Doğa filozofları önümüzü aydınlatmıştı öncelikle. Filozoflar, hava, ateş, toprak, suyu keşfettiler. Aristoteles’in fizikçiler de dediği doğa filozofları olan Thales, Anaksimenes, Herakleitos, Empedokles gibi filozoflar ileri sürdükleri varlık, doğa ve dünya anlayışıyla bugünün bilimini öncelediler. Nihayetinde bilim, günümüzde olduğu gibi henüz bilimin önünde engel değildi, sermaye ve mülk ilişkilerinden kısmen de olsa özgürdü. Özgür bilimin ya da doğa filozoflarının dünyaya dair söyledikleri ile sismoloji ya da jeoloji gibi bilimlerin betimlediği dünyanın (yerküre) benzer olduğunu saptamak zor olmasa gerek.
Dünyanın fiziki yapısı hava küre, su küre, yerküre/taş küre, ateş küre biçiminde sıralanıyor. Bunlar arasında diyalektik bir bağ olduğu açık. Öte yandan deprem doğal olarak fizik dünyayı mobilize ediyor, toprağı havalandırıyor, belki yararlı toprağı, mineralleri, vitamin kaynaklarını yeryüzüne çıkarıyor. Buna itiraz edenlerden küfür, hakaret ve tehditler geliyor. Kadermiş, fıtratmış, hurafeler dolu dizgin… Zihinlerin ırzına geçiyor. Futbol kulüpleri bile olup bitene isyan edip “istifa” diyor.
Deprem ve diyalektik diyoruz. Diyalektik çok yönlülük, karşıtlık, ilişki, birlik, çatışma, bütünlük anlamına geliyor. Olgu deprem. Değişik görüşler, bakışlar ve düşünce formlarını görüyoruz: Bilim, sanat, felsefe, siyaset. Aynı olguyu bu disiplinler değişik perspektiften görür. Politik teorisyen veya aktivistler depreme baktığında yönetim, organizasyon, devlet, ordu, belediye hizmeti, baskı, sansür vs. görür. Aynı olguya yani depreme sanatçılar baktığı zaman iş değişir. İmgeler, karakterler, yıkılmış mekanlar, karartılmış renkler, çığlık sesleri, ağlayan kadınlar, dram ve trajedi görülür.
Bilim adamları aynı depreme baktığında daha değişik özellikler tespit eder. Yerin yapısı, levhaların birbirlerine olan konumu, jeolojik zamanlar ve yerkürenin katmanları görülür. Filozoflar deprem hadisesini görünce ve ortaya çıkan faciaya baktığında “ilişki” görür. Dünya, deprem ve insan ilişkisini saptar. Toplumun, doğaya yönelme tarzını, onunla olan bütünlüğü ve karşıtlığını görür. Filozof, doğadaki “çelişkinin”, tıpkı toplumdaki “çelişki” gibi içte olduğunu hatta kapitalizmde olduğu üzere derinlerde olduğunu, gizlendiğini tespit eder. Bu çelişki ki, diyalektiğin temel kategorisini oluşturmaktadır. Dolayısıyla filozof tüm bu olgu, ilişki ve süreçlerin kavramlarla ortaya konulmasına dikkat eder.
Konuya filozofça bakanlar, sanat ve bilim insanları gibi toplumun, depremi nasıl ele aldığını, siyasetin soruna nasıl bir yöntemle müdahil olduğunu açığa çıkarmaya çalışır. Bu noktada bir not söylemeliyim ki çok önemli: Tek tarz bilim, sanat, felsefe, siyaset yoktur! Konuya emekçi sınıflar açısından bakan bilimciler, sanatçılar, filozoflar, politikacılar var; öte yandan soruna egemen sınıflar ve günümüzde burjuvazi cephesinden bakanlar var. Düşün ve sanat insanlarının tümü değerlidir kuşkusuz; ama bu değerli olma durumu, iki kategori arasına bir çizgi çekmemize asla engel olmamalıdır!
Hukuk, bilim, din, felsefe eleştirisi yapıyor olmakla birlikte, bilimle ve felsefeyle dünyanın değişeceğine, sömürü uygarlığının son bulacağına inanan biri değilim. Bunları yeniden üreten değil bunları maddi kaynaklarıyla birlikte ortadan kaldırmayı görev sayan bir felsefeyi savunmak gerekiyor. Bunun için eylem felsefesi kaçınılmaz görünmektedir. Bunun içindir ki “Ayağa kalkmalıyız” demişti Marx. “Ayağa kalkmak gerekir” sözünün yetersiz olduğu vurgulanmıştı. Şimdi de depremle karşı karşıyayız. Depremin yıkımı büyüktür. Etkileri/sonuçları tüm ülkeye yayıldı, yayılıyor. Hareket halinde olmak kaçınılmaz görünmektedir. Deprem 10 ili yıkımdan, ölümden geçirmiştir. Bu illerde zor durumda kalan, yakınlarıyla birlikte evlerini, imkanlarını, sağlıklarını, işlerini yitiren tüm insanlar ise ülkenin dört bir yanına adeta sürgün oldu. Bir mekan diğer mekanları, bir topluluk, tüm toplumu etkiliyor, diyalektik süreç bu şekilde kendini dışlaştırmış oluyor. Çünkü depremler yanında, sorunlar gibi olgu ve olaylar da birbirini tetikliyor.
Yine de sonsuza dek yas tutamayız! Yıkımı ortadan kaldırmak, zulmün hesabını sormak için mücadeleyi yükseltmek üzere mobilize olunmalıdır. İhtiyaçlar, azalmak yerine çoğalıyor depremden sonra… Bulaşıcı hastalıklar, sağlıklı beslenme, içme suyu, barınma ve eğitim sorunları… Güvenilir kaynaklara bakılırsa bölgedeki gönüllü sayısı azalıyor her gün, yardımlar her geçen gün sınırlanıyor… Çocuklara aşı yapılamıyor örneğin… Sorun buralara, büyük kentlere, batıya da yayıldı. Bu yüzden duyarlı olmalı ve depremi tüm yönleriyle gündemde tutmaya devam etmek gerekiyor. Kamuya baskı yapılmalı; nihayetinde kamu ya da devlet imkanı dediğimiz de toplumun malı ve değeridir.
İnsan, acılarını geri plana iten bir varlık olarak bilinir. Emekçi sınıflar ve ezilenler buna daha da yatkın ve bir ölçüde mecburdur. Çünkü nice kıyım ve yıkım tecrübesi yaşamıştır. Dolayısıyla sonsuza dek ya da ölünceye kadar acı, keder ve kaygı içinde yaşamak mümkün değildir. Bu yüzden Nazım Hikmet’in “Her şeye rağmen yaşamak güzeldir” sözü şiar olmalıdır. Epikür’ün önerdiği haz dünyası da bize insanlık tarihinden ilham verebilir. Ona göre insan, acıdan uzaklaşma hazza yaklaşma eğilimi içindedir. Tarihi örnekler de bunu doğruluyor. Nasıl ki 1921deki, komünist ve Kürt/Kızılbaş (Koçgiri) katliamlarından sonra bu halk yeniden ayağa kalktıysa Erzincan depreminden sonra da yekinip ayağa kalkmıştır.
Keza Dersim katliamından ve 1980 faşist darbesinden sonra doğrulup yoluna devam edebildiyse bu halk, Düzce ve Gölcük yıkımlarından sonra canlandıysa şimdi de öyle yapmalıdır. Şu anda yaralı ve desteğe ihtiyacı olan bölge halkının maddi ihtiyaçlar gibi entelektüel ihtiyaçlara da gereksinimi var. Psikolojik desteğe, siyasi dayanışmaya, düşünsel morale ve motivasyona ihtiyaç var. Dün genç bir kardeşimiz depremden sonra gittiği batı kentlerinden birinde intihar etmiş. İntihar etmek değil mücadele etmek gerekiyor. Felsefe yapmalıyız. İmkanımız varsa yıkım yerlerinde yapmalıyız bunu. Sanat ve edebiyat etkinlikleri organize edilmeli. Bilim yapmalıyız, bilim anlayışını, bilimin ekonomi politiğini açığa çıkarmalıyız. Elbette siyaset felsefesi yapmalıyız. Bunlar eğlenme, şenlik yapma, duyarsızlık, hoşça vakit geçirme gibi algılanmasın!
Birçok deprem, toplumsal bir etki bırakmadan unutulabiliyor, unutulabilmiştir. Yıkım, felaket ve can kaybına yol açmayan depremler böyledir. Oysa Maraş merkezli 6 Şubat depreminin getirdiği felaket, yakın zamanda unutulur gibi görünmüyor. Çünkü Dersim katliamı gibi ağır sonuçlara yol açtı. Etkisi nasıl olur? Bu sorunun yanıtı için tarihsel süreci kısaca da olsa anımsamak öğretici olabilir. Lizbon depremi (1755), Portekiz sömürge imparatorluğunun sonu oldu. Antakya depremi (MS 115) Roma’yı çok etkiledi. Dersim katliamı ve Erzincan depremi de tek partili faşist diktatörlüğün sonu oldu.
Bunalım, deprem ve yıkımların etkisi günümüzde farklı olabiliyor. Şimdi de bilim, teknoloji ve medya nedeniyle toplumsal durum ve algılama farklı. Çünkü kapitalizm koşullarında yaşıyoruz ve “uyarıcı” çok fazla, çağ çok hızlı akıyor. Gündem bir ayda değişti. Bu depremin etkisi çok fazla olmalıydı. İstifalar olmalı, kaçıp gitmeliydiler egemen sınıf sözcüleri. “Hırsız” denilen müteahhitlerle birlikte esasen sermayenin mutemedi olan devlet yargılanmalı ve defolup gitmeliydi/gitmelidir.
Durum feodal dönemdekinden çok değişik, çok mekanik. Sermaye makina gibi, cansız madde gibi işlev görüyor. Emek cephesi müthiş bir baskı altında, üstelik biz görünene takılıyoruz. Zannediyoruz ki sistemi bakanlar, başbakanlar yönetiyor. Sermayeyi yeterince göremiyoruz. Kapitalist üretim tarzı, sömürü de dahil her şeyin çok iyi gizlendiği bir sistemdir. İnsanlar kendi dostlarını düşman, düşmanları dost olarak algılayabiliyor. Kapitalizmin böyle bir “başarısı” var.
Olup bitenler “başarı”, “gelişme”, “uygarlık” gibi algılandığı sürece insanlığın dram ve trajedisi sürecek demektir. Oysa başka bir dünya, eşitlikçi bir uygarlık mümkündür. “Beton ve demir uygarlığı”na son verip doğa, toprak ve temiz havası olan bir su uygarlığına dönmeliyiz! Türkiye ve Kürdistan toplumu, en son 2013’teki Haziran Ayaklanması’nda kendisini on milyonlar olarak göstermişti. Benzer bir sayıya deprem nedeniyle tekrar ulaşıldığı anlaşılmaktadır. Bu da ülkemizdeki toplumsal durumun, “yeni bir dünya” açısından taşıdığı potansiyelin göstergesidir.