Edebiyat Dünyasının Süreli Kültür, Edebiyat, Sanat Dergisi (İMECE) Yeni Sayı Çıktı.
Derginin bu sayısı, ağırlıklı olarak önceki yıl kaybettiğimiz öykücü-yazar Öztürk Polat’a dair yazılan metinlerden oluşuyor. Ben de Polat’ın öykülerini değerlendiren bir metinle yeni sayıya angaje oldum ve yazarı andık. Dergide Ahmet Telli, Muzaffer Oruçoğlu, Cezmi Ersöz ve Sezai Sarıoğlu gibi pek çok kişinin yazılarına da yer verilmiş.
SÜRGÜN: YAKIN TARİHİMİZİN ÖYKÜSÜ
Mehmet Akkaya
Geçtiğimiz yıl kaybettik kendisini. Geriye onurlu bir yaşam ve yakın tarihimizin öyküsünü bıraktı. Kaleminden haberdardım ama yazdıklarını okuma, değerlendirme imkanım olmamıştı. Bir veya iki defa karşılaştığımızı anımsıyorum; fakat yakın bir tanışıklık söz konusu olmadı. İki özelliği aklıma geliyor: Mücadeleci kimliği, politik özelliği ve alçakgönüllü kişiliği. Bu durumu öykülerine de yansımıştır kuşkusuz. Öztürk Polat’tan söz ediyorum. 14 öyküden oluşan ve Sürgün adını verdiği kitabını konu ediyorum (Babek Yayınları, 2018). Eserinde tema genişliği ilk akla gelen özelliktir. Elindeki projeksiyonu emekçi sınıflara ve ezilenlere tuttuğunu söylememe bile lüzum yoktur.
Sürgünler, mahkumlar, geleneklere direnen genç yaşlı kadınlar, mağdur edilmiş çocuklar, işsizler, hırsızlık yapmak zorunda kalmış insanlar, yoksul köylüler, milli zulme uğramış toplumsal kesimler Polat’ın öykülerinde ön plana çıkmaktadır. Öyküler mekan ve zaman boyutlarıyla ele alınırsa asıl mekanın Anadolu olduğunu fark etmek zor olmayacaktır. Zaman olarak da yakın tarih diyeceğim. Dolayısıyla son yüz yıllık süre zarfında coğrafyamızda yaşanan nice sosyal, iktisadi ve siyasi sorunu estetik bir forma bürünmüş haliyle yeniden izliyoruz Sürgün’de. Bu yazıda Polat’ın öykülerini konu, tema/izlek ve kahramanları açısından tahlil etmeyi düşünüyorum.
Öykülerdeki Coğrafya, Zaman ve Mekan
Kitabın ilk öyküsü Behice’de Türk delikanlısı Dursun ile Malakan kızı Polye’nin dramatik aşk hikayesini görüyoruz. Polat, bizi savaşa karşı olan halklara, Malakanlara götürüyor. Devlet ve düzen eleştirisi yapılırken insan iradesine vurgu yapılıyor ve aşk duygusunun yüceltildiği görülüyor. İnsanın ve bilhassa kadının yüceltildiğini saptamak zor olmuyor eserde. Ezidi Kızı Güle’nin hikayesi de unutulur gibi değil. Öykülerin tümüne bakıldığında coğrafyanın son derece geniş tutulduğu görülüyor. Kars ve Kafkaslar’dan sonra Şengal’e iniyoruz. Bu coğrafya gerici, yobaz gürühlarını insanın aklına getiriyor. Şöyle tasvir edilmiş vahşiler:
“Eli silahlı, uzun sakallı adamlar bir saat içinde köyü cehennem yerine çevirmiş, bütün evlere girmiş ve herkesi köy meydanına toplamıştı. Yaşlılar, gençler, erkekler, kadınlar ve çocuklar ayrı ayrı ayrılmış, hepsinin elleri kolları bağlanmış, bütün köy rehin alınmıştı.” (S. 13-14).
Öyküde Güle’nin dramatik, insanlık dışı koşulları betimleniyor. Güle’nin, Mirza ile evlilik hazırlığı yaparken onunla birlikte dinci çeteler tarafından rehin alınan bir grup insanın öyküsü etkili bir üslupla veriliyor. Polat bunu yaparken ilgili coğrafyayı da detaylı bir şekilde betimlemeye özen gösteriyor. Şengal dağının yamaçlarını, yıldızlarını, gökyüzünü, sakin atmosferini görüyoruz. Coğrafyanın değişik kültürleri, dilleri, türküleri de anımsatılıyor. Örneğin aniden “malan barkır le le…” sesleri duyabilirsiniz (S.13).
Kökünden Kopartılan Halklar
Polat için zulme uğrayanların öykücüsü denilebilir. Milli zulme uğrayan halkları o denli betimliyor ki, sanki öykü kahramanlarının yanındasınız. İronik öykü adları buluyor. Yabancılaştırma tekniğinde de bir o denli başarılı. Dramı yazdığı öykülerden birinin adını Kır Çiçekleri koymayı düşünmüş. Mübadele yıllarına götürüyor bizi. 1923’den sonra Balkanlar’daki Türklerle Türkiye’deki Rumlar yer değiştiriyor. Bu, halkların isteği dışında gerçekleşmişti. Devletler böyle buyurmuş deniliyor öyküde: halklar, köklerinden koparılıyor. Kır çiçeğini kökünden koparmaya benzer, birini yurdundan sürmek. Karadeniz’deki bir ailenin yurtlarından sürülmesini okuyoruz Kır Çiçekleri’nde. Yollardaki dramatik durumlar, aç susuz devam eden günler. Adonis, Casina, Delbin ve sevgilisi Aleksis’in trajik yaşamları tasvir ediliyor.
6-7 Eylül olaylarına bağlanan öyküde zamanın ve mekanın genişliğini görüyoruz. Böyle öykülerde yazarın konuyu dağıtma riski olduğu gibi inandırıcılık da zayıflar. Neyse ki yazar bu bağlantıları da etkili bir şekilde kurabiliyor. Burada spesifik bir ifade kullanmak istiyorum. Polat bir tür “aşağıdan öykü yazma” tarzına başvuruyor. Yani “aşağıdan tarih yazımı” tarzını öyküye uygulamış gibi. Kır Çiçekleri öyküsünde ezilenlere özel bir yer vermesinden de bunu anlamak mümkündür. Karadeniz’den Girit’e giden ve oraya yerleşen aile 30 yıl sonra tekrar “eski ülkelerine” gelirler ve İstanbul’da tanıdık dost ve ahbaplarını ziyaret ederken bildiğimiz kırım ve kıyım gerçekleşir. Öykü, Casina’yı katillerin içindeyken betimler ve onun ölüm sesiyle öykü son bulur. Ölüm sesi öyküdeki hadiseler ve diğer kahramanların akıbeti hakkında da bize bir fikir vermektedir. Şöyle bitiyor öykü: “İniltiler, bağırışlar ve yardım çığlıkları kulakları sağır edecek durumdaydı. Tam da o anda Casina’nın sesi arşa çıktı!” (S. 30).
Sürgün… Sürgün… Sürgün
Yazarın üzerinde ısrarla durduğu konu, sürgün edilmedir denilirse yanlış olmaz. Kitabın adı da bunun bir göstergesidir. Bu yüzden Sürgün adlı öyküyü kısaca da olsa tahlil etmek gerekiyor. Polat üç kahramanın sürgünlük öyküsünü edebileştirmiş. Öykü kişilerinin gerçek kişiler olduğu anlaşılıyor. Yazar Mehmet, siyasi aktivist Orhan Kaya ve yine siyaset ve sanat insanı olarak tanınan Muzaffer Oruçoğlu. Her üç politik sürgünün yolları İsveç’te kesişir. Mehmet, İsveç’te yaşıyor. Öyküde mekan da burasıdır. Orhan, politik bir faaliyet için Rusya’dan İsveç’e gelmiştir. Oruçoğlu da sanat ve edebiyat etkinliği için Avustralya’dan davet edilmiştir.
Yazar, ülkelerinden uzak kalmış bu sürgünlerin iç dünyalarını, moral ve motivasyonlarını açığa çıkarmayı amaçlamaktadır. Memleket özlemi, yakınlarına duyulan ilgi hatta memleketteki coğrafya, doğa, bitkiler, bağ bahçe, kuşlar, çiçekler, böcekler bile öyküde kendisine yer bulur. Munzur’un akışını hisseder, Dicle’nin derinliğini hayal ederiz. Konuşmalar içinde Mehmet’in Diyarbakırlı, Orhan’nın Göleli, Oruçoğlu’nun Zavotlu olduğu anlaşılır. Sanat tartışmaları edebiyat ve resim yönünde ilerler. Üç kahraman, sohbetlerini çay kahve eşliğinde derinleştirerek sürdürür. Resimlere eleştiri yapılır, Nazım Hikmet’ten şiirlet okunur. Ta ki, Paris’ten Mehmet’e gelen tatsız bir telefona kadar.
Diğer öyküler gibi Sürgün öyküsünü de Polat, okuru merak içinde bırakarak keskin bir kalem vuruşuyla bitirir. Çünkü ortalık ayaza çalmıştır (S. 56). Demin de söylediğim gibi Polat, sürgünlük üzerinde ısrarla duruyor. Nihayet Mehmet’in Orhan’a söylediği şu sözler son derece düşündürücüdür: “Ben ülkemin mahpuslarında da yattım. Mahpusluk sürgünlük kadar koymadı bana Orhan. Sürgünlük mahpusluktan da daha ağır geliyor.” (S. 52).
Sürgün öyküsündeki kişilerden de anlaşıldığı gibi Polat’ın üslubunda Oruçoğlu etkisi olduğu gözden kaçmıyor. Hep merak ederim: Oruçoğlu’nun sanat ve edebiyat anlayışı yeni kuşakları etkiliyor mu? Polat’ın öykülerinde bunu çok bariz olarak görüyoruz. Öykülerin, giriş, gelişme, sonuç kısımları diyalektik bir tarzda gerçekleşiyor. Yalın bir başlangıçtan sonra biraz karmaşık bir hal alıyor öykü. Burada “ders verme” veya “bilgi gösterisi” yapma söz konusu değil. Öykü kendi kulvarında akıyor ve beklenmedik bir tarzda da bitirilerek diyalektik süreç tamamlanıyor. Yani basitten karmaşığa, nicel birikimden nitel sıçrayışa erişme ilkesi geçerli.
Polat’ın öykülerinde tip ve karakterleri koruma anlayışı da yoktur. Bunu en iyi Mahpus adlı öyküdeki işsiz güçsüz kalan Seçkin’in hikayesinde buluyoruz. Buna hırsızdan “tip” yaratmak demek gerekiyor. Buradan bakınca Polat’ın özgünlüğü de ortaya çıkıyor. Kendi stilini bulmuş, farklı bir öykü tekniği ve değişik bir üslup. Şimdi hırsız karakterden kısaca söz etmek istiyorum.
Hırsızdan Öykü Kahramanı Yapmak
Seçkin karakterine baktığımızda değişen insan doğasını görürken bir insandaki olumlu ve olumsuz yanları da izleriz. Mahpus öyküsünde de bizi yakın tarihimizin siyasal atmosferine taşıyor yazar. 1980 askeri darbesinin toplumda yarattığı yıkım, ekonomik krizler, psikolojik bunalımlar ve travmalar öyküye taşınmış. İnşaat işçisi Seçkin, İstanbul’da ekmeğini kazanan biriyken zamanla işsiz kalır. Tipik bir emekçi olduğu halde ansızın bir “hırsız” sıfatı kazanır. Çünkü karnını doyurma olanağı kalmayınca bir evin kapısını kırıp içeri giriyor. Karnını doyurduktan sonra bir kaç adet kitap, yazı makinesi ve benzeri malzemeyi alarak evden uzaklaşır. Uzaklaşır da, dedik ya cunta koşulları, her taraf asker polis, sorgu sual. Seçkin “suç aletleriyle” yakalanır. Eşyalar için “benim” der. Oysa kitaplar, eşyalar vur emriyle aranmakta olan komünist Sami’ye aittir.
Öykünün devamında Seçkin’in sorgudaki durumunu, bunu -sahte- fırsata çeviren polis şeflerinin komik hallerini okuyoruz. Seçkin’in hapishanedeki sürecini de izlerken öykü, bana Yücel Sarpdere’nin Vatandaş Abuzer adlı romanını anımsattı. Mahpus öyküsü de yine çarpıcı bir üslup içinde bitiyor. Gülmeden, gülümsemeden edemez insan. Çünkü kitapları çalınan komünist ile hırsız aynı koğuşta buluşmuştur. Koğuştaki Muhittin karakteri ise kendini gösteren cinstendir. Muzip biridir. Mizahı sever. Öykünün son cümlesi ise okurun aklından çıkmayacak denli ironi yüklüdür: “Sami’yi dinlerken renk vermemeye çalışan Muhittin muzipçe bağırdı: ‘Seçkin, Sami abiye bir çay getir, demli olsun…'” (S. 98). Burada dile getirilen muzipliği yazar, kendi kahramanına yakıştırsa da bizim bunu Polat’ın öykücülüğüne de yakıştırmamız sanırım yanlış olmayacaktır.
Emeğin Öyküsünü Aramak
Polat’ın öykülerinde kahramanlar üretim içindeki insanlardan, sınıf mücadelesi yürüten kesimlerden seçildiği, baştan da söylediğim gibi, esas itibariyle ezilenlerden seçilmiştir. Olay ve olay kahramanları canlı bir şekilde, yaşam içindeki yerleri gösterilerek hareket halinde verilmiştir. Mekan genişliği yanında bir tema genişliğinden de söz etmek mümkündür. Bazen “sıradanmış” gibi görünen tipler de kendisine yer buluyor yazarın eserinde. Mesela Taşeron adlı öyküdeki Döne kadın bunlardan birisidir. Yazar için emeğin tarihini (İngilizcede tarih ve öykü aynı kelimedir: Story/history) yani öyküsünü arıyor denilebilir.
Temizlikçi olarak çalıştığı iş yerinde (hastane) etliye sütlüye karışmadan işine gidip gelirken Döne kadını 1 Mayıs gösterilerine katılırken buluyoruz. Elbette bunun kaba bir propagandist üslupla değil estetiğin genel inceliklerine riayet edilerek yapıldığını söylemek lazım gelir. Döne kadının düşünüş ve davranış tarzı verilirken alttan alta da onun tüm yaşam hikayesini, kente neden ve nasıl geldiğini, mutfaktan nasıl çıktığını ve bir emek gücüne nasıl dönüştüğünün hikayesini de öğreniyoruz. Yozgat’ın Sorgun ilçesinde doğmuştur Döne kadın. Okuması yazması yoktur. Bunun neye mal olduğunu, temizlik ve tuvalet işine verildiğinden anlamak mümkündür. Yazar Döne kadını konuştururken yöresel dili de aslına uygun olarak yansıtmak istemiştir. Kapitalizmin imkanlarından faydalanan kesimlerin Döne kadın ve onun gibilerini anlaması kolay değildir. Öyküde şef ile Döne kadın arasındaki diyaloglardan bunu çıkartmak olasıdır.
Toroslar’da Bir Köyün Hikayesi
Polat’ın öykülerine, yakın tarihimizin öyküleri derken bunu hem yerel planda hem de evrensel planda düşünmek gerekiyor. Sosyal ve ekonomik sorunları ele alırken konuyu çevre sorunlarına ve doğa sevgisine dek genişletiyor yazar. Son elli yıldır dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir çevre sorunu, doğanın yıkımı ve talanı söz konusu. Sermaye, insanı sömürdüğü gibi doğayı da sömürme peşinde. Dolayısıyla böyle bir olgunun sanat ve edebiyat dünyasına yansıması doğaldır. Polat da Bereket Gelecek Bolluk Olacak adlı öyküsünde konuya projeksiyon tutuyor. Ekolojik merkezli bu öyküye bakılırsa yazarın öykü merkezlerini tüm ülkeye yaydığı anlaşılıyor. Kars, Dersim, İstanbul, Yozgat… Şimdi de Toroslar’da bir köy.
Öykü, köylü Hüseyin ile karısı Hatice arasındaki repliklerle başlıyor. Daha doğrusu ilk girişte gerekli doğa ve çevre betimlemeleri yapıldıktan sonra diyaloglar başlıyor. Hüseyin’in gözünden köyündeki şirket çalışanları, makineler, ölçüm araçları, mühendisler, “büyük adamlar” tasvir ediliyor ki, gerçekte köye elektrik santrali kurulmak isteniyor. Öykü saf köylü Hüseyin ile şirketin kurnaz şefleri arasındaki diyaloglarla sürüyor. Güya köye bereket gelecektir, işsizler iş edinecek, kısa sürede köyde bolluk olacaktır! Hüseyin ve Hatice dahil olmak üzere tüm köylünün kaderi değişecektir! Öyküdeki gerilim, kent dışındaki “okumuşların” devreye girmesi ile artar, şirkete itirazlar şehirdeki okumuşlardan gelir (Nuriye ve Semih). Bunlar fayda etmez elbette.
İlk başta köylüler iş güç edinir. Her şey çok güzel olacak denilir. Görünürde öyledir de. Ne var ki Göksu ırmağının üzerine kurulan baraj balıklar başta olmak üzere bölgenin canlı dokusunu kısa sürede yok eder. Tarlalarını yok pasına satan köylüler de inşaat bitiminde işsiz kalırlar. Polat, öyküyü, okurun kafasına vurulmuş bir estetik tokat gibi şu sözlerle bitirmiş: “Köy harabeye dönmüştü. Ancak HES tıkır tıkır çalışıyordu.” (S. 74).
İki Katmanlı ya da İki Parçalı Öykü
Siyasi analizlere imkan veren öykülerden söz ediyoruz. Birçok kahramanın politik aktivist olduğunu da unutamayız. Erdal ile Çetin’in hikayesini okuduğumuz İstanbul adlı öyküyü mutlaka anmamız gerekiyor. İstanbul sihirli bir kenttir anlaşılan. Eskiden “taşı toprağı altındır” denilen bir mekan. Başı sıkışanın, işsiz kalanın çare aradığı bir yerden söz ediyoruz. Hapishaneden çıkan iki eski “yoldaşın” karşılaştıkları bir mekan şimdi. Yazar bir çok tesadüfi bir araya getirmiş İstanbul’da.
İstanbul, acı rastlantılarla güzel sahnelerin birbirine bağlandığı bir öykü. Her iki “gönüllü sürgün” ekmeklerini kazanmak ve yaşamlarını idame ettirmek, çocuklarını eğitmek amacıyla yurtlarından kopmuş daha doğrusu koparılmış olarak İstanbul’a taşınmıştır. Eşleri ve çocuklarıyla birlikte betimlenen iki “yoldaş aile”, öykünün yükünü üstlenmiştir. Erdal ile eşi Leyla’nın çocukları Deniz’in öyküsü de okurda duygulu anlar bırakacak türdendir. Öykünün ikinci kısmında yine bir aile tanıyoruz. Çetin, eşi Meryem ve çocukları Özgür’ün hikayesi. Böylece iki parçanın birleşmesiyle oluşan ya da iki katmandan oluşan bir öyküyle tanışıyoruz.
Öykünün anlatıcısı, okuru hikayenin içine çekerken genel dokuyu bozmadan ideolojik içeriklere de parmak basar. Halkın resmi ideoloji etkisiyle nasıl da topluma yabancılaştığını betimler. Mesela Deniz’in Çerkez olduğu halde Kürt olmakla suçlandığı ve ötekileştirildiği edebi bir tarzda anlatılıyor. Tüm baskı ve ötekileştirmeye rağmen iki aile, destek ve dayanışma ilişkileri içinde ayakta kalmayı başarır. Küçük değerlerle mutlu olma psikolojisi içindedirler. Kısmen de olsa sosyal ve siyasal meselelere ilgi gösteren devrimci-demokrat bir aile görünümündeler.
Mutlu mesut ve mütevazi bir yaşam içindedir Erdal ve Çetin ailesi. Bu mutlu mesut durum ansızın kesintiye uğrar. Polat öyküyü şu sözlerle bitiriyor: “Yaşanan onca sıkıntının ardında, işler yoluna koyulmuş, yaşamları düzene girmişti. Taa ki 12 Eylül mağdurlarının kurduğu derneğin Beyoğlu’ndaki merkezinden çıkarlarken, bir sivil polisin namlusundan çıkan kurşun Erdal’ı yere düşürene kadar” (S. 86).
Öykü İçinde Öykü
Sürgün’ü okuyan her insanın mutlaka ilgisini çekecek öykülerden birisi de Değirmen’dir. Olaylar değirmenin çevresinde cereyan eder. Değirmen ise Dersim’de, Hozat yakınlarında 110 hanelik Samosi köyündedir. Değirmenin harcında kamuoyunda da tanınan birçok siyasi figürün katkısı vardır. Naze Nene ve eşi Süleyman’ın köydeki yaşam tarzları biraz da masalsı bir atmosferde veriliyor. Köy yakmaların başladığı, köylerin boşaltıldığı bir dönemin içinden okuyoruz Değirmen’i.
Kendi halinde yaşayan köylüler, ansızın bir askeri baskı ve kararla sarsılırlar. Üç gün içinde köyü terk etmeleri söylenir. Polat, adeta öykü içinde ikinci bir öykü yazmış gibidir. Çünkü Süleyman ve Naze Nene’nin hareket tarzını okurken birden yeni bir gelişme olur ve Hasan ile Cemile’nin aşkına temas edilir. Hasan aynı zamanda köyü terk etmemek için ortaya çıkan direncin de temsilcisidir.
Alevi/Kızılbaş gelenekleri çerçevesinde kurulan öyküde haksızlıkların ve baskıların artması Hasan’ın Samosi’yi terk ederek Mersin’e sığınmasını da beraberinde getirir. Öndersiz kalan halkın direnmesi zor ve manasızdır! Şöyle yazmış Polat: “Hasan’ın köyü terk etmesi direnci yıkmıştı. Hasan’ın ardından bütün Samosililer, sırtına vurduğu yatak yorganla dağıldılar bir yerlere. İstanbul, İzmir Kocaeli, Mersin… Artık kim nerede tutunacak bir dal bulduysa yönünü o yana çevirdi” (S. 105).
Köyü, Süleyman ile Naze Nine terketmemiş olsa da köyün akıbeti değişmez. Yazar köyün alev almış durumunu ise şu hüzünlü sözlerle noktalıyor: “Alevlerin arasında sağa sola kaçışan sincap, kertenkele sesleri, yanık kuş kokusuna karışmıştı…” (S. 107).
Polat’ın Olay Öyküleri
Polat’ın eserini irdeleyip eleştirisini yaptıktan sonra bir iki paragraflık bir sonuç yazacak olsaydım sürgün meselesine öncelikle dikkat çekerdim ve yazardan şu alıntıyı mutlaka yapardım: “Sürgün edilenlerin yürekleri hep yaralıdır. Sürgün öyle bir şeydir ki, kendinizi evinizde hissetmiyorsunuz. Sürgün edilenlerin vatanı, toprağı yoktur. Sürgün, yaşamı boyunca özlediği toprağın kokusunu alamayacak olan kişinin adıdır” (S. 53).
İkinci olarak Polat’ın öykülerindeki dinamizme dikkat çekerdim. Türkçede yazılmış öykülerle bir benzerlik aradığımda da Sabahattin Ali ve Muzaffer Oruçoğlu ile benzerlik kurardım. Mesela Sait Faik öykücülüğüne uzaktır Polat’ın öyküleri. Polat öykü tarihini incelemiş biri mi, bilemiyorum ama olay öykücülüğü olarak bilinen anlayış içinden yazmış gibi.
Öykü yazımı için iki ekolden söz edilir. Birisi Maupasdant’ın temsil ettiği olay öykücülüğü diğeri ise Anton Çehov’un benimsediği durum öykücülüğü. Yorumlarımda da gösterdiğim gibi Polat’ın öyküleri son derece aksiyon yüklü. Gerilimli olmanın yanında yükseliş ve düşüşler içinde yazılmış. Bazen durum betimlemelerine başvurulmuş olsa da esasen hareketli öykülerden oluşmaktadır eser.