Kapitalizm de, diğer sömürücü üretim biçimleri gibi devletsiz yapamaz. Aynı zamanda devlet de dinsiz yapamaz. Marx’a göre dinler ve devletler sınıflı toplumlarla birlikte var oldular. Dolayısıyla ancak sınıflar ortadan kalkarsa devlet ve din de ortadan kalkabilir. Marx’ın hem kutsal değerlerden hem de kutsal olmayan (özde aynı) değerlerden söz ettiğini düşünürsek kutsal olmayan dinlerin de komünizmle birlikte son bulacağını söyleyebiliriz.
Bilimin gelişmesiyle dinin ortadan kalktığı veya kalkacağı tezi, anti Marksist burjuva – liberal teorilerin bir yanılgısı ve de toplumu yanıltmasıdır. Bazı sol kesimlerin de burjuvazinin sözümona devrimciliğiyle dinlerin son bulduğu ve etkisinin azaldığı yönlü düşüncesi de gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. Nihayetinde din de, kutsal ve kutsal olmayan formuyla sınıflı toplumun köklü bir ideolojisi konumundadır.
Dinsellik, sınıflı toplumların (köleci, feodal, kapitalist) yapısal özelliğidir. “Yapı”nın değişmesine bağlı olarak dinsel formlar da değişir. Dinselliğin bir değil birden çok biçimi vardır. Keza çağımızda ve günümüzde de dinselliğin tüm bu biçimlerinin etkili olduğu bir realitedir. Sadece biçimsel birtakım değişikliklerden söz edebiliriz. Dinin son bulacağı toplum biçimi komünizmdir. Dolayısıyla ancak komünizmi hedefleyen din karşıtı çaba gerekli, salt din düşmanlığı üzerine kurulu mücadele ise lüzumsuzdur.
Kapitalizm ile birlikte “kutsal dinlerin” yerini “kutsal olmayan” dinler almıştır. Halen modern öncesi ilişkilerin etkili olduğu toplumlarda kutsal dinlerin (Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam vs) belirgin olduğu, modern değerlerin baskın olduğu toplumlarda ise kutsal olmayan dinlerin (laiklik, milliyetçilik, ateizm, materyalizm, sekülerizm, Atatürkçülük) etkili olduğu görülmektedir. Bu somut gerçekliğe rağmen gelişmenin istikametinde tarihsel materyalizmin olduğunu ileri sürüyor ve buna inanmak istiyoruz.
Din ve devlet olgusundan hareketle dünyayı Batı-Doğu veya antik-modern biçiminde ayırmak da gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü sınıf gerçeği emperyalizm koşullarında evrensellik özelliği göstermektedir. Buna göre küremizde, emperyalizmden izole edilmiş bir mekan söz konusu değil. Bu yüzden de, aşırıya giderek şunu söylemek mümkündür: Baş çelişki emperyalizm ile dünya halkları arasındadır! Anlaşılıyor ki dinsellik olgusu modern ulus devlet ve emperyalizmden bağımsız olarak ele alınamaz. Zira devletler varlığını sürdürmek için dine ihtiyaç duyar.
Buradan bakıldığında emperyalizmin, 1920’lerden itibaren bizim gibi ülkelerde kurduğu modern ulus devletlerin neden dine önem verdiği ve dinselliği kurumsallaştırarak (diyanet) güçlendirdiği ve büyük bir ideolojik silah haline getirdiği de açığa çıkmış oluyor. Sanılanın aksine laik, modern ulus devlet aydınlanmış, bilinçlenmiş bir toplum istemez. Zira burjuvazi, böyle bilinçlenmiş, eğitimli bir toplumun, adına modern, laik, hukuk denilen sömürücü, feodal/burjuva devletine son vereceğini, tarihi tecrübelerle bilir/biliyor.
Sınıf çatışması yerine din-laik çatışmasını koymak veya dinci devlet-modern devlet karşıtlığını ikame etmek, burjuva teorisinin bilerek yaptığı bir çarpıtmadır. Sınıf ilişkilerinin ve emperyalizmin evrensel olgu haline geldiğini söylerken, dinselliğin de buna eşlik ettiğini söylemiş oluyoruz. Buna göre – kutsal veya değil- dinin, tüm formlarını dünya üzerinde görmemiz de mümkün hale geliyor. Bu formlardan ikisi olan dincilik ve laikliği, emek-sermaye çatışması yerine koymak, dinsel biçimleri birbirine karşıtmış gibi göstermek, egemen sınıfların toplumda suni kutuplaşma yaratmasının önemli bir göstergesidir.
Mesela modern toplumlarda (diyelim ki Batı) dinin seküler biçimlerini (ateizm, materyalizm, milliyetçilik, felsefe, aydınlanmacılık, ırkçılık, laiklik) görmekle kalmıyoruz, kutsal biçimlerini de (Hıristiyanlık, ortodoksluk, Katoliklik vb) görebiliyoruz. Kapitalizme rağmen eski -feodal- toplumların üstyapısı olan dinlerin Batı’da da görülmesi izaha muhtaç bir hadisedir. Marx ve Engels’in optiğinden bakınca bu hadiseyi anlamak zor olmuyor aslında.
Marx ve Engels için kapitalist üretim biçimi bir toplumda hakim üretim biçimi olsa bile orada eski toplumdan kalıntılar da varlığını sürdürebilir. Bu yüzden kapitalizm koşullarında da kutsal dinlerin varlığını sürdürmesi anlamlıdır! Daha önemlisi ise emekçi sınıflar kutsal dinlere eğilim göstermekte orta ve üst sınıflara (burjuvazi) oranla daha yatkın ve isteklidir.
Şimdi bu yaklaşımı ülkemize uygulayabiliriz. Dinselliğin iki biçimini de (kutsal ve kutsal olmayan) gündelik yaşamda olsun entelektüel ortamlarda olsun görebiliyoruz. Mekanizma Batı’daki gibi işlemektedir. Emekçi sınıflar, kutsal dinlere (büyük ekseriyetle İslam) yöneldiği halde orta sınıflar ve büyük burjuvazi ise kutsal olmayan dinlere yönelmektedir.
Sınıf mücadelesi teorisiyle konuya bakıldığında önemli bir engel, kafa karışıklığı ve handikap ortaya çıkıyor. Sınıflar arasındaki çatışmanın yerine kutsal dinler ile kutsal olmayan dinler arasındaki çatışma ikame ediliyor. Oysa “öz itibariyle” bu iki din arasında bir fark bulunmuyor. Nitekim Engels, “bizim açımızdan ateizm de bir dindir” demiştir.
Yine sınıf mücadelesi açısından bakıldığında sosyalizmden etkilenmiş kesimlerde bile bu iki dinden birine eklemlenme eğilimi olduğunu saptamak zor olmuyor. Bu da felsefi-ideolojik sınıf mücadelesinin önemini bir kez daha ortaya koymuş oluyor.