Kentleşme, çevre sorunu, konut, yeşil, gezi ayaklanması… Mevzu uzun. Deprem bağlamında tüm bunların yeniden incelenmesi gerekiyor. Şehrin düzeni çok önemli. Yıkımdan sonra, yol olması gerekir. Yol, cadde, sokak, park, bulvar, yeşil yoksa kent de yoktur demektir. Doğal afetler sırasında tüm bu mekanlara ihtiyaç olur. Ambulanslar, itfaiyeler, kamu görevlileri, yardım ekipleri ve epikmanları hızla ilgili noktalara ulaşması gerekir. Aslında bunların çoğu Lizbon depreminden beri bilinen ve yazılanlardan ibaret. Tecrübeler var. 1755’te Lizbon papazı planlı şehir öneriyor. Ne diyor Lizbon papazı: Binalar dikey değil yatay eksende olmalı. Sokaklar geniş tutulmalı. Bina 6 metre ise sokak ya da cadde genişliği bunun 3 katı olmalıdır diyor. Arama kurtarma araçları ve ekipler rahat hareket edebilsin diye bunu savunuyor. Geçen salı akşamı Komün TV’de deprem meselesini kent, gündelik yaşam ve politika bağlamında bir kez daha konuştuk.
Uygar, yoğun nüfuslu kentlerin sınırlanması gerekiyor. Öncelikle bunun üzerinde durduk. Uygar ya da modern toplum kıtlık getirdi; daha önemlisi bulaşıcı hastalıklar geldi şehirlerle birlikte. Bunu “kovit” günlerinden de iyi biliyoruz. Şehir, bilhassa modernizm, hız demektir. Hızlılık var. Hızlı yaşa, hızlı ye, iç, “genç öl” ilkesi geçerli: Fast food. Hızın felsefesi, başlı başına bir konu. Hızlı konut yapmak zorunda sistem! Şimdi deprem bölgesinde ihale yapılmış. Bir yılda evler bitecek deniliyor. Hız ile nitelik. Biri varsa diğeri imkansız. Sanayi toplumu işte. Doğal olan herşeye ölüm var. Hızla büyüyen tavuklar ilk akla gelendir. Bu yüzden programda yaşama vurgu yaparken sosyalizmin altını çizdik!
Araçlar hızlı gitmek zorunda. İşçi yolda değil tezgahta olmalı, torna başında ya da masa başında olmalı. Otobandaki tıra sürat gerekli, hammaddeyi veya mamul maddeyi hızlı ulaştırması gerekiyor. Öğrenci, soruları çabuk yanıtlamalı, sınavı hızlı yapması gerekir. Kapitalizm, rekabet demektir nihayetinde.
Konut, feodalizmde ve kapitalizmde ne anlam ifade ediyor, ikisi arasında fark var mı? Evet ilkinde kullanım değeri var. Feodalizm konuttan kar etmez. Kapitalizm şartlarında konut da giderek meta oluyor, alınıp satılıyor. Tabi kentin kirliliği var, ilginçtir burjuvaziyi de etkiliyor bu. Şehir kirleniyor, kirli hava kapitalist semtlere de gidiyor. Misal İstanbul’u düşünelim. Bakırköy, Sarıyer, Florya ve Yeşilköy’de burjuvazi de denize giremiyor. Burjuvazi yalnızca emekçilerin, ezilenlerin ve doğanın değil kendinin de düşmanıdır! Marx der ki, emekçi saraylar inşa ediyor ama kendisi kulübede ya da kümes gibi konutlarda yaşıyor.
Kent, yabancılaştırır. İşin üretimine yabancı olduğumuz gibi kentin kuruluşuna ve yönetimine de yabancılaşma var. Kimse yönetici olmak istemiyor oturduğu binada. Emekçi, konuta da yabancı aslında. Konutun kölesi olması kaçınılmaz. Konut satın alan emekçi veya orta sınıf bir kişiyi düşünelim. On yıl borçlanıyor. Buna göre soru şu: Emekçi mi konutu satın alıyor yoksa konut mu emekçiyi satın alıyor, belli değil! Kapitalizm koşullarında ikincisi oluyor aslında; ama emekçi bunun farkında olmuyor.
Modernizm eleştirisi önem kazanıyor. Program bu istikamette ilerledi. Genel olarak uygarlık eleştirisi, özel olarak kapitalizm eleştirisi yapmadan doğal ve sosyal krizleri anlamak mümkün değildir dedik. Bahçeli evlerden apartmanlara geçtik uygarlık sayesinde. Bahçeli konutlar, kedi ve köpekler için iyiydi. Şimdi hayvanlar, apartman dışına atıldı. Grup halinde dolaşıyor; ancak yaşamda öyle kalabiliyorlar çünkü. Domuzların Boğaz’ın bir yakasından diğer tarafına geçtiğini duymuştuk basından. Çünkü onun yaşadığı doğa/orman talan edinmiş. Havaalanı yapınca orman, orada yaşayan hayvanların yaşam alanları yok edildi.
Konut, kent ve yeni yaşam alanları derken Zola’nın Apartman’ını unutmayalım. Zola, apartman yaşamını eleştirir. Çünkü apartman kent demek, sanayi toplumu demek, uygarlık demek. Apartman yaşamındaki çirkef ilişkiler anlatılır bu romanda. Bir bakıma M. Şevket Esansal’ın “Ayaşlı ve Kiracılar’ını anımsatır. Zola, natüralist bir yazardır, öte yandan uygarlık eleştirisi yapan bir romantik gibidir. 1850’li yıllarda uygarlık eleştirisi yaygındır. Daha evvelinde Rousseau var mesela. Fransız Psikolog Emile Durkheim’ı da anmak gerekiyor. Sanayi toplumunun “intihar” getirdiğini yazdı ve kitabın adını “intihar” koydu.
Batı halkı apartman değil müstakil konut istiyor. Belki biz de öyleyiz. Ama sermaye ısrarla çok katlı gökdelen yapıyor. Apartman, yeni bir mekan. Modern dönemin ürünü yani. Sanat ve edebiyata konu olması doğaldır. Modernizm kural demektir. Alet, ölçme, dakiklik ve düzen demektir. Bunun felsefeyi etkilemesi doğaldır. Apartman deyince Emile Zola ile birlikte Sabahattin Ali’nin de akla gelmesi icap eder. Aynı adla S. Ali’nin yazdığı öykü de çok düşündürücü ve dramatiktir. Kendisi lüks apartmanlar yapan ama adeta kulübede yaşayan bir emekçi konu edilir. Daha doğrusu bir babanın, aynı apartmanda çalışırken ezilen çocuğu konu edilmektedir.
Düzenli kentler deyince Kant’ı hatırlarım. Almanya’nın şehir düzeni ve Alman ordusunun disiplini akla gelir. Felsefe/filozof ile o ülkenin şehri arasındaki, konutların yapısı arasında bağ var mı? Kant ve Alman kentlerinin düzeni bunu anımsatıyor diyebilirim. Almanya’nın yukardan düzenli görünümü ve Kant’ın dakikliğini anımsatayımşimdilik. “Saatleri Kant’a göre ayarlamak” diye bir deyim olduğu söylenir. Sonraları kapitalizmin plansızlığını görüyoruz Avrupa’da. Kapitalizm özünde plana ters bir sistemdir. Doğası gereği terstir. Plan, bilim ve özgürlük, sosyalizm ile mümkündür. Çarpık kentleşme ve vahşi kapitalizm, hırsızlık denilir.Bunlar Marksist terminolojide olmayan terimler. Marksizm sömürü, savaş ve zulüm der. Çözümün de sosyalist toplumda ve nihayet komünizmde olduğunu savunur.