Aşure ve Kızılbaşlar
TARİHİN RENGİ BENCİLDİR
Tarih felsefesi yapmak, tarih ve tarih bilimiyle ilgilenmeyi zorunlu kılıyor. Tarih derken, tarihsel olanı aktüel olandan ayırmak zordur. Aktüel olanın kurucusu, haddizatında tarihsel olandır da diyebiliriz. Tarihle başladım yazıya, çünkü her katıldığım tartışmada konu sıklıkla tarihe geliyor nedense. Görünürde güncel olana yoğunlaşılsa da, bu güncelin arkasında/temelinde hep tarih olduğu anlaşılıyor. Bu hafta da öyle bir tecrübe oldu.
Materyalizm Değil Tarihsel Materyalizm
Bir grup arkadaşla birlikte Kızılbaşların “aşure” etkinliğine katıldık. Aşureler içildi, kase kase… Ağızlar tatlandı, siyasetten girildi deyişlerden çıkıldı. Küçük gruplar oluştu, kulisler yapıldı. Ülke ve dünya sorunları masaya yatırıldı. Tarihten bilgiler aktarıldı. Alevilerin gündeminde, yaşayanlardan çok ölenler vardı! A. Comte, boşuna “Yaşayanları ölüler yönetir” dememişti anlaşılan. Filozoflar, bilimciler konu edilirken iş sanat ve edebiyata dek genişledi. Düzenin faşist partilerine övgüler düzenler bile oldu. HDP/YSP de olumlu ve olumsuz yanlarıyla anıldı. Fikirlerin farklılığı aşurenin içi gibi zengindi. Maocu bir literatürle söylersek sanki yüz çiçek açmış yüz fikir akımı birbiriyle yarışa girmişti. Ne var ki benim açımdan bir çok konu, kavram ve analiz, ülke ve dünya gerçeklerine uygun değildi, literatüre de aykırıydı. Diyalektik materyalizm açısından ise hiç uygun görünmüyordu söylenenler.
İlk düzeltmeyi de materyalizm konusunda yaptım. Bir arkadaşın ateizm, materyalizm ve bilim övgüsünü Marksizme dayandırmasının yanlışlığına dikkat çektim. Çünkü benim anladığım kadarıyla Marx ve Marksizm ateizmi, materyalizmi ve bilimi övmez! Bilhassa Marx ve Engels açısından ateizm de değişik bir dindir! Ayrıca Marx ve Marksistler materyalizmi savunmazlar. Farklı olarak hatta tersine “tarihsel materyalizmi” savunurlar. Keza Marksistler bilimi de savunmazlar, onu burjuva bir faaliyet olarak görürler ve yerine “Marksizmi” koyarlar. Diyalektik materyalizm açısından bakarsak Marksizmden başka bilim yoktur! Bu da tarih bilimine karşılık gelir.
Tarihi Yapanlar ve Yazanlar
Konuşmalar sırasında bazı düşüncelerimi ortamın yapısına uygun olarak yansıtırken bir yandan da kendi metnimi zihnime yazıyordum. Bu yazıda, zihnime geçirdiğim bazı satırbaşlarını tarih felsefesi bağlamında burada da paylaşmak istiyorum. Nesnel bir tarih biliminin ve bilgisinin olmayacağını yansıtan bir söylentiyi anımsatmak isterim. Troçki, “Stalin yoldaş, tarih senin için kötü şeyler yazacaktır” der. Stalin yanıt verir “O durum, tarihi kimin yazdığına göre değişir”.
‘Tarihte neler oldu’ sorusuyla ‘tarihte “gerçekte” neler oldu’ sorusunu birbirinden ayırmak gerekiyor. İlk soru egemen sınıfların sorusuyken ikincisi dünya halklarının ve enternasyonal proletaryanın sorusudur. Tarihe ilişkin soru aslında aktüel olana ilişkin sorudur da. Ülkemizde ve dünyada neler oluyor biçiminde de sorabiliriz soruyu (burjuvazi). “Gerçekte” neler oluyor biçiminde de sorabiliriz (proletarya).
Resmi/Egemen Tarih ve Ezilenler
Gerek tarihte gerekse günümüzde neler olduğunu anlamak için önümüzde ideolojik engellerin olduğu besbelli. Tarihte ve gündelik yaşamımızda “gerçekte” neler olduğunu gizlemek için iktisaden hakim olan sınıflar pekçok kurum organize etmiş ve hayatımıza sokmuşlardır. Biz bu kurumların içine doğuyoruz. Eğitim kurumları başta geliyor. Okullar ve üniversiteler, camiler ve kiliseler en önde gelirler.
Sınıflı toplumlarda imamlar, din adamları, papazlar, İslam bilginleri, ilahiyatçılar, öğretmenler, üniversite hocaları ve akademisyenler; hukuk dağıtan hakim, savcı ve avukatlar; doktorlar, elbette ki basın mensupları olup bitenin ne olduğunu bilmemizin önünde en büyük engele dönüşürler. Bu kurumların ve şahsiyetlerin içinde konjonktürel olarak da olsa nispeten olumlu rol oynayanları bulunabilir. Bilmeliyiz ki istisnai olanlar genel kaideyi bozmaz!
Bu noktada Kızılbaş/Alevi toplumuna sormadan edemiyor insan. Neden kendi sözlü kültür ve sözlü tarihinize dayanmak yerine diplomalı tarihçilerin yazdıklarına itibar ediyorsunuz? Üstelik bu tarihin (resmi tarih) sizin zihninize enjekte ettiği “bilgileri”, aşure gününde de görüldüğü gibi neden hararetli bir biçimde, kraldan daha çok kralcı edasıyla savunuyorsunuz? Bu sorunun tüm topluma yönelik olduğunu anımsatmak istesem de bilhassa ezilen sınıflar, ezilen uluslar, ezilen cinsler ve Kızılbaşlar gibi ezilen inançlara özellikle anımsatmak isterim.
Tarih Bilimi, Üretim ve Mülkiyet
Aşure’de, düşün dünyasına, kitaplara, yazarlara, filozoflara, bilimcilere, politik faktörlere, sanatçılara da büyük bir övgü, güven ve inanç vardı. Tartışılanları dinlerken Marx ve Engels’in, “her çağda egemen fikirler, egemen sınıfların fikirleridir” biçimindeki sözleri aklıma geldi. Onlar “her çağda egemen olan filozoflar, egemen sınıfların filozoflarıdır” biçiminde de yazabilirlerdi. Bunu sanat, bilim ve siyaset için de ileri sürebilirlerdi. Marx ve Engels’in düşün ve bilim dünyasından ziyade üretim, ekonomik faaliyetler ve mülkiyet biçimlerine dikkat çektikleri bilinir. “Gerçek tarih” de bunların tarihidir aslında. Buna göre sınıflı toplumlarda sanat, bilim, politika ve felsefenin sanıldığı gibi ilerici bir fonksiyon oynadığı tartışmaya açıktır. Bunların, pekala tutucu/gerici bir işlev gördükleri de birçok örnekten hareketle kanıtlanabilir.
Bilimin yalnızca epistemolojik bir hadise olduğunu sanmak saflık olur. Sanat da sadece estetik bir mesele değildir. Felsefe, kavramlarla yapılırken nesnel olduğu düşünülemez. Politika da bunlar gibidir; iyi yönetim, demokrasi veya özgürlük getirmek için var değildir.
Yalnızca sanat için kısa bir detay vereyim. Tarih bilimiyle tarihsel olaylar arasındaki ilişkiyi sanat tarihi ve sanatsal olaylar arasında da görüyoruz. Önce üsluplar dönemi övülür; antik, gotik, klasik, romantik, realist… Sonra modernist ve çağdaş sanatlar gelir. Bunların ilerici bir rol oynadığı sanılır. Oysa sanat, bilhassa sınıflı toplumlarda egemen sınıfların elinde büyük ve güçlü bir ideolojik silahtır. Sosyal tarih gibi sanat tarihinin rengi de bencildir.
Tarih Felsefesi ve Tarih Bilinci
Bence topluluk Marksist manada bir tarih bilinci açısından da zayıftı. Yaşamı kim üretir? Tarihi kim yapar? türünden sorular önemlidir. Belli ki tarihi yapanlarla yazanlar farklıdır. Bunların doğru analiz edilmesi gerekir. Tarih felsefesi yanında tarih biliminin felsefesi de önem kazanır. Düşün, bilim ve sanat disiplinleri gibi tarih bilimi de egemen sınıfların ve sömürünün suç ortağıdır aslında. Onda yaşamı üreterek tarihi yapan emekçi sınıflar pek görülmez. Hiç görülmez de diyebiliriz.
Egemen tarih bilimi, tarafsız ve nesnel bir tarih yazdığını iddia eder. Başında tarihçi sıfatı taşıyan kişi de bundan pek memnundur. Kapitalizm öyle “yetenekli” bir sistemdir ki iki karşıt ideolojiyi, aynıymış gibi göstermeyi başarır! Tarihi proletarya adına yazan tarihçi ile burjuvazi adına yazan tarihçiyi aynı platformda, benzer tarzda gösterebilir. Bunun aynısını sanat, bilim, felsefe ve politika alanında da yapar.
Egemen Tarih Halkları Yok Sayar
Egemen tarih bilimi, Aristoteles’in köleleri aşağılamasını, coğrafi keşiflerin sömürücü yüzünü, Hegel’in Doğu halklarını değersiz saymasını, insan hakları bildirisinin kadını hiçlemesini, Rousseau ve Nietzsche gibi filozofların kadını küçümsemesini meşrulaştırır. Bilimin diğer disiplinleri gibi tarih bilimi de kendini yüceltir.
Tarihçi belgelerle, somut tanıklıklarla, arşivlerle yazdığını, akademik ve bilimsel yöntemlerle ilerlediğini, nesnel olma kaygısı güttüğünü savunur. Belgelerin, tanıkların ve yöntemlerin sınıfsal/ideolojik niteliği sorun yapılmaz ne yazık ki. Böyle olunca da tarih, Hammurabi, Sezar, Konstantin, Fatih, Napolyon, Hitler, Franko, Mustafa Kemal ve Erdoğan’ın tarihi olur. “Aşure günü”ndeki dostların konuşmalarına bakılırsa yaşam, sorunlar, çatışmalar ve çözümlere damgasını vuracak olan da Erdoğan’a karşı Mustafa Kemal çizgisidir! Gözden kaybolan ise emek-sermaye çelişkisidir.
Kazanan Kim Olacak?
Toplum, yaşamı resmi tarih üzerinden görmeye başlar. Bu tarihin rengi bencildir ve taraflıdır. Bu bencil tarihte bir de İsa, Musa ve Muhammed’in tarihi bulunur. Alevilerin bu tarihe, Ali ve Ehli Beyt’i de eklediği görülür. Alevilik, İslama ya da Şiiliğe yaklaştırılır. Hatırlatmak isterim ki “aşure günü”ndeki Dede, Kızılbaş yerine adeta İslam/cami imamı gibi bir işlev görür. Böylesi ortamlarda Mustafa Kemal, kadına haklar getiren bir lider olarak tasvir edilir, Erdoğan ise 1 Mayıs’ı, emekçilere armağan etmiştir!
Buluşma sırasında tarih kitaplarına, yazarlara da atıf yapılırken bunlara olan güvenin de sorgulanması gerektiğini düşündüm. Hangi tarih kitabı, hangi yazar? sorularını da mutlaka dile getirmek gerekir. Bana kalırsa günümüzde tarihi gerçekleri çarpıtmada kutsal tarih kitaplarıyla “laik tarih kitapları” arasında bir fark bulunmuyor. Kitleler bu iki ekolün hangisinin izinden giderse gitsin kazanan emekçi sınıflar değil burjuvazi ve sömürücü sınıflar oluyor.