Doğu düşüncesinin ya da İslam felsefesinin Grekler’den alındığı görüşü pek yaygındır. Üstelik İslam aydınları da bu kanaattedir. Oysa tarihsel materyalizm açısından her fikir kendi topraklarında yeşerir. Hegel’in de dediği gibi filozoflar kendi çağlarının çocuğudur. Marx için de geçerlidir bu anlayış. Başka kişi ve coğrafyalardan yalnızca etkilenme olur.
Haldun’a, ait olduğu ileri sürülen bir görüş var: Coğrafya kaderdir. Hem fikrin kendisi hem de somut/canlı varlık olarak Haldun hiç de Greklerin bir izleyicisi veya kopyacısı değildir. Çünkü düşünce dünyası, tezleri, terminolojisi ve teorisi, Platon ve Aristoteles gibi büyük Yunan filozoflarından farklıdır. Hatta onlarınkinin tam tersidir. Zira Aristoteles, tarih ve toplumsal olanın biliminin yapılamaz olacağını iddia etmesine rağmen İbni Haldun, bunun mümkün olduğunu teorileştirmiştir.
Bu hafta Farabi üzerinden bir devlet felsefesi yapalım derken konu Ortaçağ Doğu/İslam dünyasına, tarih felsefesine, sosyolojinin kaynaklarına, siyaset tarihine ve politika bilimine dek genişledi. Siyaset bilimi ve siyaset felsefesi arasındaki farka da açıklama getirildi. İlki olanı konu ediyor ve nesnel açıklamalar yapmaktadır. İkincisi ise olası’yı merkeze alırken kavramsal analizlerde bulunuyor.
Konu devlet felsefesi olunca Lenin’in “Devlet ve Devrim” adlı eserini de andık. Eserin tezi veya özeti için şunlar ileri sürüldü: Lenin bu eserinde devletin sönümleneceğini ileri sürüyor. Ona göre feodal ve burjuva devletleri ancak şiddet (silah) kullanılarak yıkılabilir. Sosyalist devletler ise kendiliğinden eriyip buharlaşır.
Farabi’nin devlet felsefesine ilişkin daha önce yazdığım için burada yeniden yazmak gereksiz görünüyor. Yine de şu kadarını söyleyelim ki, Farabi de Platon gibi egemen sınıfların çıkarına uygun olarak adeta bir monarşiden yana olmuştur. O da Platon gibi monarkın, bilge/filozof ya da peygamber olmasını istemiştir. Bir soru üzerine de Farabi’nin erdemli toplumunda da (Platon’da olduğu üzere) kadının adının ve yerinin olmadığı ileri sürüldü. Programda üzerine yoğunlaştığımız gibi şimdi İbni Haldun’dan söz etmek istiyorum.
İbni Haldun, 14. yüzyılda yaşamış, Kuzey Afrika kültürel ikliminin çocuğu olarak etkinlik göstermiş bir filozoftur. Kendine özgü kavramlar ve terimler tasarlamıştır. Asabiye bu terimlerden birisidir. Her toplumun bir Asabiyesi oluyor. Haldun’un Kahire’de Şeyh Bedreddin, Kaygısuz Abdal ve Hüseyin Ahlati ile karşılaştığı, fikir teatisinde bulunduğuna dair bilgiler var.
Haldun, her şey gibi tüm toplumların da değişir olduğunu ileri sürüyor. Ona göre toplumlar doğar, büyür ve yaşlanıp ölür. Bunun bilimsel bir realite olduğunu söyleyen Haldun, Ümran ilmi adıyla bir disiplin icat etmiştir. Buna toplum bilimi de (sosyoloji) diyebiliriz. Auguste Comte’u, öncelediği iddiası yabana atılamaz. Comte, buna sosyal fizik adını vermişti. Haldun’un bu bilim anlayışına göre her devlet gibi Osmalı da tarihe karışacaktır. Bu görüşe imkan verdiği için Osmanlı egemen sınıflarınca iyi karşılanmadığını düşünebiliriz. Türk egemen sınıfları için de sanırım istenmeyen birisi olurdu.
“Bedevi umran” ve “hadari umran” gibi özgün terim ve olgulardan da söz eden Haldun’un aynı zamanda bir tarih filozofu olduğunu da ileri sürdük programda. Hegel ve Marx’ı, teleolojik tarih filozofu olarak betimlerken İbni Haldun’un döngüselci tarih filozofu olduğu ileri sürüldü. Dolayısıyla İbni Haldun’u, Marx’ın ön tarihi olarak okumak da mümkündür. Filozofun, sınıftan ve sınıf mücadelesinden habersiz olduğunu söylesek de emek kategorisine yer verdiği de belirtildi. Ünlü eseri olan Mukaddime’de sıklıkla Tanrı sözü geçen Haldun’un, buna rağmen seküler bir düşünce dünyası içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Herakleitos misali değişimcidir İbni Haldun. Göçebe yaşamdan yerleşik yaşama doğru bir gidişat vardır. Toplum ilerledikçe yabancılaşma başlar. Bir süre sonra toplum (devlet) tutuculaşır ve yıkılır. Yani kent ve sanayi toplumu ile birlikte bozulma başlıyor. Buna göre Haldun’un Rousseau’dan evvel ilk uygarlık eleştirmeni olduğunu da söyleyebiliriz.