Felsefe denildiğinde çoğu insanın aklına geçmişte söylenmiş bir takım soyut, kavramsal ifadeler gelir. Birkaç aksakallı filozof tipi de aynı akla eşlik eder. Aslında bu, ana akım filozoflar üzerinden düşünüldüğünde kısmen doğruluk payı taşısa da esasen yanlış bir ön yargıdır. Nitekim sanat felsefesi, epistemoloji, etik, estetik veya konumuz olan politika söz konusu olduğunda sorun, temelde içinde yaşadığımız momentte vuku bulmaktadır ve elbette ki aktüeldir.
Genel olarak felsefeyi, özel olarak da siyaset felsefesini veya devlet felsefesini kim başlatmış olursa olsun problem, kesinlikle günceldir. Felsefe ve alt disiplinleri, biliyoruz ki sınıflarla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan tarihsel bir olgu/fenomen olduğu açıktır. Bununla birlikte sınıfsal karşıtlıkların daha da kesinleştiği bir çağda olduğumuz için devlet felsefesinin aktüel olduğu gerçeği çok daha açık ve bir o kadar da önemlidir.
Diyeceğim şu ki devlet ve felsefesi, birkaç zeki kişinin ürünü değildir. Üretim güçlerinin gelişmesi ve mülkiyetçi, uygarlığa geçmenin bir neticesi ile mümkün olmuştur. Günümüzde ise mülkiyetçi sistem tüm insanlığı kuşatmıştır. Nihayetinde emperyalizm çağında yaşamaktayız. Devlet de, mülkiyet düzeninin en büyük silahlı örgütüdür. Bu yüzden de onu gelişim süreci içinde materyalist titizlikle ele almak ve açıklamak zorunludur.
Konuyu geçen hafta Komün Televizyonu ekranlarında yaptığımız “Platon ve Devlet Felsefesi” başlıklı programa getirmek istiyorum. Platon’un önemini açıklayarak başladığımız programda Sibel Sağın’ın (moderatör) sorularını yanıtladım. Platon Antikçağ’ın 3 büyüklerinden birisi. Sokrates’in öğrencisi ve Aristoteles’in ise öğretmenidir. Bilgi kuramı, siyaset felsefesi, ontoloji ve sanat felsefesi deyince kurucu filozof olarak anılır. İdea kuramı ile de özgün ve kışkırtıcı bir pozisyonda yer almaktadır. Yalnızca bir politik teorisyen değil bir siyasal aktivist olarak da etkin olmuştur. Platon’un ilk kuşak sehir-devletlerinin kuramcısı olduğunu da anımsatmak isterim. İlk kuşak diyorum, çünkü bu devletleri imparatoluk devletleri ve güncel olarak da ulus-devletler izlemiştir.
Platon’un kurmak istediği devleti özetledik programda. Grekçede polis deniliyor bu yapılara. Filozof, üç sınıflı bir toplum/devlet yani polis düşünmüştür. Yöneticiler, askerler ve çalışanlar. Yönetenler altın soyundandır. Askerler gümüş soyundandır. Çalışanlar ise bakır soyundandır. Yöneticiler ya da yönetici, filozof olmalıdır Platon’a göre. Yönetenler ve askerlere mülkiyet hakkı tanınmaz bu devlette. Buna mukabil çalışanların mülkiyet hakkı vardır.
Böyle bir projenin kaynakları da açıklanmaya çalışıldı programda. Bence Platon, devlet felsefesinde Sparta’dan etkilenmiştir. Benzer bir yapı, Atina’nın rakibi olarak da bilinen Sparta’da vardır. Katı disiplinli bir devlettir Sparta. Peleponesos savaşlarında Atina’yı yenmiştir. Esasen “faşist” karakterli bir devlettir. Platon’un önerdiği de buna benzemektedir. Platon’un, Devlet adlı ünlu kitabı okunduğunda konu daha iyi anlaşılacaktır.
Burjuva teorisyenleri ısrarla “komünist” olduğunu söylüyorlar bu devletin. Belki “devletçi sol”, “milliyetçi sol” Platon’a uygun düşebilir. Fakat bana göre Platon’un ütopik devletinin komünizmle bir ilgisi bulunmuyor. Çünkü nihayetinde sınıflı bir toplum olarak yöneten ve yönetilenin mevcut olduğu bir yapıdan söz edilmektedir. Şöyle diyelim: Platon’un, devletçi veya milliyetçi sol olarak tasvir edilen sosyalistlere benzer düşündüğü anlaşılıyor. Herkes adam gibi işini yapacak! Devlete, hukuka, eğitime, bayrağa sahip çıkılacak!
Soru ve tartışmalar üzerine devletin ütopik boyutuna daha yakından dikkat çekmek zorunda kaldık. Platon 5040 “aile” olmalı diyor kurmayı düşlediği devlette. Ona göre kentler kalabalık olmamalıdır. 1×2×3×4×5×6×7 eşittir 5040. Kişi değil aile diyor dikkat ederseniz. Sayı bunu geçince fazla nüfus “sömürgelere” gönderilir. Platon’un sayılar mistisizmini Psagorculardan aldığı söylenir. Nüfus, kent deyince sorunun bugün de güncel olduğunu görüyoruz.
Platon’un devletinde özel mülkiyet kısmen de olsa vardır. Şimdiki gibi tek adam diktatörlüğüdür savunulan. Dinsel inançlara ve kurumlara özgürlük vardır! Sanat-edebiyat ya yasaklanır ya da kontrol ve baskı altına olınmalıdır. Dinsizlere ölüm cezası vardır! Şimdikinden de beter gibi görünüyor. Gördüğünüz gibi Platon’u övmeye lüzum yok, sorgulamak ve eleştirmek, anlamak lazım.
Platon dışına da çıkıldı programda. Zira girişte de değindiğim gibi devleti yalnızca tarihsel bir fenomen olarak, eski çağlara içkin bir şiddet aygıtı olarak ele alamayız. Çok övülen Rönesans yıllarında ve “demokrasi, özgürlük geldi” denilen günümüzde de şiddet aygıtı olmayı sürdürmüştür/sürdürmektedir.
Belirtmek isterim ki, liberal felsefeler, devletten ve dinden vazgeçer gibi görünür ama asla vazgeçmezler. Keza burjuva-feodal devletler güçler ayrılığı der ama güçler birliğini savunur. Kısaca açıklayacak olursak; modern-liberal devletler 3 dinamikten asla vazgeçmezler: 1-Devlet ve onun asker ve polis gücünden. Nitekim modern ulus-devlet ordu ve vergi demektir. 2-Güçler birliğinden. Yasama, yürütme ve yargının ayrı olması gerektiği halde ihlal edilir. 3- Din ve teolojiden özgürleşme sözde kalır. Laik olduğunu söylese de, burjuvazi dinden vazgeçmez.
Burjuva-liberal siyaset filozofları deyince bilhassa Yeniçağ başlarında, ilk akla gelen Machiavelli ve Thomas Hobbes’tur.
Machiavelli, kişi üzerinden, Hobbes ise leviathan üzerinden modern siyaset biliminin kurucusu sayılıyor. Biri İtalya’dan, diğeri İngiltere’den. Böyle bir tartışmada konu mutlaka Marx ve Marksizme gelir elbette. Marx ve devlet felsefesi dendiğinde de devletin, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı aygıtı olarak betimlendiğini görmekteyiz.
Devlet felsefesi konu edilince sosyalist devletlerin de konu olması ve bu devletin “sönümlenmesi” gerektiğinden de söz etmek olmazsa olmazdır. Programı bununla bitirdik. Sokrates, Platon, Aristoteles ve diğer bir çok filozofa göre de insan, devletsiz yaşayamaz. Devlet kutsaldır. Bir tek Marksizm ve anarşizm devlete mesafe koyuyor. Anarşizm her koşulda devleti reddeder.
Marksizm ise devletin planlı bir biçimde -kendiliğinden- sönümlenmesi gerektiğini, dahası sonümleneceğini savunur. Liberalizmin “devlet küçülsün” yaklaşımı ise samimi değildir. O, her zaman devlete açık bir kapı bırakır. Zira devlet, birikmiş emek olan sermayenin bir dayanağı ve bileşeni olarak vardır.