Önemsiz dediğimiz olayların gerçekte de önemsiz olduğunu açıklamak ve kanıtlamak zordur. Gündelik yaşamın rutin hadiseleri, sıradan alışkanlıkları deyip geçeriz. Kahvaltı yapmak, işe gitmek, balık tutmak, fotoğraf çekmek, bir arkadaşla buluşup yemeğe çıkmak, eski günleri anmak, mahalledeki bir kavgayı izlemek, top oynamak, karı-koca tartışmalarına tanık olmak, ormana veya pikniğe gitmek, caminin/kilisenin önünden geçmek, kuşları böcekleri izlemek, gördüğümüz bir çocuğun sevincine katılmak, sıklıkla temas ettiğimiz durumlar ve olaylardır.
Bu pozisyon ve aksiyonların sanat eserlerinde, özellikle de öykülerdeki sunuluşuna bakılırsa bunların hiç de sıradan ve monoton olmadıkları anlaşılacaktır. Önemsiz olaylarda gizlenmiş nice önemli içeriğin olduğu görülecektir. Bunları görmek için sanat eserleri, edebi metinler ve öyküler yol gösterici olabilir. Dolayısıyla ben de bu haftayı gündelik yaşamın sıradan alışkanlıklarını izlek yapmış bir öykü kitabını incelemeye ayırdım. Hakan Kizir’in yazdığı Güvercinler adlı öykü kitabından söz ediyorum (Karina Yayınevi, 2022).
Öykü Atölyesinde Çalışmak
Hakan Kizir ile Kadıköy’de, bir kitap-cafede buluştuk. Geçen yıl yayımladığı öykü kitabı üzerine uzunca bir diyalog oldu. Konuşmanın merkezinde Kizir’in öyküleri olsa da, içerik genişti: Sanat, felsefe, edebiyat, politika roman, öykü… Kizir, 1973 – Amasya doğumlu. Bana oranla genç sayılır. Devrimci yayın organlarında çalışmış, özgür basın faaliyeti yürütmüş biri. Sanat, edebiyat ve öykü atölyelerinde çalışmalara katılmış. Bu kurumların varlığı ve buralarda verilen eğitimin yararlı olup olmadığı bana hep kuşkulu gelmiştir. Hakan’nın söylemesine göre bu tür mekanlar oldukça yaygın. Üstelik de verimli oluyormuş. Pekçok metin yazarının ve öykücünün varlığı da böyle açıklanıyor. Kizir’in çalışmasına bakılırsa söylediklerinde doğruluk payı olduğu da anlaşılıyor.
Güvercinler, yazarın ilk kitabı. Konuşmasına kulak verilirse yayınlanmamış birçok öyküsü daha bulunuyor. Diyaloğun ilerleyen kısımlarında bunların bazılarının henüz olgunlaşmadığını hatırlatması ilgi çekiçiydi. Bu yazıda ben Kizir’in öykülerine dair görüşlerimi tartışmaya açmak istiyorum.
Durum Öykücülüğü, Olay Öykücülüğü
Kizir, kapitalizmin hayatımızı kuşattığı koşullarda gözardı ettiğimiz yalın ilişkileri ele alırken bizi bazen evlilik kurumunu düşünmeye, bazen komşuluk ilişkilerini görmeye, bazen de dinselliğin getirdiği rezaletlerin içine götürüyor. Bazen Balık Avı öyküsünde olduğu gibi çocukluğumuza gidiyoruz, bazen de Fotoğraftaki Çocuk’ta olduğu gibi geçmişe tanıklık edip pastoral duygular içine dalıyoruz. Öykülerin yalın olandan başlayarak karmaşık yapılara doğru bir eğilim içinde olduğu da gözden kaçmıyor. Yalın estetik içine gizlenmiş bir karmaşık güzellik duygusu da kendini belli ediyor.
Öykücülükte, durum öykücülüğü ve olay öykücülüğünden söz edeceksek, Kizir’in öyküleri ikisinin sentezinde yer alıyor diyebiliriz.
Hikayemi Neden Yazamadım?
adlı kitabın ilk öyküsünde de görüldüğü gibi önce bir durum tasviri yapılıyor. Sonra anlatıcı, hem de ana karakter, komşu kavgasını yatıştırayım derken kendisini, dışarıda kavga etmekte olan kardeşini kurtarmaya çalışırken buluyor. Buradaki aksiyona rağmen yazarın karakterleri genellikle sessiz ve sakin kişilerdir. Bu sakinliği Yüzü Peçeli Kadın’da da görüyoruz. Kadının yaşadığı dram, erkekçil kültürün baskıcı, hatta sadist diyebileceğimiz yönü ağırbaşlı bir edayla sergilenmiş.Hikayemi Neden Yazamadım? Hikayemi Neden Yazamadım? adlı öyküde anlatıcı birinci tekil şahıstır. Şöyle konuşur: “Odamdaki masada oturmuş, önümdeki bilgisayardan nehre balık avlamaya giden bir adamın hikayesini yazmaya çalışıyordum. Göle doğru, oltası omuzunda yürüyen balıkçının, yolda gizemli bir ihtiyarla karşılaşması sahnesinin bulunduğu bölümü kurgulamakla meşguldüm”. (Age, S. 9). Böyle sakince betimlenen bir sahnenin ardından yumrukların havada uçuştuğu bir sahneye geçilebiliyor. Önemsiz, kendini yadsıyarak önemliye dönüşür!
Eserde yalın, sıradan ve monoton olanın öyküsünü okurken öykülerin bundan ibaret olmadığını da anlamanız uzun sürmez. Kitaba adını da veren Güvercinler’deki Tünel, Düş Gezgini ve Selami’ye Ne oldu? adlı öyküler okuru güncel-politik ruh dünyasına da götürecektir. Güvercinler’de iki kızını Gar Katliamı’nda kaybetmiş bir annenin devrimci ısrarını ve devamını okuyoruz. Birey toplum ilişkisi yanında birey devlet ilişkisini de izlemek zor olmuyor. Aynı öyküde güvercinlerden hareketle yazarın insan, toplum ve insan-doğa ilişkilerini de deşifre ettiği görülüyor. Öyküyü adeta Güvercinler bitiriyor. Sözü anlatıcıya bırakalım:
“Ankara Garının üzerinden havalanan üç güvercin, uzaklara kanat çırptılar. Birkaç dakika sonra gökyüzünde süzülerek gagalarında taşıdıkları zeytin dallarını, karanfillerin üzerine bırakıp uzaklaştılar”. (Age, S. 35).
Öyküde Konuşmak Yerine Göstermek
Tünel’de devrimci mahkumların hapishaneden firar çabaları var. Kizir, buradaki durum ve aksiyonları yüksek sesle anlatmıyor. Tabir yerindeyse kısık ve mütevazi bir dille gösteriyor olayı. Burada “gösterme” tekniğinin de altını çizmek gerekiyor. Kanaatimce çok anlatan, çok konuşan yerine “iyi gösteren” öykücü daha makbuldür. Kitapta bana en itici olarak görülen öykü, nedense Düş Gezgini adlı çalışma oldu. Öykü, çocuk yaştaki kızların dini kurumlarda ve kurslarda “dini şahsiyetler” tarafından cinsel istismara uğradılarını konu ediyor.
Adı anılan öykü, Gülseren ve Fırat adlı çocukların arasındaki duygu durumunu vererek başlıyor. Okuru da içine alan bu sahnelerden sonraki süreç, kızın babası ve babaannesinin iğrençlikleriyle devam ediyor. Devamında kızın gönderildiği dini kurumların ve şahısların vahşiğini izliyoruz. Din eleştirisine dönüşen öykü, bu eleştiriyi yeterince estetize edemiyor. Sonuçta kaba bir din düşmanlığı ve bir ölçüde de gazetecilik faaliyeti ortaya çıkıyor.
“Küçük Proletarya”nın Durumu
Selami’ye Ne Oldu? adlı öykü, bizi işçi sınıfının içine, “küçük proletarya”nın ruh dünyasına taşır. Diğer öykülerde olduğu gibi bu öyküde de yazar, politik rengini belli eder ve Selami’den yana tavır alır. Öykü kahramanı Selami, çocuk yaşta ailesini geçindirmek durumunda kalmıştır. Baba sorumsuz biri, anne ise hastadır.
Sermaye koşullarında sıkça gördüğümüz bir aile dramı tasvir edilir. Anlatıcı şöyle konuşur: “İşte ne olduysa bu günlerden sonra oldu. Selami, bir gün sabah işe gelmedi. Evini arattırdı patron, telefonu açan olmamış”. (Age, S. 83).
Selami işe gelmeyince mesai arkadaşları onu ararlar ve hastanede bulurlar. Anlatıcının verdiği bilgilere bakılırsa durum kötüdür. Selami’nin annesi hastaneye kaldırılmış ve orada ölmüştür… Sonra Selami bir daha görünmez. Kizir’in birçok öyküsünde olduğu gibi burada da keskin bir bitiş ya da final yoktur. Öykü belirsizlikle, soru işaretiyle biter.
Kizir’in öykülerindeki finalleri takip ederken öykünün şiirden farkını düşünmeden edemedim. Kanaatim şu ki, öyküye başlamak kolay bitirmek zordur. Şiirde ise tersi geçerlidir: Şiire başlamak zor, bitirmek kolaydır. Buradaki farkın nedeni, öyküde okurun finali, giriş ve gelişme bölümüne oranla, daha çok merak etmesidir. Şiirde ise ilk dize ile sonraki dizeler eşit değerdedir.
Yazım Tekniği, Dil ve Üslup
Söylemeye bile lüzum yok ki, Kizir’in öykülerinde süslü ifadeler, iddialı cümleler, doldurma laflar yoktur. Bu durum esere hem olumlu hem de olumsuz bir bir özellik katmış gibi. Genelde duru bir anlatım ve samimi bir psikolojiyi yansıtsa da bazen kuruluğa da neden olmuşa benziyor.
Güvercinler’in, dil, üslup ve yazım teknikleri bakımından dikkat çekici olduğunu söylemek gerekiyor. Son yıllarda bana gelen pekçok dosyada ve kitapta, dil ve yazım kuralları bakımından, büyük sorunlar olduğunu paylaşmak istiyorum. Yani yazma eylemi, türü ne olursa olsun, öncelikle dili iyi bilmeyi gerektiriyor. Pekçok bakımdan yazar adayı dostların bunu ihmal ettiği görülüyor. Bu bakımdan Kizir’in eserindeki yazım tekniğine, dili özenli kullanmış olmasına ve dil bilincine ayrıca dikkat çekmek isterim.
Mutlu – Mesut Öyküler
Dil bilinci, dili yaratıcı kullanmayı gerektirir. Bu yaratıcılığı öykü kahramanlarına verilen adlarla da fark edebiliyoruz. Mesela iki eski okul arkadaşının anlatıldığı Anlamsız adlı öykü kahramanlarının adları… Birisinin adı Mutlu, diğeri Mesut… Burada yazarın mizah anlayışındaki zarifliği ve inceliği de görüyoruz. Bu yaratıcı inceliğe rağmen bazı öykü adlarının, içeriğe uygun olmadığını da belirtmek isterim. Mutlu ve Mesut’un hikayesini veren öyküye Anlamsız denmesi, Gülseren’in trajik yaşamını izlediğimiz öyküye Düş Gezgini denilmesi…
Dil bilinci derken, özellikle edebi metin dili ve bilhassa öykü dilini kastediyorum. Yüzleşme adlı öyküde bu bilinci ve özeni görmek mümkün. Mütevazi ve kısık sesli bir dil ile büyük bir toplumsal sorunu teşhir etmek mümkün olabiliyor. Bir kız çocuğunun iç dünyası dışlaştırılıyor ve Almanya’ya işçi olarak giden bir babanın yıkılan yuvası konu oluyor. Abartı yok, retorik yok, söz oyunları yok, karmaşık olay örgüleri yok. Postmodern jargonla söylersek, “büyük anlattılar” söz konusu değil. Öykünün anlatıcısı okuru rahatsız eden, (ki birçoğu üçüncü tekil şahıstır) her şeyi bilen, ukala biri de değildir. Ders verme amacı gütmüyor. Öykülerin bazıları Yüzleşme’de olduğu gibi soru sorarak biter. Hatta “bitti” izlenimi de vermez. Öykü şu soru cümlesiyle okura veda ediyor: “Hayat gerçekleri kovalayanları değil, yalanlarla yaşayanları ödüllendiriyor olabilir mi?” (Age, S. 20).
Eser Realist Çizgidedir
Hakan’nın Öykülerinde postmodern diyeleceğimiz bazı teknikler görülse de eser, esasen realist çizgidedir. Toplumcu gerçekçi de diyebiliriz. Kesin hüküm vermese de sorgulayan, analiz eden bir gözle yazılmıştır. Yazarın gözü, biraz da siyasal bekraundundan olsa gerek, basit kişilere, kenarda köşede kalmışlara, “bizimkilere” çevrilmeden duramaz. Bakış açısı aslında geniştir. Bu yüzden de öyküleri okurken zihniniz sizi Gogol, Çehov, Sait Faik ve Sabahattin Ali’ye dek gerilere götürecektir.