Din deyince yalnızca köleci ve feodal kökenli dinleri anlamak yanlıştır. İkinci bir yanlış da Marx ve Engels’i din düşmanı olarak göstermektir. Yanlıştır, çünkü Marx ve Engels açısından köleci/feodal dinlerden daha tehlikeli ve gerici olan dinler esasen kapitalizmle birlikte ortaya çıkan dinlerdir. Bunları bir genelleme içinde burjuva ideolojileri olarak ele almak mümkündür. Ateizm, sekülerizm, milliyetçilik, devletçilik, akılcılık, Atatürkçülük, aydınlanmacılık, hukukçuluk, parlamentarizm, laikçilik, moda, marka, diziler, modernizm vs bunlardandır.
Keza Marx ve Engels, dinlere karşı değil dinleri ortaya çıkaran köleci, feodal ve bilhassa da kapitalist sisteme karşı mücadele etmeyi savunmuşlardır. Onlar açısından devrimci mücadele, dinlere karşı olmakla birlikte “temelde” onlara zemin teşkil eden sınıflı topluma ve onun ekonomik temeline yönelik olması gerekir. Şimdi, sözü dostlarla yaptığımız buluşmaya getireyim.
Geçen hafta sonu Marksizm, Aydınlanma ve Din Felsefesi başlıklı bir tartışma için buluştuk (30 Nisan 2023 – Stuttgart). Tohum Kültür Derneği’nde yapılan toplantıda Araştırmacı-yazar Turabi Saltık ile birlikte konuşmacı idik. Saltık kültür tarihçisi olarak tanınıyor. Toplantıda düşünce tarihinde yaptığı gezintiyi güncelle buluşturan bir sunum yaptı. Aydınlanmanın gerici ve ilerici momentleri üzerinde dururken meseleyi emekçi sınıflar açısından okumayı ihmal etmedi.
Devrimci Demokrasi ve Öncü Partizan’ın düzenlediği paneli modere eden sosyal aktivist Erkan Karakaplan’a göre de sınıf mücadelesi sürecinde, felsefe, bilim ve sanatın Marksist açıdan ele alınması son derece önemlidir. Onun açısından proletaryanın birliği günümüzde en aktüel problematiktir. Kontras görüşlerin ve tartışmaların da olduğu programda ben kendi sunumumun içeriğinden kısaca da olsa söz etmekle yetinmek istiyorum.
SONY DSC
Marx ve Marksistler açısından din bir üstyapı kurumudur. Sanat, felsefe, bilim, politika, ahlak, hukuk gibi bir özelliğe sahiptir. Diğerleri gibi ekonomik, sosyal, üretim biçim ve ilişkileri değiştikçe dinsel inanç biçimleri ve kurumları da değişir.
Üstyapı kurumlarının tarihi esasen iktisadi ilişkilerin tarihidir. Çünkü ekonomik olgular temel, kültürel süreçler talidir. Toplumsal ilişkiler ekonomik temel ve kültürel üstyapı olarak ikiye ayrıldığı gibi kültürel üstyapı da kendi içinde ikili bir yapıdadır. Çünkü kültürel üstyapılar devrimci bir rol oynadıkları gibi genellikle de tutucu ve hatta karşı devrimci bir rol oynarlar. Bu yüzden de Marx’ın “egemen fikirler her çağda egemen sınıfların fikirleridir” demesi son derece manidardır.
Bilim de dahil olmak üzere felsefe, sanat, din, hukuk, ahlak, siyaset… Emekçi sınıfların düşüncesi de bunlar içine sirayet etmiştir. Bunların devrimci bir rol oynamasının (konjonktürel) nedeni de buradadır. Ekonomik temeli etkilemiş ve diyalektik bir bütünlüğe imkan vermiş oluyor.
Üstyapı kurumlarının esas belirleyeni egemen sınıflar olmakla birlikte, iktisadi gerçeklik bunların maddi, objektif temelini oluşturuyor. Yani üstyapı kurumlarının temelde gerici bir rol oynaması, egemen sınıfların sübjektif yönelimiyle ilgili değildir. Emek sömürüsü ve bunun meşru bir görünüşe sahip olmasıyla ilgilidir. Böylesi koşullarda üretilen düşünceler içinde yalnız teolojik inançlar değil felsefi, ahlaki, hukuki, bilimsel, estetik düşünceler de din işlevi görüyor. Bu yüzden Marx’ın kutsal olan ile kutsal olmayan değerler ayrımı yapması önemlidir.
Bunlar birbirinin ikiz kardeşleridir. Nitekim Marx’a göre İngiliz oligarşisi kilisenin ikiz kardeşidir. Buna benzeterek diyebiliriz ki cumhuriyet yönetimi İslam Osmanlısının devamıdır. Sınıflı toplum ve bilhassa kapitalizm hem kutsal değerler, dinler üretiyor. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam vs. Hem de kutsal olmayan değerler ve dinler üretiyor: Hukuk, aydınlanma, milliyetçilik, laiklik, ateizm, deizm, eğitim, bilim, felsefe…
Vurgulamak gerekir ki tüm bu kutsal ve kutsal olmayan üstyapı disiplinleri aynı zamanda devrimci bir içerik de taşırlar. Çünkü emekçi sınıfların ve ezilenlerin ideolojileri de bunun içindedir. Bu yüzden de ezen din ezilen din çatışması gibi devrimci ahlak ve tutucu ahlak çatışmasından da söz edilebilir. Keza özgür bilim ile burjuva bilimi, toplumcu sanat ile egemen sanat, burjuva hukuku ile sosyalist hukuk çatışması da söz konusu olmaktadır.
Marksizmin determinist olduğu kadar volüntarist bir teori olması da buradan gelmektedir. Yani Marksizmin praksis felsefe oluşu, kültürel disiplinler içindeki devrimci unsurlardan kaynaklanıyor. Unutmayalım ki devrimci olan disiplinler de dahil, bunlar sınıflı topluma (sosyalizm de dahil) özgü kategoriler olup sınıfsız toplumda sönümlenip yok olurlar.
Din, ahlak ve hukuk gibi sanat, siyaset, bilim, felsefe de yerini özgürlüğe bırakır. Çünkü bunlara temel teşkil eden burjuva, feodal ve her türden mülkiyetçi üretim biçimleri son bulmuştur. Devlet, aile ve özel mülkiyet ortadan kalkmıştır. Yeni bir dünya, komünizm ancak böylesi koşullarda mümkün hale gelir.