Bu hafta Marksizm ve Parlamentarizm ilişkisini açıklamak üzere Komün TV ekranlarındaydık. Parlamento teriminin etimolojisiyle başladık programa. Türkçedeki meclis ile karşılaştırdık. Parler Fransızca konuşma anlamına geliyor (fiil). Latince kökenli bir terim olduğu söylenir. Parlamento konuşmaya vurgu yaparken meclis toplanılan mekana işaret ediyor. Kilise de benzer bir temele dayanıyor. Ekleksia kökünden türemiş. Halk toplantısı yapılan mekan olarak biliniyor. Programda parlamento, kilise/cami ve okul arasında bağ kurmamız da sanırım son derece ilginç ve kışkırtıcı olmuştur. Birazdan bu konuya ayrıca değineceğim.
Anayasalarda halkın örgütlenme hakkı ve seçimlere katılma özgürlüğü yazılıdır. Parlamento deyince 4 nokta önemli oluyor. Hak ve özgürlüklere seçim yoluyla ulaşmak akla gelir ki, bu mümkün de doğru da değil. Parlamenter mücadele yalnızca reformlara imkan verir, devrimler için söz konusu olmaz. İkincisi demokratik tarzda emekçilerin de örgütleneceği ileri sürülür, bu da doğru değil. Örneğin HDP kapatılmıştır; sansür ve saldırılar devam ediyor. Ayrıca parti kurmak için maddi imkanlar gerekli. Zira piyasa var. Üçüncüsü, diyelim tüm bunları aştınız yasal barajları da aşmanız gerekiyor. Dördüncü olarak barajları da aşıp seçimlere girdiğinizi varsayalım. Oyları kim, hangi kurumlar ve nasıl saymaktadır?
Sermaye düzeni için elbette meşruiyet sorunu vardır. Dolayısıyla büyük sermaye yalnız proletaryayı değil orta ve alt sermaye kliklerini de kendine itaate zorlar ve tabi kılar. Onların rızasını da almak ister. Bu koşullarda planlanan seçimler kitlelere sadece onaylatılır. 14 Mayıs seçimlerinde de olan budur. Sandığa giren oyların sayılmadığı anlaşılmaktadır.
Parlamentonun negatif özelliğine rağmen pozitif bir rol oynayacağı da akılda tutulmalıdır. Üstyapı kurumlarının “konjonktürel olarak” devrimci rol oynaması gibi parlamento da devrimci rol oynayabilir. Yani demokratik imkan ve silahlar devrimci imkan ve silahlara dönüşebilir. Yine de seçimler yoluyla toplumsal, siyasal, hukuksal ve iktisadi değişimlerin söz konusu olmadığına vurgu yapmak gerekiyor. Çünkü Marx ve Marksizm açısından değişimin dinamiği ve nabzı siyasal alanda değil “esasen” ekonomik alanda atar. Sınıflı toplumlarda ve burjuva çağında devlet, demokrasi gibi seçimler ve parlamento da egemen sınıflar tarafından sevk ve idare edilir.
Bu yüzden de seçim sonuçlarının, toplumun tercihini yansıttığı görüşü büyük bir yanılgıdır. Yalnızca konjonktürel olarak gerçeği yansıtır seçimler. Bu nokta da son derece önemlidir. Mesela – abartmadan söylüyorum- Türkiye’de 7 Haziran 2015 seçimleri buna örnektir. Bu yüzden de rastgele veya her koşulda boykot/protesto demek yanlıştır. Yani parlamentarizmi çözüm yolu olarak gören anlayışların yanlışlığı kadar toptancı bir tarzda reddi de tek yanlı bir bakıştır ve elbette ki diyalektik değildir.
Hegel ve Marx üzerinden burjuva toplumuna ilişkin de konuştuk. Alt yapının üstyapıyı belirlediğine dikkat çekildi. Modern devlet, kendini üç alanda etkili kılıyor. Birincisi, devletin baskı aygıtlarıdır. Ordu, polis, karakollar, kışlalar, hapishaneler ve adliyeler, mahkemeler bunlardandır. İkincisi, siyasal aygıtları anmak gerekiyor. Burası konumuz da olan parlamentolara karşılık gelir. Yasama, yürütme ve yargı kurumu anlaşılır. Güçler/kuvvetler ayrılığıdır yani. Üçüncüsü de devletin ideolojik aygıtlarını konu etmek gerekir. Eğitim kurumları, yani okullar, üniversiteler, hastaneler, demokratik kurumlar ve dini kurumları sayabiliriz.
Parlamentoyu ideolojik ve siyasal aygıtlar bağlamında analiz etmek de son derece önemli oldu. Bu bağlamda, parlamento ve kitleler açısından Marx’ın bir sözünü anmak gerekir. İngiliz oligarşisi kilisenin ikiz kardeşidir. Buna benzetirsek, parlamento da bizimki gibi ülkelerde caminin ikizidir diyebiliriz. Yalnız kilise ve cami, sinagog ile parlamento kardeşliği burada bitmiyor. Okul da, dinsel kurumlarla kardeştir. Okul, scholl kökünden geliyor ki, skolastik eğitimle özde aynıdır. Okul eğitimi ve skolastik eğitimin benzer olduğu unutulmasın! Skolastik, modern okul’un ana rahmidir, Fransızca ekol denilir, Almancası da benzerdir (schule) ve feodalizmden kapitalizme evrilmeye tekabül etmektedir. Bu yüzden de başka bir dünya, başka tür bir eğitim mümkün diyoruz.
Marx ve Engels’in siyasal faaliyet yürüttüğü dönem serbest rekabetçi kapitalizmin yaygın olduğu dönemdi. Nispeten demokratik bir süreç söz konusudur. Bu yüzden de yasal ve barışçıl mücadele olanaklarından söz edilmiştir. Komünist partileri (sosyal demokrat) kurulmuş ve bunların üyelerinin parlamentoya girdiği de biliniyor. Alman Sosyal Demokrat Partisi, Avusturya Marksist Partisi ve RSDİP üyelerinden parlamentoya girenler olmuştur. Özellikle Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin parlamentoya girdikten sonra proletaryaya ihanet ettiğini de not etmek gerekiyor. Zaten sonraki gelişmeler ve tekelci kapitalizme geçişle birlikte parlamento, büyük oranda karşı devrimci bir nitelik kazanmıştır.
Lenin, parlamentarizme karşı ihtiyatlı bir tavır geliştirmekle birlikte devrimin şiddet yoluyla gerçekleşeceğini yazmıştır. Lenin’e göre kitleler parlamentonun miadını doldurmadığına inandığı sürece bu kurum terkedilemez. Ne var ki Lenin’den sonra 1920 ve 1930’lu yıllar boyunca ülkemizde de olduğu üzere parlamento, faşizmi perdeleyen/gizleyen bir işlev görmüştür. Bu yüzden olsa gerek Almanya’da yönetimde olan Sosyal Demokrat Parti, sosyal faşist olarak nitelendirilmiştir. Nitekim Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katliamından da bu parti sorumlu tutulur. Çinli komünistlerin, bu gelişmelerden yeterince ders çıkardığı düşünülebilir. Bu yüzden olsa gerek Çin devrimi, büyük oranda zora dayalı yöntemlerle (halk savaşı) zafere ulaşmıştır.
Paris Komünü ve Sovyetler bakımından parlamento, devlet ve seçimler bahsini de anmak gerekiyor. Komün, bu kurumları yeterince işletmemiş ve zayıf düşmüştür. Sovyetler Birliği ve Çin gibi emekçi devletleri ise tam tersine devlet, hukuk ve parlamento konusunda aşırıya gidip devletçi olup çıkmışlardır. Peşinden yenilgi gelmiştir.
Komünü tez olarak düşünürsek Sovyetik yönetimlere anti tez demek gerekiyor. Bunların sentezi olacak devrimci süreçler ve dünyalar bizi bekliyor. Belki de parlamento konusunda sol sapmacı bir hataya düşmemek gerekiyor. Öte yandan sağ sapma da tehlikeli bir politik yönelime karşılık geliyor. Somut şartların somut tahlilini yapıp ona göre hareket etmeyi planlamak en iyisi.
Şöyle de diyebiliriz: İlkinde devlet, yönetim, hukuk, parlamento ılımlı ve hatta uzlaşmacı tavır takındı, yerelde kalındı. Sovyetik rejimlerde ise tam tersine aşırıya gidildi; devlet, hukuk, parlamento güçlendi, komşu halkların ülkelerine işgal girişimi oldu. Yani Paris Komünü, Paris’ten çıkamazken SB ile Çin şimdiler de dünya halklarına, diğer emperyalistlerle birlikte işgal saldırıları yapıyor.
Programı parti ayrımları yaparak tamamladık denilebilir. Devrimci/komünistler açısından parlamentarizm, şiddet ve zor yoluyla kazanılmış değerler üzerinden ve ona paralel olarak yürüyorsa meşrudur ve desteklenmesi gerekir. Yeşil Sol Parti ve önceli hareketler buna örnektir. Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin bu tür partileri destekliyor ve onunla ilişkileniyor olması değerlidir. Bu türden devrimci-demokratik partilerin parlamentarist anlayışı ile yapısal olarak parlamentarist olan reformist partileri birbirinden ayırmak gerekiyor.