Sofraları, yalnızca sofra olarak değerlendirmek yanlış olur. Sofralar, aynı zamanda ruhsal, kültürel ve ideolojik boyutları olan sosyal platformlardır. Sofraların yerini kent yaşamında yemek masaları almış olsa da mevzunun özü değişmiş değil. Halk ve emekçi sofraları ve masalarını politik atmosferin dışlaştığı ortamlar olarak betimlemek de yanlış olmaz. Pazar günü katıldığım bir kahvaltıda bu durumu tespit etmem hiç de zor olmadı (15 Ekim 2023).
Yaşam Ağacı Derneği’nin düzenlediği kahvaltı etkinliğinde 300-400 dost ve arkadaş ile bir araya geldik. Böylesi ortamlarda pozisyon alırken planlamasam bile bir yandan da aklıma veya telefonuma kısa notlar alırım. Pazar günü de öyle oldu. Şimdi onlardan bir kısmını düzenleyerek bu metni yazıyorum. Bakalım konu nerelere varacak, nasıl bir içerik ve üslup ortaya çıkacak? İlk aklıma gelen, toplumun dinamizmi oldu kahvaltıda. Sokaklarda buluşma ortamı faşizm tarafından sıklıkla terörize edilince kitlelerin yine bir çözüm bulup bir araya geldiklerini gözlemlemiş oluyoruz.
Sofra Değil Güneşin Sofrası
Kahvaltıda, yakın insan ilişki ve diyaloglarını görünce Nazım Hikmet’in, ünlü şiir dizelerinde neden yalnızca “sofra” demediğini, “Güneşin sofrası” demiş olduğunu daha iyi anladığımı düşünüyorum. Dolayısıyla böylesi birliktelikler yeme-içme yanında insana, felsefi ve siyasi dostlukları, yoldaşlıkları, aşkı, sevinci, yaşanmışlıkları, geçmişi, geleceği, özveriyi ve fedakarlığı da anımsatıyor.
Pazar günkü kahvaltı sofrasında Marx ve Engels’in dostluğu gözümde canlandı aniden. Fidel Kastro ve Che Guavera ikilisini, İbrahim Kaypakkaya ve Muzaffer Oruçoğlu arasındaki yakınlığı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anımsadım. İnsanların içtenlikle kucaklaştıklarını görünce Mahir Çayan’ın Ulaş Bardakçı ile mahkeme salonunda birbirlerine sevinçle sarıldıkları sahne canlandı gözümde. Sonra kendini, halkına feda eden Mazlum Doğan göründü hayalimde. Kahvaltı esnasında aklım Mustafa Suphi ve sevgilisi enternasyonal devrimci Maria Suphi’ye kadar gerilere gitti.
Toplum, Fiziksel Dünyaya Benzer
Kahvaltının içeriğini daha fazla deşmeden evvel, doğa ve toplum analojisine ilişkin kısa bir açıklama yapmak sanırım faydalı olacak. Sosyal dünyadaki işleyiş, fizik dünyadaki süreçleri izler. Fizik dünyada olduğu gibi biyolojik ve sosyolojik dünyada da statik olan geçici, dinamik olan esastır. Değişimi durdurmak, gelişmenin önüne set çekmek mümkün değildir. Örneğin bir nehrin önüne çekilen set onu engellemez yalnızca akış yönünü değiştirir. Nehir deyip geçmemek gerek, o da engellendiği süre zarfında güç biriktirir ve yeni yollar arayıp bulur, akışını sürdürür. Zira doğasını dışlaştırır ve var oluşunu gerçekleştirir.
Toplum da, insan kümeleri de, sınıflar da, politik hareketler de fizik dünyadaki gibidir. Karşısına duvarlar örüldükçe, düşmanca kuşatmalar çıktıkça toplum yok olmaz, geri çekilir, güç biriktirir yeni yollar bulur ve ilerler. Üstelik sosyal dinamikler, fiziksel dinamiklere oranla daha organik ve hareketlidir. Örneğin kitlelerin sokaklarda buluşması engellenirse bu buluşmalar salonlarda gerçekleşir. Böylece birlik, dostluk ve dayanışma duygusunun, sofralar aracılığıyla daha da üst bir niteliğe sıçradığına tanık olunur. Bu yüzden olsa gerek pazar günü bu niteliğe uygun bir salon ortamında bulduk kendimizi.
Kitlelerin Yaratıcı Gücü
Kapitalizm ve onun getirdiği kentleşme ile parçalanan insan ilişkileri, yabancılaşmada son derece önemli rol oynar. Bunu aşmak içinse kitleler yaratıcı buluşlara imza atıyor. Tek tek bireylere oranla insan, kitle içinde, dostları arasında daha fazla moral değer bulur/buluyor. Yaşama tutunup mücadeleye yönelir aynı zamanda. Kendisinin, çevresinin ve sınıfının gücünü görür. Kuşkusuz ki, çağımızın önemli bir sorunu olan ruhsal zayıflıklar için tedavi ve terapi işlevi de görmektedir.
Böylesi buluşmalarda, dostluk, destek ve dayanışma düşüncesiyle bir araya gelen topluluk içinde çoktandır görüşemediğimiz arkadaşları görüyoruz/gördük. Hikmet Şenses, Ali Haydar Çavuş, Hüseyin Doğan, Nurettin Güleç ile karşılaştık. Sosyal medyadan bildiğimiz kişilerle bir araya gelmeyi de güzel sürprizler olarak değerlendirebiliriz. Gül Türkan, Metin Özün ilk aklıma gelenler. Galip, güler yüzüyle, hızlıca “merhaba” dedi. Gözlerim Bekir Zengin ve İsmail Karadağ’ı aradı. Belki de kalabalıktan dolayı göremedim. Neyse, arkadaş adları aklıma geldikçe değinirim. Şimdi salonun ve kahvaltının içine biraz daha girelim.
Salon, Sokak ve Siyaset Diyalektiği
Kitlesel kahvaltılar, yalnızca karın doyurma ve bedensel gıda alma yeri olarak ele alınırsa yanlış olur. Aynı zamanda bunlar, sosyal ve kültürel bir ihtiyacın karşılanması olarak da görülmelidir. Klasik felsefelerde bedenin gıdası ile düşüncenin gıdası birbirinden ayrılmıştır. Oysa söz konusu emekçi sınıflar olunca durum, parçalı ve düalistçe ele alınamaz. Bir bütündür. Kitlesel kahvaltılar hem bedenin gıdası olur hem de ruhun gıdasıdır.
Sokak, salonlar ve sofraları da birbirinden ayrı olarak görmek kanımca yanlıştır. Diyalektik bir bütün olarak görülmeleri gerekir. Dolayısıyla salon ve sofralar sokağın, daha geniş manada sosyal yaşamın, sınıfsal mücadelenin bir bileşeni ve uzanımı olmaktadır. Böylesi bir diyalektik, bizim gibi faşizmin hüküm sürdüğü coğrafyalarda çok daha belirgindir.
Salon, Şölen ve Felsefi Dostluklar
Biz de kitleyle uyumlu bir bütünlük oluştururken Emre, Birol ve Ali ile birlikte oturduk. Self servis olduğu için geniş servis tabaklarını tıka basa doldurduk ki, önümüzden arttı! Kahvaltılıklar kaliteliydi. Dört çeşit peynir, üç çeşit yeşil ve siyah zeytin, domates, salatalık, yumurta, bal, börek, 2-3 çeşit reçel. Ayrıca adını bilmediğim bir kaç çeşit yiyecek daha vardı. Taze ekmek ve fırından taze pide. Termos ile sonu gelmeyen çay… Dört arkadaş hem çevreyi izledik, hem rastgele konulara girdik. Yedik, çaylarımızı yudumladık.
Böyle canlı ortamlarda gözüm sessiz sedasız çevrede oluyor. Aristoteles’e itibar edilirse göz, akıldan bile önce geliyor. Bana da bu tür mekanlarda aklın, başında mı yoksa gözünde mi diye soracak olursanız, gözümde olduğunu söylerim. Diyalektik gereği, korelasyonu inkar edemeyiz elbette. Gözler, bakma ve görme işlevini yerine getirirken akıl da seçer, yorumlar ve bilince çıkarır. Dolayısıyla akıl, gözü kontrol edemediği zaman detaylar da öne çıkar ki, bana göre felsefe detayı asla sevmez.
Göze kumanda etmek kolay olmadı anlaşılan. Felsefe, siyaset konuşurken bazen de iş, ortamdaki tek tek kişileri görmeye ve konuşmaya kadar geldi. Güzel konular, güzel duygular içinde kaldık. Eskiden beri felsefeye meraklı olduğunu bildiğim Hüseyin Yıldırım ile kısa bir fikir teatisi oldu aramızda. Daha farklı/yeni kişilerle de felsefi dostluklar kurduk, konuştuk, bazen de gülüştük. Bir ara Platon’u yad ettik. Platon’dan beri salon ve şölen ortamları ile felsefe arasında bağ kurmak adet olmuştur.
Emre, sıklıkla hem bizi, hem de çevreyi fotoğrafladı. Rıza Yıldırım’ı gördüm bir ara. Hareket halindeydi sadece el sıkışabildik. Ali Şahmo’nun dayanışmadan söz eden konuşması da oldu salonda ama hoparlör olmadığı için pek de anlaşılamadı söyledikleri. Sonra Yavuz ve Oğuz arkadaşlarla oturduk masada. Gülseren de geldi yanımıza. Biraz Dersim sohbeti yaptık onunla ama doymadık denilebilir.
Çelik Aldığı Suyu Unutmaz
Hukuk alanına yansıyan, dava konusu bir ifade var: “Politik halay”. Halayın politiği olur mu demeyin. Olur, burası Türkiye. Birçok insan Newrozlarda, 1 Mayıslarda halay çektikleri için yargılanmıştır. Türk egemen sınıfları haklıdır! Zira politik ve ideolojik olmayan hiçbir değer, olgu, olay, ürün, davranış yoktur. Dolayısıyla benim açımdan son zamanlardaki salon ve yemek toplantıları “politik salon”, “politik sofra” ve şimdi olduğu gibi “politik kahvaltı” biçiminde terimler kullanmayı gerekli kılmaktadır. Bunu dernek başkanı Aydın Özdemir’in, kitleye hitaben yaptığı konuşmanın içeriğinden de anlamak olasıdır.
Özdemir’in, dernek nezdinde dostluk, yoldaşlık ve dayanışma ilişkilerine vurgu yapması sanırım arkadaşların ilgisini çekmiştir. Ayrıca 6 Şubat depreminde, derneğin destek ve dayanışma ilişkisinde bulunduğunu açıklaması da önemli oldu. Kahvaltının, İstanbul’da (Ümraniye) yapılmasına rağmen mesajının Filistin’e dek ulaştığını yine konuşmacının sunumundan anlamak mümkün olmuştur. Özdemir’in sözlerini bitirirken altını çizdiği nokta da benim değerlendirme tarzımla örtüşüyor:
“Bugün burada bir kahvaltıda birlikteysek, birbirimize sıkı sıkıya bağlı isek, bu göğüs kafesimizin halk sevgisi ve yoldaş sevgisi ile doluluğundan ileri gelir. Bu sevgi çeliğe verilen suyun adıdır, bu çelik aldığı suyu asla unutmaz, unutmayacaktır”.
Yozlaşmaya Karşı Politik Sofralar
Masada ya da sofrada lugat parçalamanın, edebiyat yapmanın veya felsefi ahkam kesmelerin ayrı bir tadı olduğu üzerinde de eskiden beri düşünürüm. Hatta bu, ev ortamında, aile üyeleri ve aile dostlarıyla olan yemeklerde de ziyadesiyle geçerlidir. Eğitimbilim (pedagoji) anlattığım platformlarda yemek masası/sofrası konusuna özellikle değinirim. Sabah, öyle ve akşam aile üye ve dostlarını masa/sofra etrafında toplamayı başaran kesimler kapitalist yozlaşmanın daha az etkisinde kalırlar.
“Politik sofralar”da, taraflar yaşamın gerçek sorunlarını, üretimi, emeği, eğitimi birbirinden dinleme ve birlikte tartışma imkanı bulurlar. Tartışma kültürünün son derece önemli olduğuna inanırım. “Politik masalar” bu kültürün kazanılması için imkan sunarlar. Tartışmanın olduğu “siyasi sofralar”da, (aile kurumunu övmek istemem) aile üyelerinin birbirine yabancılaşması önlenmiş olabilir. Dostluğun, yoldaşlığın önü açılır ve aile ilişkilerini aşan daha nitelikli bir diyalog ve birliktelik inşa edilir.
Kralın Sofrasına Karşı Hakkın Sofrası
Yılmaz Güney’in, “Kralın sofrasında soytarı olacağıma, halkın sofrasında eşkıya olurum!” dediği söylenir. Şair Adnan Yücel de bizi “korkunun sofrası” konusunda uyarır. Yani sofra deyip geçmeyelim. Şair, ozan ve filozoflar bu konularda kalem oynatıp düşünceler geliştirmişlerdir. Zulmün, sarayın ve korkunun sofrasına karşı halkın, dostların, güneşin ve devrimin sofrasını örgütlemenin şiirini yazıp, felsefesini yapıp organize edilmesini dile getirmişlerdir. Salon da yalnız salondan ibaret değildir. Devrimci olduğu söylenen burjuva sınıfının, Aydınlanma çağında entelektüel mekan olarak inşa ve dizayn ettikleri mekanlardır ki, elbette politik yaşam alanlarıdır.
Üretim – Tüketim Diyalektiği
Salonlar tüketim ortamı olarak görülse de üretim boyutu olan mekanlar olarak da görülmelidir. Bunu yalnızca yemek salonlarındaki (restorant) emekçiler açısından söylemiyorum. Sözünü ettiğim kahvaltı buluşmasında yerel/organik ürünlerin tanıtımı da söz konusu olmuştur. Böylece kent salonlarındaki tüketim sürecinin kırsaldaki üretim sürecine bağlandığı ortaya çıkıyor. Bu çerçevede tehlikeli politikalara karşı da dikkatli olmak gerek. Çünkü destek ve dayanışma teşvik edilirken devrimci/sosyalist politikaların ihmal edilmesi olasılığı doğabilir.
Sözü uzattım galiba. Kısa tutayım. Araç kaptanımız Bayram ve yardımcısı Bilal’in Avcılar, Esenyurt anonsuna kadar kahvaltımız sürdü. Ayaklandığımızda bir kulis muhabbeti başladı ki, bu da yaklaşık yarım saat sürmüştür. Bir türlü insanların ayağı dışarı gitmek istemiyordu. Güler yüzler birbirleri için frenleme işlevi görüyordu. Aydın başkanın sözünü ettiği halk ve yoldaş sevgisini test etmek zor olmadı. Son anda iletişim bilgileri yazıldı, notlar alındı anlaşılan. “Bir daha”, “yeniden”, “tekrar buluşma” lafları arasında garsonlara, çalışanlara, salona, sofraya veda edildi.