SANAT DERGİLERİNDE DEPREM!
Sanat ve Hayat Dergisi
Yeni Sayı Çıktı
Felsefenin Optiğinden
DEPREMLERİN DİYALEKTİĞİNE BAKIŞ
6 Şubat depremiyle bir kez daha katliama uğradı Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halkları. Fail/cellat bu defa “doğa” kılığına bürünmüş sermayeden başkası değildi. Yıkım büyük, kayıplar sayıyla ifade edilemez, acı dayanılır gibi değildi. Şiddeti ve hinterlandı açısından ender görülen bir depremdi şüphesiz. 11 ilimizi doğrudan etkilemiş, Suriye ve Irak’ta da büyük bir etki yaratmış ve orada da binlerce can kaybına neden olmuştur. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 23 milyon insan etkilendi bu depremden. Baştan diyeceğim şu ki, hangi bilim, hangi ideoloji, hangi din ne derse desin depremler, sınıflı uygar toplumun icadı olarak ortaya çıktılar. Depremler tüm insanlığa acılar, yıkımlar, dramlar, ölümler getirse de, aynı gemide (dünyada!) olmadığımız için yıkım ve sonuçları, şüphesiz ki en çok da emekçi sınıfları, ezilenleri, yoksulları, göçmenleri vurmuştur.
Özellikle sermaye çağında iki olgu insanlık üzerine dehşet saçmaktadır: Emperyalist dünya savaşları ve bölgesel savaşlar yanında başta deprem olmak üzere doğal afetler… Kısaca bunlara toplumsal afetler ve doğal afetler de denilebilir. Belirleyen ise toplumsal olandır. Buna ikinci doğa demek de mümkün. Her ikisini de tetikleyen sermaye ve emek çatışmasıdır kuşkusuz. Bu çatışma, emek sömürüsü ve sermaye birikimini zorunlu kıldığı için her iki afeti de mobilize etmektedir. Bu yüzden de sermaye (birikmiş emek) var olduğu müddetçe öncü depremler ve yıkım getiren depremler her zaman var olacaktır.
Depremler her zaman varolacaktır! Çünkü tüm yapı ve imar politikalarına damgasını vuran, ruhunu veren sermayedir. Bu durum Türkiye ve bölgede, emperyalizmin sömürüsüne açık ülkelerde olduğu gibi en “gelişkin” denilen İngiltere, ABD ve Japonya için de geçerlidir. Çünkü sermaye, çoktandır tekelci aşamaya girmiştir, bu nedenle de evrensel özellik göstermektedir. Dolayısıyla bugün bölgemizde olan depremler emperyalizm ve kapitalizm olgusundan bağımsız bir biçimde de ele alınamaz.
Keza depremin diyalektiğine felsefenin optiğinden bakanlar, devlet mevzusuna da açıklama getirmek zorundadır. En çok tartışılan kurumlardan birisi oldu devlet: Devlet nerede? Devletle birlikte sivil inisiyatif gösteren emekçilerin, halkın yanında devrimci-demokratik güçlerin gördüğü fonksiyonu, emekçi sınıflar için yaşamsal bir öneme sahip olan konut sorununu da konu etmek lazım gelir. Yine böyle bir tartışmayı, sınıf çatışmasını gizleme amacı güden “din-bilim çatışması”nı da merkeze alarak yapmak durumundayız. Makale içinde bu konuları da açıklamaya çalışacağım.
Depremlere, Saray ve Kulübeden Bakmak
6 Şubat 2023 depremi, Türk büyük burjuvazisini yakından ilgilendirdiği gibi uluslararası sermayeyi de yakından ilgilendirmektedir. Dolayısıyla sermayenin ve emperyalizmin depreme bakışı ile emekçilerin ve dünya halklarının depremle gelen yıkımlara bakışı farklıdır. Hatta karşıttır da denilebilir. Feuerbach’ın bir sözü çok öğreticidir: Kulübede yaşayan farklı sarayda yaşayan farklı düşünür!
Proletarya ve dünya halkları deprem bölgesine bakınca insan, kadın erkek, can, yardıma ihtiyaç duyan depremzedeler görür; yanısıra kurtulmayı bekleyen yaralılar, enkaz altında kalmış çocuklar, yetişkinler, yok olmuş bir kent ve onu sarmalayan bir doğa görür. Ayrıca yıkılmış ağaçlar, enkaz altında kalmış kedi, köpek ve birçok evcil hayvanı da görür. Buradan bakanlar için yıkılmış kentler ve köyler, kullanılmaz yollar, doktorlara mezar olmuş hastaneler, pilotlar için korkulu hale gelen havaalanları, temeli sarsılmış ya da yerle yeksan olmuş kamu binaları vardır.
Sermaye ve saray cephesinden yıkıma bakanlar ise yeni imar alanları, kar getirecek araziler, artı değer yaratımı için inşaatlar, sömürecek emek gücü, satışını yapacağı metaları görür. Depremin ilk gününden itibaren pek çok metanın fiyatları artmıştır. Çadır başta olmak üzere yiyecek, içecek, giyecek gibi ürünleri sıralamakla yetiniyorum. Konut fiyatları ve kiralar da sermayenin, tüccar ve tefecilerin insafına kalmış durumdadır. Yine deprem coğrafyasına saraydan bakanlar köprüler, asfalt yollar, hastaneler, okullar, otobanlar, yeni havaalanları, AVM’ler, rezidanslar görür. Bunlara göre “büyütülecek” yıkımlar değil kısa sürede inşa edilecek “büyük iş alanları” vardır.
Etimolojik ve Felsefi Boyut:
Deprem, Doğanın Yapısal Özelliğidir
Depremi anlamada etimolojik ve felsefi boyut öğretici olabilir. Deprem, doğanın olağan hareketlerinden birisidir. Her gün her dakika dünyanın her yerinde gerçekleşen bir deprem vardır. Sözcük olarak Latince kökenlidir. Arapça zelzele, Türkçede yer sarsıntısı diyoruz. Sosyal yaşamda, kriz nasıl ki kapitalizmin yapısal bir özelliğiyse deprem de doğanın yapısal bir özelliğidir. Doğanın bu özelliği dikkate alınmadan doğru bir deprem analizi yapmak olası değildir.
Depremin yıkım ve ölüm getirmesi, nispeten doğal bir durumla ilgili olsa bile temelde sınıflı, uygar denilen sistemin kendisindendir. Buradan bakınca sorunun lokal bir mesele olmadığı ortaya çıkıyor. Derin ve evrensel bir sorundur deprem. Kapitalizm ve doğanın sömürüsüyle doğrudan bağlantılıdır. Soruna filozofça bakınca onu siyaset felsefesi, ahlak felsefesi, hukuk felsefesi, din felsefesi, bilgi ve bilim felsefesi açısından da ele almak kaçınılmaz görünüyor. Aşağıda bunlara yalnızca değinmekle yetineceğim.
Kayıp, acı ve dramların kaynağını, doğada aramak yerine bin yıllardır süren zulüm toplumunda aramak en doğrusudur. Bu zulüm düzeninin depremlerle, iş kazalarıyla, Çernobil patlamalarıyla, faşizmlerle, grizu patlamalarıyla, bölgesel ve dünya savaşlarıyla insanlığı yok etmeye devam ettiğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Şu görülüyor ki tüm bu vahşetlerin biricik faili vardır; o da emperyalizm ve onun uzantısı olan yerel otorite ve uşak devletlerdir.
Felsefe Tarihinin Depreme Dansı
Doğa filozofları önümüzü aydınlatmıştı öncelikle. Filozoflar, hava, ateş, toprak ve suyu keşfettiler! Aristoteles’in fizikçiler de dediği doğa filozofları olan Thales, Anaksimenes, Herakleitos, Empedokles gibi filozoflar ileri sürdükleri varlık, doğa ve dünya anlayışıyla bugünün bilimini öncelediler. İlk kuşak filozoflar doğayla dansa durmuşlardır, diyelim. Nihayetinde bilim, günümüzde olduğu gibi henüz bilimin önünde engel değildi, sermaye ve mülk ilişkilerinden kısmen de olsa özgürdü. Özgür bilimin ya da doğa filozoflarının dünyaya dair söyledikleri ile sismoloji ya da jeoloji gibi bilimlerin betimlediği dünyanın (yerküre) benzer olduğunu saptamak zor olmasa gerek.
Depremin bilim ve felsefeyle ilgisini kuracak olursak ilki “olanla”, ikincisi “olasıyla” veya olması gerekene projeksiyon tutmakla görevlidir. İlk kuşak filozoflarda bunun ikisi birlikte yürümüştür. Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes gibi birinci kuşak filozoflar depremle ilgilenmek zorunda kalmıştır. Bunlara doğa filozofu veya Aristoteles’in deyişiyle fizikçi de deniliyor. Her üçü de deprem bölgesinde (bugünkü Ege kıyıları) yaşadığı için konuya ilgi çekmeleri manidardır. Thales’e göre dünya su kütlesinin içinde olduğundan dolayı su dalgaları dünyayı hareket ettiriyor ve depremler oluyor. Anaksimandros içinse dünya davulu andırıyor. Üstten ve alttan basınç olduğunda karalarda yıkılma dökülme meydana gelmektedir. Anaksimenes ise rutubet ve kuruluğa, topraktaki gazlara dikkat çeker.
Antik filozoflardan olan Herakleitos, dünyanın sürekli değiştiğini ve dolayısıyla dünyanın hareketli olduğunu (diyalektik) düşünüyor. Ki bu filozofların yaşadığı MÖ 6. Ve 5. yüzyılda henüz dünyanın döndüğü bilinmiyordu. Demek ki dünya, göründüğü gibi sabit ve değişmez değildir. Buna göre üzerine inşa edilecek yapıların, bu özelliği dikkate, hatta merkeze almaları gerekir. Bilim eskiye oranla çağımızda bin misli daha gelişmiştir! Peki dünyanın hareketli olduğu yeterince dikkate alındı mı, alınıyor mu? Ne gezer!
Buradan eski çağlara baktığımızda ne görüyoruz? Eski çağlardaki depremlerde, günümüzdeki kadar bir yıkım ve can kaybı görünmüyor. Çünkü yapılar gökdelenler, yerdelenler biçiminde değil; çok katlı, yüksek yapılar da söz konusu olmamış. Kent-köy ayrımı da henüz geniş ve yaygın değildi. 6 Şubat depreminden hemen sonra binlerce kişi taşraya ve köy evlerine yönelmiş! Bu, bize bir fikir vermeli: Buradaki yapılar 1 veya 2 katlı da ondan. Elbette yıkımı yalnızca az çok katlı yapılara bağlamak yeterli değil.
Sanat, Bilim, Siyaset Yanında
Filozofun Optiği
Deprem ve diyalektik diyoruz. Diyalektik çok yönlülük, karşıtlık, ilişki, birlik, çatışma, bütünlük anlamına geliyor. Olgu deprem. Değişik görüşler, bakışlar ve düşünce formlarını görüyoruz: Bilim, sanat, felsefe, siyaset. Aynı olguyu bu disiplinler değişik perspektiflerden görür. Politik teorisyen veya aktivistler depreme baktığında yönetim, organizasyon, devlet, ordu, belediye hizmeti, baskı, sansür vs. görür. Aynı olguya yani depreme sanatçılar baktığı zaman iş değişir. İmgeler, karakterler, yıkılmış mekanlar, karartılmış renkler, çığlık sesleri, ağlayan kadınlar, linç, imge, dram ve trajediler görülür.
Bilim adamları aynı depreme baktığında daha değişik özellikler tespit eder. Yerin yapısı, levhaların birbirlerine olan konumu, faylar, jeolojik zamanlar ve yerkürenin katmanları görülür. Filozofun optiği deprem hadisesine temas edip ortaya çıkan faciaya baktığında “ilişki” görür. Dünya, deprem ve insan ilişkisini saptar. Toplumun, doğaya yönelme tarzını, onunla olan bütünlüğü ve karşıtlığını görür. Filozof, doğadaki “çelişkinin”, tıpkı toplumdaki “çelişki” gibi içte olduğunu hatta kapitalizmde olduğu gibi derinlerde bulunduğunu, gizlendiğini tespit eder. Bu çelişki ki, diyalektiğin temel kategorisini oluşturmaktadır. Dolayısıyla filozof tüm bu olgu, ilişki ve süreçlerin kavramlarla ortaya konulmasına dikkat eder.
Konuya filozofça bakanlar, sanat ve bilim insanları gibi toplumun, depremi nasıl ele aldığını, siyasetin soruna nasıl bir yöntemle müdahil olduğunu açığa çıkarmaya çalışır. Bu noktada bir not söylemeliyim ki çok önemli: Tek tarz bilim, sanat, felsefe, siyaset yoktur! Konuya emekçi sınıflar açısından bakan bilimciler, sanatçılar, filozoflar, politikacılar var; öte yandan soruna egemen sınıflar ve günümüzde burjuvazi cephesinden bakanlar var. Düşün ve sanat insanlarının tümü değerlidir kuşkusuz; ama bu değerli olma durumu, iki kategori arasına bir çizgi çekmemize asla engel olmamalıdır! Bu yüzden yukarıda değindiğim saray ve kulübe karşıtlığını bir kez daha anımsatmak isterim.
Engels’i Anmak ve Anlamak:
Kapitalizm ve Konut Sorunu
6 Şubat, evsiz/konutsuz bıraktığı milyonlarca kişinin belleğinden kolayca çıkmayacaktır. Bu da deprem ve konut arasındaki korelasyona gönderme yapar. Meselenin güncel, tarihsel ve iktisadi boyutu olduğu açıktır. Sıklıkla duyuyoruz: Kolonu kesince bina çöküyor! Gösterişe, biçime meraklı bir toplum var ortada. Ev alınca hemen dairenin orasını, burasını yıkıyor insanlar (emekçiler diyelim). Mutfağı söküyor, kirişi kesiyor, balkonu deforme ediyor. Hızını alamıyor, duvara da müdahale ediyor. Sonuçta bina zayıflar. Bu kültür de modern dünyanın icadıdır elbette. Eski ve klasik olan konut kültürü, daha doğal ve daha mütevazi idi. Biçime değil öze önem verilirdi. Altı galeri olan bütün binalar yıkılmış depremde. Neden? Birkaç araç daha sığsın diye. Para, gösteriş, rant…
Deprem konut sorunu nedeniyle en çok da emekçileri, yoksulları, göçmenleri vurdu diyebiliriz. Konut, temelde kapitalizmin ortaya çıkardığı bir sorundur. Konut, feodalizmde ve kapitalizmde ne anlam ifade ediyor, ikisi arasında fark var mı? Evet ilkinde kullanım değeri var. Feodalizm konuttan kar etmez. Kapitalizm şartlarında konut da giderek meta oluyor, alınıp satılıyor. F. Engels, “Konut Sorunu” adlı yazısında şunları yazar:
“Kapitalist üretim tarzı var olduğu sürece, konut sorununu ya da işçilerin kaderini ilgilendiren herhangi bir başka toplumsal sorunu tek başına çözmek istemek budalalıktır. Çözüm, kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılmasında, tüm geçim ve emek araçlarına işçi sınıfının kendisi tarafından el koyulmasında yatıyor.”
İçinde bulunduğumuz kültürün kaynağına, temeline bakmak gerekiyor: Kapitalizm. Kapitalizm kendi suretinde insan ve ilişkiler üretiyor demişti Marx. Kapitalizm kendi suretinde çirkin konutlar ve yıkıcı binalar da yapıyor. Dolayısıyla kapitalizm yıkılmadığı sürece içinde oturduğumuz konutlar ve her türden bina yıkılacak demektir. Kapitalizm ile sağlıklı, kullanışlı ve estetik konut ve yapılaşmanın birlikte bulunacağını düşünmek en hafif bir deyişle naif bir düşüncedir.
Kapitalizm var olduğu sürece deprem, binaları yıkar. Kapitalizm, emekten, malzemeden, demirden, betondan sömürü yapan uygarlığın adıdır. Burjuva-liberal bilimcilerin, uzmanların kapitalizmi savunup sağlam bina yapmayı önermesi gerçekçi değil. Bu düzenin, uygar sistemin tüm yetenekleriyle, bilimiyle, mantığıyla, diniyle, hukukuyla, ahlakıyla yıkılması gerekir. Bu dünya düzeni bilimin, insanlığın, eşitliğin, özgürlüğün, kardeşliğin önünde engeldir.
Depremle Gelen Depremle Gider
Birçok deprem, toplumsal bir etki bırakmadan unutulabiliyor, unutulabilmiştir. Yıkım, felaket ve can kaybına yol açmayan depremler böyledir. Oysa 6 Şubat Maraş merkezli (Malatya, Adıyaman, Diyarbakır, Urfa, Antep, Hatay, Osmaniye, Adana, Kilis ve Elazığ) depremin getirdiği felaket, yakın zamanda unutulur gibi görünmüyor. Çünkü Dersim katliamı gibi ağır sonuçlara yol açtı. Etkisi nasıl olur? Bu sorunun yanıtı için tarihsel süreci kısaca da olsa anımsamak öğretici olabilir. Lizbon depremi (1755), Portekiz sömürge imparatorluğunun sonu oldu. Antakya depremi (MS 115) Roma’yı çok etkiledi. Dersim katliamı ve Erzincan depremi (1939) de tek partili faşist diktatörlüğün sonu oldu.
6 Şubat depremi de son yirmi yıllık yönetimin sonu olacağa benziyor. Nitekim bugünkü yönetim, 1999 depremlerinden sonra kurulmuştu. Yunan filozofları “meydana gelen meydandan gider” demişlerdi. Biz de bunun sentaksını ve semantiğini değiştirerek “depremle gelen depremle gider” diyebiliriz. Şubat depreminden iki üç hafta sonra topluma yayılan düzen karşıtı tepki de bu değişimin işareti olarak okunabilir. Örneğin toplumsal sorunların en uzağında olan futbol kulüpleri bile olup bitene isyan edip “istifa” demiştir.
Bunalım, deprem ve yıkımların etkisi günümüzde farklı olabiliyor. Günümüzde bilim, teknoloji ve medya nedeniyle toplumsal durum ve algılama farklı. Çünkü kapitalizm koşullarında yaşıyoruz ve “uyarıcı” çok fazla, çağ çok hızlı akıyor. Gündem iki ayda değişti. Bu depremin etkisi çok fazla olmalıydı. İstifalar olmalı, kaçıp gitmeliydiler egemen sınıf sözcüleri. “Hırsız” denilen müteahhitlerle birlikte esasen sermayenin mutemedi olan devlet yargılanmalı ve defolup gitmeliydi/gitmelidir.
Emek cephesi müthiş bir baskı altında, üstelik biz görünene takılıyoruz. Kapitalist üretim tarzı, sömürü de dahil her şeyin çok iyi gizlendiği bir sistemdir. Depremi görebilmek için bu gizi, örtüyü kaldırmak kaçınılmazdır. Aksi halde insanlar kendi dostlarını düşman, düşmanları dost olarak algılayabiliyor. Kapitalizmin böyle bir “başarısı” var.
Olup bitenler “başarı”, “gelişme”, “uygarlık” gibi algılandığı sürece insanlığın dram ve trajedisi sürecek demektir. Oysa başka bir dünya, eşitlikçi bir uygarlık mümkündür. “Beton ve demir uygarlığı”na son verip doğa, toprak ve temiz havası olan bir su uygarlığına dönmeliyiz! Bu mümkündür. Türkiye ve Kürdistan toplumu, en son 2013’teki Haziran Ayaklanması’nda kendisini on milyonlar olarak göstermişti. Benzer bir sayıya deprem nedeniyle tekrar ulaşıldığı anlaşılmaktadır. Bu da ülkemizdeki toplumsal durumun, “yeni bir dünya” açısından taşıdığı potansiyelin göstergesidir.
Sorun Hırsızlık Değil;
Linçe Davetiye Çıkarmak
Bilim ve din felsefesi açısından da etik açıdan da sorunun konuşulması gerekiyor. Haddizatında bu yönlü konuşmalar yazışmalar devam ediyor. Hırsızlık ve yağma yapılmasını “esasen” bir etik sorun olarak ele almak yanlış olur. Bu anlama, büyük hırsızları saklamaya yarayan bir tuzaktır. İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için izinsiz bile olsa temel gıda ve ihtiyaç maddelerini edinmiş olmaları hırsızlık yapma ve talan olarak görülemez. Ayrıca “hırsızlık” Marksist terminolojide olan bir terim de değildir. Çünkü hırsızlık, artı değer sömürüsünü gizleyen bir kavramdır. Anarşizmin ünlü filozoflarından Proudhon’un kullandığı bir terimdir: Mülkiyet hırsızlıktır. Marx ve Marksizm rant, kar, faiz gibi artı değerlerin üzerinde durmaktadır. Kısacası mülkiyetin “hırsızlık” olarak açıklanması anlamına gelen tez, Marx tarafından eleştirilmiştir.
Hırsızlık haberleri ile birlikte linç girişimlerinin başladığını da görmüş olduk. Felaket ve kaos ortamlarında en çok da “öteki” konumundaki kesimler etkilenmektedir. Öyle ki saldırılar ırkçı, faşist içerikler kazanarak mağdur ve sosyal, hukuki olarak korunma olanağı bulamayan kesimlere yönelir. Deprem bölgesinde bunun somut örneklerini üzülerek izlemiş bulunuyoruz. Bilhassa Suriyeli göçmenlere yönelik pek çok saldırı ve linç haberleri günlerce medyada yer almıştır. Gerekçe de hazırdır: Hırsızlık, yağma ve talan yapmaktır. Bunun, ideolojik bir manipülasyon olduğu, son yıllarda kurulan milliyetçi-faşist partilerin varlığından bellidir. Belki yağma ve talan denilecek hadiseler de olmuş olabilir. Bunların münferit olduğunu düşünmek mümkündür. Ayrıca zor durumda olan göçmenlerin ve benzer konumda bulunan mağdur kişi ve kesimlerin temel gıda ve ihtiyaç maddelerine yönelmiş olması meşrudur ve dolayısıyla linç gerekçesi yapılamaz.
Öte yandan deprem felaketi, herkesin herkese yardım etmesine de tanıklık etmiştir ki, burjuva-liberal teorilerin insanı “bencil” olarak tasvir eden tezleri de çürütülmüştür. Özellikle halkın ve emekçilerin birbirlerine destek olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Öyle ki, bu enternasyonal dayanışmaya burjuvazi ve devlet kıskanarak müdahale de etmiştir.
Devlet, Halk ve Depremler
Kamunun devreye girmesi son derece önemlidir. Çünkü gerekli alet ve edevatlar devletin tekelindedir. Devlet her ne kadar sermaye için varsa da, güçlü bir baskı karşısında afet sonuçlarıyla da ilgilenmek durumunda kalır. Hangi enkazda ne denli yıkım ve kayıp var, onu en iyi yereldeki halk bilir. Bu yüzden de yereldeki halkın müdahalesi (sivil inisiyatif) ve yine bu halkın, kamusal müdahaleyi, devlet görevlilerini ve kurumlarını (AFAD) yönlendirmesi çok önemlidir. Devlet, kapitalizm koşullarında emekçilerin, ezilenlerin ve halkın değil esasen sermayenin devletidir ve sermaye için vardır. Bu bir kez daha 6 Şubat depremiyle tescillenmiştir. Kullanım değeri üzerinden yapılan her türden ürüne el koyma, kamulaştırma ve halkın kullanımına sunma, meşru olduğu halde olup biteni yağma ve hırsızlık olarak gösterme de yine sermaye devletinin, gerçekleri çarpıtması, halkı karalama ve aşağılama yönteminin bir parçasıdır.
Bir halk ayaklanmasını bırakalım, küçük bir asayiş sorununda bile nice helikopter ve savaş araçlarını ilgili mıntıkaya yığan devlet, depremin ilk kritik anında bölgede görülmemiştir. Görüldüğünde de tüm imkanlarını kullanma ihtiyacı duymadığı anlaşılıyor. OHAL ilan ederek halk üzerindeki siyasal ve askeri baskısını artırmanın politikasını yapmıştır. 1978 Maraş katliamı akla geliyor. Resmi-sivil faşizm Maraş’ta katliam yapmıştı. Peşinden dönemin hükümeti sıkıyönetim ilan ederek faşizmi daha da tırmandırmıştı. 6 Şubat depremi açısından devleti betimleyen en iyi ifade şudur: Devlet, bir gece ansızın gelebiliriz diyerek dünya halklarını tehdit eden ama deprem noktalarına ancak saatler sonra, hatta günler sonra ulaşan organizasyonun adıdır.
Devlet, vinç, kepçe, iş araçları, çadır, ısı, ışık araçları, benzeri ekipmanlar ve donanımlı epikler için değil; halkı tehdit etmek ve onlara gözdağı vermek için afet bölgesine halkın içine girmiş bir zehirli hançerdir. Her devlet gibi günümüzdekiler de çatık kaşlarını göstermek için sansür için vardır; fiziksel ve ideolojik manipülasyonu esas görev edinmişlerdir.
Uygar / Modern Sistemin Çıkmazı
Sınıflı uygarlık ve kapitalist modernizm koşullarında bilim nedenlerle değil sonuçlarla ilgilenir. Bu yüzden depremlerin yıkımını ortadan kaldırması mümkün değildir. Deprem yönetmeliğine göre yapılan binaların da patır patır yıkıldığı en önemli kanıttır. Nasıl ki uluslararası hukuk, devletler arası savaşları ve emperyalist haydutlukları önlemek için yeterli değilse sermaye var oldukça depremi etkisiz hale getiren yapılar da inşa olmayacak veya edilmeyecek demektir. Dolayısıyla müteahhidi, ustayı, kalfayı, aracı tüccar ve tefecileri suçlamak, onları günah keçisi yaparak “uygar/modern” sistemin yükünü bunların üzerine atmak veya yıkmak doğru bir değerlendirme değildir. Doğal afetlerin suçlusu beş bin yıllık “sınıflı uygarlık” ve sermayeye hizmet eden devletlerin ta kendisidir.
Depremler, dünyanın gidişatında köklü değişikliklere de neden olmaktadır (yukarı da söz etmiştim). Örneğin 1775’deki, Lizbon depremi sonrası 4 kat üstü binalara, yapılara izin verilmiyordu. Avrupa halen bu kültürün etkisindedir. Biz de coğrafyamızın fiziksel özelliklerini dikkate alarak ara bir çözüm babında 2-3 katı geçmeyen bir yapılaşma öneriyoruz. Lizbon depreminin bir dönüm noktası olduğu söylenir. Felsefede “kötülük problemi” merkezi bir sorunsal olmuştur. Sanatın, bilimin ve siyasetin ekseni değişmiştir. 6 Şubatın sonuçları da önümüzdeki süreçte ortaya çıkacaktır.
Daha şimdiden bilimin çok konuşulduğuna tanıklık ediyoruz. Sismoloji denilen bilimin temelleri de Lizbon depremi ile birlikte atılmıştır denilebilir. Düşünsel ilgide felsefenin yerini bilim almaya başlamıştır. Çağımızdaki ve ülkemizdeki depremlerin de benzer sonuçlar doğuracağını ileri sürmek yanlış olmaz. Bir siyasi aktivistin Nazizm ile Lizbon depremi arasında benzerlik kurması son derece didaktiktir. Lizbon depremi de dahil olmak üzere bütün depremler uygarlığın ve günümüzde kapitalizmin neden olduğu katliamlardır. Cumartesi annelerinin, bir toplantıda söylediği gibi bu depremler kesinlikle kader değil, cinayettir.
Barışçıl Doğa ve Eşitlikçi Dünya:
Afetsiz ve Yıkımsız Depremler
Doğal ve toplumsal kriz ve afetlerden kurtulmak, sınıflı modern dünyadan ve çağımız açısından da kapitalist-emperyalist sistemden kurtulmakla mümkündür. Anlık görev ise birlik ve dayanışma ilişkilerini geliştirip yaraları hızlı bir biçimde sarmak olmalıdır. Halkların, komşuların, dostların, yoldaşların ele ele verme zamanıdır. Aynı zamanda gün büyük mücadele günlerine hazırlanma günüdür. Türk egemen sınıfları, seçim sürecine girerek gündemi büyük oranda değiştirmiş, depremi unutturmuştur. Buna karşı direnç göstermek ve sürekli kamuoyu oluşturarak deprem gerçeğine vurgu yapmak gerekiyor.
Barışçıl bir doğa felsefesi, eşitlikçi bir toplum, sermayesiz, savaşsız, zulümsüz bir dünya, modern zincirlerinden kurtulmuş bir bilim ve felsefe insanlığı bekliyor. Bunu mümkün kılacak olan, sermayenin ve savaş sanayisinin hizmetinden kurtulmuş olan bilimdir. Böyle bir bilim sayesinde kutsal dinlerin (Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam) ve kutsal olmayan dinlerin yani liberalizm, milliyetçilik, aydınlanma, laiklik, ateizm ve kaba materyalizm türünden dinlerin depremi açıklama tarzı da son bulacaktır. Neticede depremler afetsiz ve yıkımsız bir özelliğe bürünür. Böyle bir süreç, bilimiyle, filozofuyla, siyasetiyle, etiğiyle, estetiğiyle yerini, giderek insanı ve doğayı merkeze koyan tarihsel materyalizme bırakır.
Bilim, Felsefe ve Depremler
Adına deprem denilen kapitalist afetleri ortadan kaldırmak, proletarya ve halkların kendi kollarıyla mümkündür. Proletaryanın her türden etkinliğe olduğu gibi bilime de kumanda etmesi gerekir. Burjuva bilimi, her şeyi bildiğini ve akıl, bilim, teknik, robot ve dijital bir çağda yaşadığımızı söylüyor ama depremin zamanını bilmediğini ileri sürüyor.
Burjuva-liberal epistemolojiler teknolojide devrim yaptıklarını “endüstri 3.0”, yetmedi “endüstri 4.0” demesini biliyor ve böbürleniyorlar amma ve lakin depremi bilmiyor, enkaza anında müdahale edemiyor, yaralıları kurtarmıyor! Bu bilgi anlayışını (epistemoloji) anlamak mümkün değil.
Sermayenin tutsağı olan bilimin değil ama özgür bilimin, depremin bilinmeyen yanlarını açığa çıkaracağı günler mutlaka gelecektir. Depremin tüm bilgisi, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız komünal bir uygarlıkta mümkündür: Depremsiz çağ!
Din-Bilim Çatışması Değil;
Burjuvazi-Proletarya Çatışması
İçinde bulunduğumuz kültürün kaynağına, temeline bakmak gerekiyor: Kapitalizm. Kapitalizm kendi suretinde insan ve ilişkiler üretiyor demişti Marx. Kapitalizm kendi suretinde çirkin konutlar ve yıkıcı binalar da yapıyor. Dolayısıyla kapitalizm yıkılmadığı sürece içinde oturduğumuz konutlar ve her türden bina yıkılacak demektir. Kapitalizm ile sağlıklı, kullanışlı ve estetik konut ve yapılaşmanın birlikte bulunacağını düşünmek en hafif bir deyişle naif bir düşüncedir.
Kapitalizm var olduğu sürece deprem, binaları yıkar. Kapitalizm, emekten, malzemeden, demirden, betondan sömürü yapan uygarlığın adıdır. Burjuva-liberal bilimcilerin, uzmanların kapitalizmi savunup sağlam bina yapmayı önermesi gerçekçi değil. Bu düzenin, uygar sistemin tüm yetenekleriyle, bilimiyle, mantığıyla, diniyle, hukukuyla, ahlakıyla yıkılması gerekir. Bu dünya düzeni bilimin, insanlığın, eşitliğin, özgürlüğün, kardeşliğin önünde engeldir.
Güya bilim insanları diyormuş ki insan, aklının ancak yüzde otuzunu kullanıyor. Bence de insan, sınıflı uygarlık koşullarının çocuğu olarak doğduğu sürece aklını hiçbir zaman tam kapasite kullanamaz. Aklın, kapitalizmin zincirlerinden kurtulması gerekiyor. Yoksa, bunca derse ve tecrübeye rağmen halen ilkel çağın insanı gibi apışıp kalmazdık. Altını çizmek lazım ki, sınıflı, savaşlı uygar ve modern dünyadan kurtulmadıkça doğal afetlerin yarattığı yıkım ve ölümlerden kurtulamayız.
“Dinle değil bilimle depremin yıkım ve katliamlarını çözerim” demek, ülkemizin ekonomik ve sosyal sorunlarını “6’lı masa”yla çözerim demek arasında bir fark görülmüyor. Din-bilim çatışması olarak uydurulmuş hurafelere karşı dikkat edilmelidir. Çatışma çağımızda burjuvazi ile proletarya arasındadır. Din ve bilim, ikisi de doğru olduğu zannedilen yanlış, burjuva-liberal görüşlerdir. Sonuçta diyebiliriz ki, sosyal dünyanın da fiziksel dünyanın da yıkımından, kriz ve katliamlarından bizi kurtaracak olan ezilen halkların mücadelesi ve enternasyonal proletaryanın kollarıdır
Evrensel boyutları da olan büyük bir yıkım, ölüm ve katliamla karşı karşıya kaldık. Deprem öncesi, deprem anı ve deprem sonrası açısından yoğun sorunların yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Konuya yalnızca bilim ve teknoloji açısından bakmak idealizmdir elbette. Belirleyici olan üretim ilişkileri, ekonomi ve sermayedir. Mülkiyet biçimlerini, burjuva uygarlığını dışta tutan analizler kapitalizmin lehine pozisyon yaratmak anlamına gelir.
Deprem felaketine ve ardından çıkan sorunlara din-bilim çatışması açısından bakmak da yanlıştır. Her ikisi de her çağda egemen, sömürücü sınıflara hizmet etmiştir/etmektedir. Burjuva-liberal teoriler, emek ve sermaye çatışmasının üzerini kapatmak için kitleler üzerinde zihni manipülasyonlar yapmaktadır. Dolayısıyla dünya halklarını ve enternasyonal proletaryayı kurtaracak olan burjuvazinin göstermelik hukuku, savunduğu dini ve ahlaki değerler değildir. İnsanlığı kurtaracak olan bilim ve felsefe de değildir. Bizi kurtaracak olan, sömürü ve sınıfların olmadığı eşitlikçi (komünist) bir dünya toplumudur.
Moral ve Motivasyon Zamanı
Bugün için büyük ve beklenmedik bir depremle karşı karşıya kaldık ve etkilerini yaşamaktayız. Depremin yıkımı şüphesiz ki büyük olmuştur. Etkileri/sonuçları tüm ülkeye yayıldı, yayılıyor. Hareket halinde olmak kaçınılmaz görünmektedir. Deprem 11 ili yıkımdan, ölümden geçirmiştir. Bu illerde zor durumda kalan, yakınlarıyla birlikte evlerini, imkanlarını, sağlıklarını, işlerini yitiren tüm insanlar ise ülkenin dört bir yanına adeta sürgün oldu. Bir mekan diğer mekanları, bir topluluk, tüm toplumu etkiliyor, diyalektik süreç bu şekilde kendini dışlaştırmış oluyor. Çünkü depremler yanında, sorunlar gibi olgu ve olaylar da birbirini tetikliyor.
Sonsuza dek yas tutamayız! Yıkımı ortadan kaldırmak, zulmün hesabını sormak için ayağa kalkmak, mücadeleyi yükseltmek üzere mobilize olunmalıdır. İhtiyaçlar, azalmak yerine çoğalıyor depremden sonra… Bulaşıcı hastalıklar, sağlıklı beslenme, içme suyu, barınma ve eğitim sorunları… Güvenilir kaynaklara bakılırsa bölgedeki gönüllü sayısı azalmıştır. İlk zamanki dayanışma ilişkilerinin de zayıfladığı söylenmektedir: Yardımlar her geçen gün sınırlanıyor… Çocuklara aşı yapılamıyor örneğin… Sorun buralara (İstanbul), büyük kentlere, batıya da yayıldı. Bu yüzden duyarlı olmalı ve depremi tüm yönleriyle gündemde tutmaya devam etmek gerekiyor. Kamuya baskı yapılmalı; nihayetinde kamu ya da devlet imkanı dediğimiz de toplumun malı ve değeridir.
İnsan, acılarını geri plana iten bir varlık olarak bilinir. Emekçi sınıflar ve ezilenler buna daha da yatkın ve bir ölçüde mecburdur. Çünkü nice kıyım ve yıkım tecrübesi yaşamıştır. Dolayısıyla sonsuza dek ya da ölünceye kadar acı, keder ve kaygı içinde yaşamak mümkün değildir. Bu yüzden Nazım Hikmet’in “Her şeye rağmen yaşamak güzeldir” sözü şiar olmalıdır. Epikür’ün önerdiği haz dünyası da bize felsefe tarihinden ilham verebilir. Ona göre insan, acıdan uzaklaşma hazza yaklaşma eğilimi içindedir. Tarihi örnekler de bunu doğruluyor. Nasıl ki 1921’deki, komünist ve Kürt/Kızılbaş (Koçgiri) katliamlarından sonra bu halk yeniden ayağa kalktıysa Erzincan depreminden sonra da yekinip ayağa kalkmıştır.
Keza Dersim katliamından ve 1980 faşist darbesinden sonra doğrulup yoluna devam edebildiyse bu halk, Düzce ve Gölcük yıkımlarından sonra canlandıysa şimdi de öyle yapmalıdır. Şu anda yaralı ve desteğe ihtiyacı olan bölge halkının maddi ihtiyaçlar gibi entelektüel ihtiyaçlara da gereksinimi vardır. Psikolojik desteğe, siyasi dayanışmaya, sanatsal aktivitelere, düşünsel morale ve motivasyona ihtiyaç var.
Pesimizm büyük bir çıkmazdır! Birçok kişinin deprem sonrası gittikleri kentlerde bunalıma girdiğini, hatta intihar edenlerin olduğunu da ne yazık ki öğreniyoruz. İntihar etmek değil mücadele etmek gerekiyor. Felsefe yapmalıyız. İmkanımız varsa yıkım yerlerinde yapmalıyız bunu. Sanat ve edebiyat etkinlikleri organize edilmeli. Bilim yapmalıyız, bilim anlayışını, bilimin ekonomi politiğini açığa çıkarmalıyız. Elbette siyaset felsefesi yapmalıyız. Bunlar eğlenme, şenlik yapma, duyarsızlık, hoşça vakit geçirme gibi algılanmamalıdır!