtiğini hemen fark eder. Bu iki toplumsal katman arasındaki çatışmanın da, sahte bir çatışma olarak kendini gösterdiği anlaşılmaktadır. Yine gelenekselleşmenin baskın olduğu süreçlerde ve ortamlarda emek – sermaye çatışmasının yerini emeğin, emekle çatışmasının aldığını saptamak zor olmaz. Kitleler, birbirine kuşkuyla hatta düşmanca bakar.
Resmi ideoloji: Türk -İslam Sentezi
Emekçilerin ve ezilenlerin birbirine mesafe koymasında ve sisteme bağlanmasında, kuşkusuz ki resmi ideoloji ve onu taşıyan iletişim araçlarının etkisi belirleyicidir. Gözlemlerim şunu gösteriyor ki, geleneksel çevrelerin televizyonla ilişkisi, halen son derece güçlüdür. Geleneksellik, muhafazakarlık getirir o da feodalizm ile ilişkilidir. Türkiye ve kısmen Kürdistan toplumunda (dünyada da pek çok örneği vardır) bu ilişkileri saptamak hiç de zor değildir.
Yalnız laik ve dinci eğitim değil tüm bilim ve teknoloji, görünüşte devrimci iken gerçekte geleneksellik üretir. Bu şartlarda devrim ve karşı devrim terminolojisinin yerine antik, modern ve geleneksel karşıtlığı konulur. Bugün kitleler için eğitim ve öğretim merkezleri olarak bilim ve teknolojik araçlar vardır. Halkın büyük kesimi halen “akşam haberlerinin” manipüle ettiği kesimlerdir. Marx açısından bilim, teknoloji ve makineler uzmanlaşmış emeğin isyanını bastırmak için kapitalistler tarafından işe koşulan silahlardır.
Medyanın gündelik yalanları gözlemlendiğinde “ücretli emek” düzeninin etkisi hemen hissedilir. Bunun etkisinde kalmak üzere kitlelerin ekran başında epeyce zaman geçirdikleri anlaşılacaktır. Nargile dostlukları, sigara sohbetleri, çay – kahve partileri, futbol stadyumları ve okey masaları, genç yaşlı nesillerle doludur. Dolayısıyla dijital gelişmelerin ve sosyal medyanın devrimci bir rol oynadığı, örneğin televizyonu demode ettiği tezi gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. Bu durum yalnız kırsal çevreler ya da içanadolu için değil, bir ölçüde büyük kentler için de geçerlidir. Bu noktada belirtmek gerekir ki “televizyon kültürü” toplum üzerinde bir kabus gibi belirleyici olmaya devam ediyor. Köylüler, bilhassa kış mevsiminde televizyon başında çeşitli “düşüncelerle” bilinçleniyor! Gerçekte ise olan Türk-İslamcı, resmi ideolojinin payandası olmaktır.
Proletarya ve Tekelci Burjuvazi
İnsan, yaşadığı koşullara göre düşünmeye yatkındır normalşnde. Marx’ın Feuerbach’tan yaptığı bir alıntı da bunu imliyor: Sarayda yaşayan başka kulübede yaşayan başka düşünür. Bunu yalnızca proletarya adına Feuerbach / Marx keşfetmiş değildir. Bilhassa tekelci burjuvazi, aynı olguyu daha derinden fark etmiş olmalı ki, karşı devrimci aygıtlarla bilinçleri doldurmaya büyük bir özen göstermektedir. Başta geleneksel zihinler olmak üzere bilinçler, din, laiklik, iman, devlet, vatan, asker, polis, peygamber, Muhammed, Atatürk, imam, öğretmen, hukuk, hukukçu gibi kelime ve terimlerle doldurulmaktadır. Oysa bunun yerine geniş halk kitleleri, emek, sermaye, sosyalizm, kapitalizm, Marksizm, proletarya, sınıf mücadelesi, komünizm, komünist partisi, ezilen halklar türünden bir kavram seti tarafından canlı tutulması ve kılınması gerekir.
“İyileştirme bilinci”nin baskın olduğu koşullarda reformlar “izm”e dönüşür ve eşitliği temel alan toplumsal bir devrim anlayışı geriler. Toplumsal bilinç, ideoloji ve lafoloji haline gelerek sosyal gerçeklik üzerinde hakimiyet kurar. Böylesi süreçlerde haklar ve özgürlükler, kitlelerin (proletarya) mücadelesi yoluyla “alınması” gereken değerler olarak değil de egemen sınıfların (burjuvazi) “vermesi” gereken değerler olarak algılanır. Bu türden bir algı ve bilince çıkarma, giderek sosyal psikolojik bir kültüre dönüşür.
Lüzumsuz Meslek ve Bürokrasi
“Verilen haklar kültürü”, elbette devrimci bir kültür değildir, yardım, sadaka, iyileştirme yani ölümü gösterip sıtmaya razı etme kültürüdür. Bu kültür içinde asker, polis, hakim, savcı ve yüksek bürokratik kesimlerin yüksek maaşları sorgulansa bile “bütün” bir bürokrasinin neden lüzumsuz olduğu sorusu akla gelmez. Üstelik toplumsal artığın (artı değerin) yani sosyal zenginliğin bürokrasiye gittiğine inanılır ki, bu da büyük bir yanılgıdır. Toplumsal attık, kapitalizm için bürokratik ve ideolojik payandalar üretmekle birlikte esasen sermayeyi oluşturur ve ona eklenerek genişleten bir özelliğe sahiptir.
Devrim fikrine karşı, yeniliklere (reform: reformizm) ilginin arttığı koşullarda kitleler pasif bir ruh dünyasına girer. Sokaklar yerine parlamentoya, kamuculuğa, seçimlere, belediyeciliğe, burjuva demokrasisine ilgi artar. Kitlelerin nesne değil de özne olduğu koşulların, ancak devrimci süreçlerde ortaya çıktığı tarihsel tecrübelerle sabittir. Günümüzün reformcu koşullarında kitlelerin, iyileştirmeyi düzenden, devlet babadan, reisten ve nihayet “sosyal, hukuk devleti”nden beklediğini gözlemlemek zor olmuyor.
Politik Özne ve Sosyal Bilinç
Geleneksel kültürde Muhammed veya Mustafa Kemal için “… hakkı verdi” türünden klişeler de bu beklentilerin geleneksel örnekleridir. Haklar devlet babanın veya devlet adamının verdiği bir tür ulufe olduğu için yalnızca sınıf mücadelesine değil, herhangi bir müdahaleye bile gerek yoktur!
Kitlelerin nezdinde gidişata karşı herhangi bir şekilde müdahale ve mücadele etmek gerekiyorsa bunu da, kendileri değil başkaları yapmalıdır! Üstüne üstlük mücadele içine girip de sistem tarafından ötekileştirilen, örneğin Kürt, komünist, kadın, grevci, sendikacı, aydın, Alevi, öğrenci gibi kişi ve kesimlerle aidiyet duygusu, ilişkilenme ve dayanışma bilinci söz konusu olmaz. Oysa aynı kitleler, politik öznenin (öznelerin) mücadelesi yoluyla elde edilen ekonomik, sosyal ve siyasal hakları kullanırken oldukça cömerttirler. Şu da var ki, siyasal ve sosyal bilinç bakımından egemen, resmi ideolojinin etkisindeki kitleler bu hakların elde edilmesinde, sınıf mücadelesinin oynadığı rolü fark etmekte de yetersiz kalırlar.
Devrimci durumun somutluk kazanamadığı günümüz koşullarında kitlelerin aklına sınıf, savaş ve mücadele gibi kavramlar kolaylıkla girmez. Girmesi, toplumsal öznenin gücüne bağlıdır. Sınıf mücadelesinin geliştiği koşullarda kitlelerin mücadeleye katılması, artarak artışını sürdürür iken, mücadelenin inişte olduğu dönemlerde katılım, inerek inişini sürdürür.
Marksizm, Liberalizm ve Siviltoplumculuk
İyileştirme, yüksek düzeyde sadaka, reformlar, sosyal destek ve düzenlemelerin baskın olduğu geleneksel ortamlarda şükretme, yakarma, güçlü devletten medet umma, pasizm, dolayısıyla mutsuzluk, kişilik kaybı, bilinç erozyonu belirleyen haline gelir. Homurtular en fazla isyana dönüşür, ayaklanma ve toplumsal bir devrim yapma düşüncesi, maalesef oldukça zayıftır. Bırakalım toplumsal devrimi, kendiliğinden bir isyan bilinci bile etkili değildir. Belirleyici olan “feryat etme” ve “bekle gör” bilincidir. İletişim araçları esasta bu bilinci üretmek ve canlı tutmak için vardır.
Diyalektik ve tarihsel materyalizm, böylesi süreçlerin sonsuza kadar sürmeyeceğini ileri sürmektedir. Çünkü her şey ve değer tarihsel bir olgu olarak vardır. Süreçler nicelikseldir, hedef ve sonuç ise yeni bir nitelik anlamına gelir. Marksizmi, liberal, milliyetçi, teolojik, devletçi, siviltoplumcu vs. ideolojilerden ayıran özellik de buradadır.
Feryat Değil, İsyan ve Ayaklanma!
İki notaya işaret ederek bitirmek uygun görünüyor. Toplumun gelenekselleştiği şartlarda sonuçlar nedenmiş gibi görünür ki, komünist partisi bu yanılsamaya karşı mücadele eder. İkincisi ise baskın hale gelen felsefi, sofistik yorumlar ve “feryat etme” düşüncesinin yaygınlığıdır. Statik olan, hareketliymiş gibi görünür.
Belli ki “feryat etme” ve “yorumlama bilinci”, bilhassa sınıf mücadelesinin zayıf olduğu tarihsel süreçlerde sistemi geriletme veya yıkma değil güçlendirme işlevi görür. Zira ayaklanma ve devrim yapma bilincinin yerini sisteme eklenme ve ona entegre olma düşüncesi almıştır. Bu yüzden proletaryanın, Marx’ın şu önerisini bilince çıkarıp uygulaması zorunlu görünüyor: Ayağa kalkmak için “ayağa kalkıyorum” demek yetmez, pratikte yekinip ayağa kalkmak gerek! İşte bu tavır, post devrimciliği ve gelenekseli aşıp devrimci durumu yaratmanın koşulu olabilir.